PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

18 Ocak 2011 Salı

Sahnedeki Oyun

Geceye dolan yorgun bakışlı rüzgârlar arasında kayboluyordu zaman. Çoğu gecelerde sıcak bir tebessüme bürünen yalnızlığın, durmaksızın bedenimden geçiyordu. Sessizliğine rağmen var ettiğin o kimi zaman korkunç, saldırgan ve hırçın kişiliğin, hiç beklemediğim anlarda karşıma çıkıyordu. Bazen öyle farklı renklerde yansıyordu ki yüzün, simsiyah bir acıda varolmamak için hızla uzaklaşıyordum senden. O yüzden hep uzağında oldum senin.

Korkularla yüzleşmenin vaktinin geldiğini düşündüğüm bu sancıda, beklenmedik bir ziyaretçinin seyir defterine, adım çoktan yazılmıştı bile. O günlerde farkında olduğum ancak çok fazla önemsemediğim birkaç küçük ayrıntı da sıralarının gelmesini beklercesine düşüncelerimin içinde gezinip duruyorlardı ve elbet sıra onlara da gelecekti. Çelişki doluydum. Birbirine rağmen yok olan birçok şey arasından, yalnızca bunaldığım günlerde karşıma çıkan derin düşünceler, uzun zamandan beri peşimi bırakmıyordu. Henüz yazmaya başladığım oyun birdenbire inanılmaz büyüklükte bir hızla ilerliyordu ve ben dâhil diğer oyuncular da bu gidişe, farkında olmadan da olsa kendimizi kaptırmıştık. Daha yazarken oynanmaya başlayan bu oyun içinde hiç kimse tam anlamıyla rolünü bilmiyordu. Yalnızca mekâna sadık kalmanın verdiği bir sorumluluk içgüdüsüyle oyuncular, saat başı oyun içerisindeki rollerini almaya devam ediyorlardı. Sanki önceden yazılmış bir metin varmış gibi biz o metinin içinde yer almaya çalışıyorduk. Yaşadığımız kareler öylesine tanıdık bir oyunun parçalarıydı ki; nasıl olup da eskiden beri paylaşıla gelmiş bir sahnenin acılarını, hüzünlerini ve sahte mutluluklarını ilk kez yaşıyormuş ve hissediyormuşçasına sahnelediğimize inanamıyordum. Belki de hayatın bu garip yönü, inanılmaz derecede ilişkiler üzerinde etkili oluyordu. Çünkü ne zaman yeni bir şeyler başlasa, hep o tanıdık hisler de beraberinde geliyordu. Vazgeçmeyi hiç bilmeyen bu sahne, her gün biraz daha içimize yerleşiyordu yeni insanları da içine alarak. Ama bildiğim bir şey daha var ki o da farkında olarak başladıklarımızın eninde sonunda kurbanı olduğumuz.

Acıya bu kadar karşı ve onu bir o kadar da kabullenmiş bir durumdayız. Oysa oyunun başında ve sonunda acı herhangi bir zaman aralığında, istemesek de bir şekilde bizimle birlikte oynuyor. Aslında o bir başrol oyuncusu, bir kahraman! Tuhaf olansa varlığını sık sık göstermesine ve bilmemize rağmen, acıyı ancak yeniden ve yeniden yaşadığımızda hatırlıyor olmamız. Böylesine tanınan bir oyuncu nasıl olur da unutulur? Sanırım acı da çoğu zaman gözardı ettiğimiz –farkında olsak da- ender yaşamsal olgulardan bir tanesi ve belki en güçlüsü.

Yazarken oynadık bu hayatı biz. Kalemim yaz gecelerinde ve sonraki iki mevsimde de elimden hiç düşmedi. Ben yeni bir yaşamın içinde gözlerimi açacağımı beklerken, yine o örselenmiş acıda uyandım. Oysa ki bir tek mevsim kalmıştı dört mevsimi tamamlamaya. Olmadı, başaramadık. Yeni bir mevsimin rüzgârına yakalandık ve yazık ki tedbirsizdik. Sen bu mevsimde yeniden uyandın, bense bambaşka bir mevsimde. Geriyeyse bizden arta kalan acılar vardı. Sonbaharda hüzne bulanan, kış geldiğindeyse kabuğuna çekilen. Yıllarca bu iki mevsimde hatırlanacak anıları da yanımıza alarak, yeni bir yolun başlangıcındayız şimdi. Farkındalığımız da sahnemiz de oyun ve acılarımız da hep aynı. Değişen hiçbir şey yok. Kare tamam.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder