PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Bu Yaz Hiç Rüzgâr Esmedi

Yoksulluğun sözlerini savurarak geçti yaz. İçimde kıpırtısız bir cümle, noktası belirsiz bir ünlemin koynunda yapayalnız. Hani saçlarımı Ege'nin koynunda umarsızca o kıyıdan bu kıyıya savuran rüzgâr nerede şimdi? Kaz Dağları'nın eteğinde gülümsediğim dizelerin hatırası ne çok doldurdu ömrümü. Oysa bir sessizliğinin kucağına bırakılıp yok olmamışlar mıydı onlar? Kum taneciklerini avuçlarken ve parmaklarının arasından kayboluşunu izlerken umursamaz bir gülümsemeyle, "sen de geçip git" denmemiş miydi onlara? Neredeler? Neredesin?
Bir varlığın yanılsaması en çok hangi dönemeçte yoklar kadın ruhunu? Kadın hangi basamakta dururken teslimiyetini bırakır merdivenlerden aşağıya süzülen bir karede? Çığlıklarım var. Kimin duyduğunu bilmiyorum. Yalnızca avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Müzik sesi eşlik ediyor uzaklardan. Belki de tam dibimde. İçimde. İçim...O kadar uzak mısın bana? Neden uzaklardan dedim. Orası neresi?

Cumartesi. 3 Nisan 2010. Yeryüzünün, toprağın dilini en çok anlamaya başladığı zamanların başlangıcından sesleniyorum. Gök/yüzü biraz endişeli. Birkaç zamandır, içindeki bu körpe sancının ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bazen sesimi duyup bana cevap vermeye geldiğini düşünüyorum. Çocukluğumun on küsürlü yaşlarında oynadığım dağ başlarına götürüyor beni. Ayağımda lastik ayakkabılar, elimde topladığım türlü bitkilerin kokusu, başımda yemeniden bozma bir saç bağı... Kollarımı açıp özgürlüğün tadına vara vara koştuğum; masumiyetin, uyumadan önce içtiğim taze süt kadar yakın olduğu anlarda tam karşımda duruyor. Koşuyorum. İçiyorum. Ona doğru sürükleniyorum. Farkında olup olmayışını aklımdan geçirip bir an da olsa duraksıyorum. Durduğum zamanlarda nefes aldığımı anlıyorum. Bir doz anlamak için 'nefes' alıyorum.
O ise karşımda öylesine sessizce konuşuyor ki beni, bu çocuğu, aslında kadını kendisinin de tam olarak nerede beklediğini bilmediğini görüyorum. Bakışlarındaki haylazlık yerini saçlarındaki kırlığa teslim ediyor. Dağ başları olgunlaşıyor. Çocukluğum büyüyor. Elimdeki çiçekler soluyor. Mevsim değişiyor. O, kayboluyor.


Plastik sandalyelerin insanı rahatsız eden bir yakınlığı var. Bütün bir yaz boyunca çay bahçesinde ne kadar plastik sandalye varsa oturdum. Renkleri yeniden ezberledim. Çabuk unutuyorum. Hatırlamak için bir harekete, ilgimi çekecek herhangi bir şeye ihtiyacım var. Neredeyse, tanıdık bir yüze rastlamadım. Akşam olduğunda herkes çekiliyor bir yerlere. Hepsini görebiliyorum. Çekildikleri o dünyayı iyi tanıyorum.

Bir zamanlar ben de onlar gibi oraya giderdim. Sorgu masası çoktur. Eğer bir defa yolunuz oraya düşmüşse ışıktan kaçarsınız; oysa en çok ışığa ihtiyacınız vardır. Karanlık bir mağaranın içindeymişsinizcesine kendi duygularınızdan münzevi bir yaşam kurmaya çalışırsınız.
Ah o aynanın çekiciliği... Yalnızca bakışların hapsolduğunu sanırsınız sınırları çevrilmiş gibi görünen yansımanın hemen gerisinde. Bir taş atmak ve yansımanın bıraktığı izleri yerle bir edip yolunuza kaldığınız yerden devam etmek istersiniz. Umudun körpe bir yüreğe ettiği hain bir oyundur bu. Umutla oynarsınız. Oysa umutla oynanmaz.
Sonrası derin bir uykudur. Rüyalar aleminde dolaşacağınız yerler için bilet alırsınız  . Rüyalar, teslim olduğunuz bir hapishanedir. Ne zaman uyanacağınızı az da olsa kestirebildiğiniz ama o kısa döngünün içine girdiğinizde, elinizde olmadan bütün ruhunuzu sunduğunuz ikinci bir dünyadır. Kimi uyanmak ister kimiyse hep o rüyada kalmak...

Ben o rüyadan hiç kalkmak istemedim. Her bir harfi, kurulmuş her cümleyi ben yazmış gibi sahiplendim. Tehlikenin çekici sularında dolaşan bir kadındım. Duygularındaki her kırılmayı, sapan her düşüncesini ayak uçlarıyla bıraktığı izlerle sahici kılmaya çalışan, zaptedilmesi zor bir rüzgârdım.

Tanıdığım bir rüyaydı. Ne kadar duracağını, o sırada bana nelerden bahsedeceğini iyi bilirdim. Uyanık olduğum zamanlarda arada sırada, hani bilirsiniz gözünüzü kapattığınızda olmak istediğiniz bir yer bir kişi  vardır, onunla buluşurduk. Hayat bir hayaldi, o ise gerçek. Bunu bana ilk defa hatırlattığında soğuk bir pazar sabahıydı. Şimdiyse sabaha ulaşmaya çalışan bir cumartesi gününde, daha yeni anlayabiliyorum ne demek istediğini...

Apartmanların topukları vardı. Her şeyi dümdüz sanırken giderek yükseliyordu baktığım her yer. Uzun ince parmaklarımı saçlarıma doladım. Birkaç tane saç teli dolandı tırnaklarımın hemen ucuna. Kurulmuş cümlelerin teker teker yıkıldığını gördüm. İşte o zaman kıpırtısız bir cümlenin, noktası belirsiz bir ünlemin koynunda nasıl da yapayalnız kaldığını anladım. Sonra saç telleri yavaş yavaş kayıp gitti. Apartmanın topuğu kırıldı.

Rüyanın içindeki özgürlükle, dağ başlarındaki özgürlüğü düşündüm. Burada çırılçıplağım. Üzerimdeki teni tanıyorum. Onun oracıktaki duruşunun ardında bıraktığı sessizliği gittikçe kahramanlaştırıyorum. Kum tanelerini avuçladığım bir salı sabahını ve ardından gelen o sesi düşünüp birkez daha umursamaz bir gülümsemeyle, "sen de geçip git"  diyorum.

Cumartesi 2010. Yeryüzünün, yağmurun dilini en çok özlemeye başladığı zamanların sonundan sesleniyorum. Gök/yüzün biraz yakın.

Bu yaz hiç rüzgâr esmedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder