PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

7 Ekim 2010 Perşembe

Oysa Bir Zamanlar Vardın "Mektup Öyküleri" - 6

( Yıllar sonra gecenin bu ileri saatinde annem yeşeriyor gönlümde binlerce mil uzakta, uzun kuraklıktan sonra, şafağa yakın)

Aramayın bu adreste böyle biri yok. Bulanmış gibiydi gökyüzü. Aylakların demli olur sabah çayları ve ben aylak biriydim yeniden, yıllar sonra. Ayakları üzerinde duramaz ancak ceplerimde ısıtabilir de ellerimi kimselere uzatamazdım. Her akşam aynı saatlerde istasyondan uğurlayamazdım kimseyi. Camlarda yorgun, ıslak bakışlar, hüzünle yaslanılan baş, perdelerinde silinen hayal ve ben öylece dururdum. Okul dönüşlerinde, akşamları belimde silahımla ben geçerdim bir bir isli tren pencereleri gibi karanlığın içinden.

Ben dağları da gördüm. Sessiz, yalnız, vakurdular. Derin vadilerde ormanın ıssız gecelerini de... Rüzgârın sesini duydum ürpermeden. İncecik bilekli bir tay kıvraklığında, orman perilerini düşledim. Ben şehri de gördüm; kaldırım kahvelerini, her sesi inceden inceye ayrıştıran yankısını duydum. Beton binaların soğuk, sevimsiz duvarlarına çarpar da geri dönerdi yazgılar ve kaybolurdu kör sokakların sığ derinliklerinde.
Bütün bunları gördüm de yine de özgür olamadım. Yiğitçe “işte buraya kadar” diyebilecek cesareti “yeterince yaşamadık mı?” diye sorabilecek yürekliliği gösteremedim.

Son sonbaharı hatırladım birden. Kaçıncısını saymıştık bilmem. Her şey ıslaktı; içimizde kasvet. Yağmurlu bir günde sokağı seyreden bir çocuk gibi camdan, hareket eden her şeyi izlerdik gözlerimizi kırpmadan. Düşen yaprak, uçan kuş, kayan damlalar… Damlalar camlardan aşağı hüzünle inerler.

Söylenmedik ne kalmıştı ki geriye? Artık ne kadar da manasızdı duyduğumuz bir türkünün ayrılıklara dair sözleri. Geçmişte sevdiklerimizi düşünürken, hüzünler yollardık taa yüreğimize, onları uğurlarken.

Yine bir temmuz sıcağı sonrası, ekinler sararmış. Hoş sohbet kır kahvelerinin teskin eden gölgesine çekilmiş kavruk adamlar çaylarını yudumlarken, akşamın kızıllığı çökmüş zamana öylesine.
Bir sahil kahvesindeyse uzaktan balıkçı tekneleri geçerken, deniz diplerindeki sükûneti bin bir zahmetle çıkarıp sahildekilere aktarırlar, selamlarla.

Ardından göç başlar. Aslında her yolculuk bir göç değil midir? Hava kararır Ankara’nın şehrin hengâmesinden uzak bir yerinde. Bozkırda, tozlu bir yolda, köhne bir kasaba otobüsü ağır ağır yol alır; radyosunda cızırtılı gurbet türküleri. Yağmurda silecekler sallanır ritmik ve farların aydınlatmadığı düşünceler vardır. Bu camlar ne başlar görmüştür ve ne hallere şahit olmuştur sessiz, ağlamaklı. Hiç bitmeyecek gibi yolculuk. Dönüşe dair hiçbir belirti yok.

Yol kenarlarına zincirli gelincikler el sallar. Sanki ürkek boyun eğişlerle selamlarlar gidenleri. Ah o yıllar yok mu? Dönemediğimiz yollar gibi gurbeti hatırlatan. Bir anlam veremediğimiz hayatın düğümleri, boğumları, kilometre taşları ve içinden çıkamadığımız çileler demeti...
Sırtını o köhne kasabanın salaş bir duvarına dayamış ihtiyar, ilçe pazarından aldığı sekiz numara gözlüklerinin kirli, kalın camları ardından izler yolculuğu. Ne kadar sakindir her şeyi bitirmiş birinin sükûnetinde. Yüzünde yorgun yılların derin izi, sevimli. Nesini sevmiştik ve ne bulmuştuk şehirde? Soğuk ve yaban… Geceyi gündüz yapan sahte ışıklarını mı? Etrafında dağların sert çizgiler çektiği şu küçük kasabanın şu anını yakalamak bambaşka bir âlemken.

Şehrin apartmanları görkemli. Gecekonduda taşralı genç kız artistik düşler kurar azıcık da veremli. Bitirim naralarına ihtiyacı kalmamış mahallenin. İnsanlara sunulmadık ne kaldı ki intiharlar dışında? Yanlış kapı çaldınız beyler, bu adreste böyle biri yok!


Bu satırları çok uzağındayken Ankara için yazmıştım, benim bozkırım, çocukluğumun, gençliğimin geçtiği yer. Dönemediğim yer, özlediğim yer! Bir gün sil baştan koşarak döneceğim yer…


Sevgili Sonbahar,

Keder anında insanın kafası karışıktır. Sorunlar öyle çepeçevre kuşatmıştır ki insanı etrafı, öyle olmadığı halde, zifiri karanlık gibi görür. Kişinin en zayıf ânı bu anlardır. O anda kabullerini değiştirmeyi bilse insanlar, rahatlayacaklardır. Bunları daha evvel konuşmuştuk. Kişi hedef çıtasını makul bir ölçüde tutabilirse ancak fazla etkilenmez fırtınalardan. Elbette başımıza gelenleri, karşımıza çıkanları hafife almıyorum. Aksine onları büyütürüm, duyarsız kalamam, etkilenirim...

Böylesine derin sulara açılmadım ben. Duygularımı dile getirmekte hiç zorlanmam ama bunu kendime yaparken çok açık yürekliyimdir. Bir başkasına eğer anlatmam gerekiyorsa, merkezin etrafında dolanır dururum. Kolayca yapamam bunu; ancak her şeyi bir tarafa bırakacağım, senin tabirinle: “bazı sözlerin karanlıkta söyleneceği” gibi, gözlerimi rahatça kapatıp endişe duymayacağım ve beni hiç yargılamayacak olduğunu bildiğim biri karşısında yapabileceğimi kesin kes biliyorum artık...

Daha önce yazmıştım. Keşfedilmeyi bekleyen antik bir hazine değilim, bir aziz de. Ayakları üzerinde durmayı zorca başarmış, kendinden başka kimseyle hesaplaşmayan, bir hesabı olmayan, isteklerini hep ertelemiş, her şeyini başkalarının mutluluğuna ya da mutsuzluğuna göre ayarlamış biriyim. Çocukluğumdan beri bu böyle! Kendi isteklerimi, arzularımı, ihtiyaçlarımı bir kez olsun dillendirmemiş, ön plana çıkarmamışım. Bu o kadar büyük bir yük ki! Bu yüzden “matoid” tanımını kullanmıştım ben ve benim gibilerle ilgili. İnsanları üzeceğini, inciteceğini düşünerek kendi tarzını, üslubunu, biçimini ortaya koymaktan sürekli kaçınan birinin birey olamayacağını da biliyorum. Aslında bundan asla aciz biri değilim ama çocukluk ve gençlik de hep bu öğretildi bize. “ Önce başkalarının hayatı, düşünceleri, istekleri, mutluluğu ya da mutsuzluğu, sorunları.”

Böyle düşünmeye odaklandırılmış birinin kendine ait sadece bir tek şeyi olur. Dışarıdan bakıldığında hiç anlaşılamayacak olan dünyası! Bu yüzden hep ürkerek baktık hayata. Seslenmemiz gereken anlarda kolayca dile getirmedik kendimizi, dünyamızı. İstedik ki bizi duyan insanlar, bulmaca çözer gibi, satır aralarından bir emek sarf ederek çekip alsınlar bizi. Bu, iletişim olgusunun hiç kabul etmeyeceği bir şey! Bu yüzden kendimizi aktaramıyoruz. Hep iç dünyamızın anaforlarında dönüp durmamız bu yüzden. Aslında içine kapanık biri de değilizdir. Tam tersine, hayatımızın kısa bir kesitinde, birkaç dakikalığına bile tanıyan herhangi birinin ilk ve tek sözü, “ ne kadar sosyal, şakacı, esprili, çabuk kavrayan, güzel konuşan, sıcak, sevecen biri olduğumuz gerçeğidir.” Yoksa bu bizim maskemiz mi? Öyle olsa da olmasa da bu, işte o bizimle ilgili tek gerçeği yansıtıyor:

“ Başkaları için yaşamak...”

İç dünyamız haricinde hemen her konuda kendimiziz. Etrafımızda saygı görürüz. Çevremiz bizi, yetkin, aşkın bilir. Çoğu kişiyi yamultuveren büyük sorunlar karşısında bile soğukkanlı bilir. Hatta ilk anda akla gelen, danışılan, dert yanılan, yardım istenen biriyizdir. Ama iş kendi iç volkanımızın püskürme noktasına geldiğinde onu hep yutarız. O yakıcı ateşi kimselere hissettirmeyiz. İşte bu yüzden sormuştum sana: “ Gerçekten konuşacak tek kişi bile yok etrafımda, buna inanır mısın?” diye.

Mektubunda sarf ettiğin o içten iki cümle içimi nasıl ısıttı bilemezsin. Bunu duymuş olmak bile yetti. Bunun için teşekkür borçluyum.

Bundan yıllar evvel, Ankara’da bildiğim sohbet yerleri vardı. O zaman en meşhur yerdi Tunalı, oraya gitmek ayrıcalıktı. Bir de Çankaya sırtlarında bir-iki yer vardı. Ve elbette Kızılay. İzmir, Selanik Caddeleri, Karanfil Sokak  vs...

Denizatı, Bonsuvar, Milka, Kral Çiftliği, Flamingo, Beethoven... Onlardan bugün de yerinde duran mekanlar var mı bilmiyorum ama eminim bir çok yer açılmıştır şimdilerde. En son bir ay evvel ki gidişimde sadece geçtiğim yerleriyle bile Ankara’yı tanıyamamıştım. Ama yıllar sonra artık günübirlik değil; doyasıya daha önce adımladığım yerlerde aynı adımların üstüne basarak, alabildiğine gülümsemek istiyorum Ankara’ya hiçbir şey düşünmeden! Bunun çok güzel bir duygu olacağını biliyorum ve bu isteği yaklaşık yirmi yıldır içimde saklıyorum.

Eğer yazıyorsam bil ki sayendedir. Uzun yazmalarımdan da anlayabilirsin bunu. Beyni de yüreği de dipdiri biri ile sohbete ne kadar aç ve susamış olduğumu söylemiştim. Aslında bundan bugüne kadar hep kaçındım. Dillendirmekten bile korktum. Beynime ve yüreğime saplanır kalır düşüncesiyle hep yakın durmaktan kaçtım.

 “Eğer bir gün biriyle doyasıya konuşursam soluk almam herhalde” diye.

Bu satırlar birer itiraf mı hesaplaşma mı, kahır mı, bilmiyorum. Umarım okurken yargılarında merhameti elden bırakmazsın. Duyarlı ve içten biri olduğunu artık biliyorum. Sana yazarken hiçbir şekilde korkmamam gerektiğini söylüyor bana hislerim. Artık genç değilim, çocuk da. Olgunluk yaşının başlangıcının ortasındayım. Bu yaşta delilik yapılır mı, yapılsa bunu bu yaş kaldırır mı onu bilemem ama içimdeki çocuğu öylesine özgür bırakmak istiyorum ki! Bunu bir gün yapacağım!

Yıllar sonra sesime bir yankı buldum, yürekten. Ana kucağına hasret bir çocuğun o kokuyu o sıcağı unutması ne kadar mümkün olursa, benim de çölümde yakıcı güneş altında bize yürekten bir gölge sunan bir dostu unutmamız o kadar mümkün.

Hoşça kal kıymetli dost!


1 yorum:

  1. uzun zamandan sonra bir yazı bu kadar etkiledi itiraf edeyim gözlerimden hafif bir damla yaş bile akti ... basarılar
    tuncer
    tuncergul@gmail.com

    YanıtlaSil