Beyaz tüllerden ve kahverengi tahtalardan kurulu bir özlem. Hepsi hepsi bir inancın tetiklediği düşler ama dokunduğu her yerde, içime, yani o hep bildiğiniz derin sulara, kendisini oldukça güçlü bir şekilde bırakabilmeyi başarmış bir özlem... Yokluğun türlü türlü anlamlara çerçevelenmeye çalışıldığı bir yaşamın tam da orta yerinde duruyor ve meraklı gözlerlerle etrafıma bakıyorum. Neleri kuşandığımı, nelerden yoksun bırakıldığımı, bir gece yarısı kalkıp yerimden, nasıl büyük bir geçmişi terk ettiğimi, yürürken aklımda kalanları, ne denli acı bir suskunlukla ört bas ettiğimi ve "daha niceleri" deyip burada noktalayacağım uzun soluklu bir beni, bana dair bir kapıyı aralıyorum...
Kanepenin üzerine bıraktığımı hatırlıyorum kendimi. Sonrası hıçkırıklara boğulmuş bir fırtınanın içerisinde sonlanıyor. Yarım ağızla söylenen ve anlamamak için yırtınıp dursam da bal gibi anladığım her bir kelime, uzaklaşan tarihin dipnotlarını, yine her zamanki gibi köklerime birer birer işliyordu. Başımı kaldırıp nefes almaya çalışmanın bile gittikçe zorlandığı durumlar kadar dardayım... Gözyaşlarımı silemediğim zamanlar... Fotoğraf karelerine ve yazı ortalarına işlenmiş ellerim gibi olamadığım belki de. Yarım bir ay gibi kıvrılmışım ve benden olanı yine kendime döndürmüşüm. Ne tuhaf, insan bir tek kendisinin yörüngesinden çıkamıyor ömrü boyunca. İçinde her ne beslerse beslesin ya da içine düşen her ne olursa olsun, yalnızca kendisine düşkün bir bedenin sıradan, o ilk halindeki gibi kalakalıyor...
Yüzümde sessiz bir geminin yol alacağı kadar büyük bir okyanus gizli... Şimdi tüm o saklı çukurların yuvalandığı gamzelerimde bir bahar... hem ilk hem son...
Sana haykırarak söyleyebilirdim seni ne denli çok özümsediğimi ya da aslında özümde olanlara dokunduğunda hissettiklerimi...
Seni, sana anlattığım o küçük kız çocuğunun yanağına yüzümü dayadığımda ağzıma gelip gelip de bir türlü bırakamadığım sözcüklerin saflığıyla, sarabilirdim...
Sana, bana vermeye çalıştıklarının anlamını hiç susmadan anlatabilirdim...
...ve sana tüm bunları yazarken, okuduğun her kelimeyi anımsatabilirdim...
Zamanla...
Elimi tutan parmakların sivri bir rüzgâr değil de tenimi kollarıyla saran bir ruh olduğunu Tanrı bana fısıldadığında, parmaklarıma biriken her şeyi sesime de katmış olacağım...
Sen, sesinle; bense dudaklarıma değmeyen kelimelerin diliyle bulduk birbirimizi. Şimdi yalnızca sonbaharla gelen yağmurların sesini ve içimizi üşüten rüzgârın tenimize kazıdıklarını anlamak için sevgimizi huzurlu uykulara bırakma zamanı...
Düşmediğim zaman üşümeyeceğim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder