PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

31 Aralık 2010 Cuma

Bol Kopyalı, Bol Bakışlı ve Elbette Vicdanlı... Kim Mi Var?

Uzun bir başlık oldu farkındayım. Ama kocaman bir yıl bitti. Kendime de telaşsız bir başlık yazmak istedim. Şöyle uzun uzun bir hikâye geçtim aslına bakarsanız. Güzel de oldu.


Neler neler oldu bu yıl... Kimilerini yazılarımla anlatmaya çalıştım, kimilerini dinlediğim müziklerin ve okuduğum kitapların içlerine sakladım. Ne güzeldir öyle değil mi bir kitabı okurken şöyle göğsünüzün üzerine yatırıp da düşünceler içinde birkaç gürültülü(!) zaman geçirmek... Ben severim. Kitap okurken yazılmış cümleleri bir kenara bırakıp kendi cümlelerimi yazmayı. Elbette eylem olarak değil; düşünerek... Gülümsersiniz, sesli sesli konuşur kendi kahramanlarınızı yaratırsınız. Bazıları buna yalnızlık diyor bazılarıysa benim evde kitaplarla yaptığımı arabada veya bambaşka yerlerde yapıyor. 


Bu sene 'yalnızlık' kelimesinden bana gına geldi. Şu gerçek: "Yalnızız!" Yeterince kendini besleyen bir kelime nihayetinde ama belki de bu sene okuduklarımdan, duyduklarımdan sonra biraz huysuzlandırdı beni.


2010 yılının ilk ayında blogumu açtım. İyi de oldu. Bu blogta ne yazılar yazılıp yarım bırakıldı ve taslak halinde kaldı bir bilseniz. 2011'de onları bitirmeyi umut ediyorum. Bazen yazı kendini kenara çekiyor dinlenmek için, o zamanlarda üzerine gitmemek, yeniden kendini harekete geçireceği zamanı beklemek gerekiyor. Çok güzel başlangıçları var. Arada açıp bakarım. Atılması gerekenler de atıldı zaten. Acımamak lâzım.


Edebiyat açısından kendimi birçok anlamda ilerlettiğim bir yıldı. Öykülerle içli dışlı geçen, sıcak aylar... Bu yıl elbette roman da okundu ama 2010 benim adıma öykülerin yılı oldu. Bunda etken kişilerin paylarıysa büyük! İyi ki varlar...


İlkbahar başlangıcı biraz sarsıntılı zamanlarla geçti. Özledim. Özledim. Özledim. Çok ama çok özledim. Öyle ki özlemek kelimesinin çok defa içinden geçtim. Anlamını boşaltıp boşaltmadığımı sorguladım. Sonunda en sakin anlarımda, içimdeki delilik geçtikten sonra şöyle dedim: "O çok önemli ve değerli." Ömrümce de öyle olacak... 
Zaman cumartesi sabahlarına sığmadı. Üç noktamın bol olduğu bir alan burası...


Yaz dönemi tuhaf ayrıntıları içinde barındırdı. Ağustos sonunda can sıkıcı birkaç hafta yaşandı ama o da hayatın bir zamanlar kendime dediğim gibi siyah beyaz öyküleri... 


Sonbahar her zaman ki heyecanlarıyla ve ilginç olaylarıyla geldi. İnsanlar, yaşanan anlar, hızlı verilen kararlar, yolculuklar, geceden sabaha uzanan konuşmalar, bilinmeyen mekânların tedirginlikleri, dokuları, sesleri... Benim için en özel zamanı ise 29 Ekim öğleden sonrasıydı... Bir kez daha bu evin kapısını açmak, harikaydı. 
Ayrıntıları atlıyorum, nasılsa kalem elime her düştüğünde bir parçasını ekliyorum bu güzel dünyaya ve sizler de benimle birlikte okuyarak yaşıyorsunuz.


Ve kış...
Güzel arkadaşlıkların başlangıcı oldu. Bol kahkahalı sohbetler...


" Bir de Baktım Yoksun" açık ara en çok okuduğum ve son bir yılda en çok hediye ettiğim kitap oldu... "İyi Uykular" öyküsü uzunca bir süre aklımdan çıkmayacak! Çok ağlattı beni çokk!
Son aldığım kitap Sappho'nun -Nedir Gene Deli Gönlünü Çelen- adlı şiir kitabıydı. Alındığı gün itibariyle de önemli ve kendi anısını kendisi yazan bir kitap olma özelliğine sahip şimdiden.


Aklımdan çıkmayacaklar arasında başka şeyler de var. Burası bol üç noktalı kısımlardan...


Evet bol bol kopya çektim okullu çocuklar gibi ben bu yıl. Çok izledim, sürekli baktım durdum bir şeylere. İzledim. Soru sordum. Bekledim. Sessiz kaldım. Bağırdım. Heyecanlandım. Duruldum. Sinirlendim. Her ne olduysa bir tek sözün etkisinden çıkamadım. Hiç unutmadım o sözü... 2010'da hatırlamayı en çok sevdiğim an, o sözün söylediği ikinci zaman dilimiydi. Koca bir yıl geçmiş üzerinden ve birkaç da nasıl geçtiği anlaşılamayan ay...
Her zaman ki gibi vicdan muhasebesi hiç sektirmedi. Fevri çıkışlarımın sonrasında hemen kulağım çekildi onun sayesinde. Ona özel bir selam olsun benden! Acaba her yerde olduğunun farkına varabilmiş midir?


2011'de de olması, olması ve zamanı ara sıra da olsa çalması dileğiyle...
2011'de kim mi var? Ya da ne var?


Bakalım...











30 Aralık 2010 Perşembe

Limon Kokusu

“Bir el silah sesi duyuldu. Sonrasını hatırlamıyorum.”

Uzun upuzun bakışları vardı. Bir an gözümü kaydırsam, o uçurumun toprağı kaygan zeminine ayaklarımı bir koysam biliyorum oraya, o karanlığa yeniden düşecektim. Hızla uzaklaşıp eski ve ahşap binanın kırık dökük tahtalarına sırtımı dayadım. Kim bilir kaç yıldır burada ve bu halde duruyordu. Belki onu bana anlatabilecek herhangi bir iz, bir tabela, bir yazı vardır diye etrafıma şöyle bir baktım. Kuru insan kalabalığının sesinden, muhtemelen anahtarlık veya ona benzer bir metal parçasıyla kazınmış birkaç isim ve anlamsız şekillerden başka hiçbir şey yoktu. İçimdeki izlere ne de çok benziyordu. Çatlamış duygularıma, eskimiş yürek yollarıma ve diğerlerine. Benim de beni anlatabilecek ‘Bir zamanlar işte buymuş’, denilebilecek herhangi bir iz yoktu bedenimde. Varsa yoksa yemyeşil bir örtünün hemen altında saklanan bakışlarım. Onlar çok şey anlatırlar değil mi? Kaçırsan da kaçmaya çalışsan da çok şeyi örtmeyi beceremezler… Şimdi bu dikdörtgen masanın üzerinde durup onları ilk ne zaman çaldırdığımı düşünüyorum. Bazı şeylerin telafisi yok!

Birkaç dakika daha… Yürümek ve bir gün öncesinde kararlaştırılan yemeğe gidebilmem için yalnızca birkaç nefes ve sakinleşme dakikası daha. Sonra çekip gideceğim ve yine o tanıdık seremoniye kendimi bırakacağım. Unutmak istemediğimi daha önce söylemiştim.

Bazen yalnız ve sadece kendinle yürümek lazım! İç seslerin kontrolü ve içte yankılanan yüzlerce sesi duyabilmek adına, adımların usul usul tedirginlikten uzak atılması, insanı rahatlatıyor. Farkında olmadan, geçip gidilen yollar üzerinde, kendi yolunuza çıktığınızda, dökülen gözyaşının bir başınalığı karşısında irkilebilirsiniz. Çünkü o, tüm habersizliğiyle yanaklarınıza düşmüş ve ıslaklığı sayesinde diğer herkesten çok ‘ben buradayım’ diyebilmiştir. Belki de onun kadar kimse dürüst, doğal ve yakın olmamıştır size. Hatta çoğu zaman, bu yakınlıktan nefret bile etmiş olabilirsiniz. Oysa birkaç küçük damlanın da size ait bir parça, bütünüyle siz olduğunu unutursunuz..
‘Bir daha ağlamayacağım’ nidaları da neyin nesi? Göz pınarları kuruyunca yaşamın bir perdesi eksilir.. Notaların yan yana oluşturduğu mükemmel karışım sekteye uğrar ve sonra, ruhun karışık sesleri arasındaki koca bir duygu, karambole yok olur.

Yemek kokuları. Üzerimde sabahtan kalma parfümün birazdan kaybolacağını, etkisinin kalmayacağını tenime anlatır gibi bedenime yayılıyor.

Bazı kokuların varlığı silinmiyor. Ne kadar çabalasanız da tıpkı bir zamk gibi üzerinize yapışıp kalıyor. Saplantı derecesinde hatırlıyoruz.

Burası da ahşap! Tamam, niye dakikalarla sınırlı tutuyorsun bazı şeyleri? Bilinçli bir seçim mi yoksa bu? Ya da bilincin içindeki bilinç mi? Her bir boşluğumuzu dolduran ve bir türlü bitip tükenmek bilmeyen anımsatıcılar dolu her yanımız. Çelişkilerimiz ve gerçeklerimiz arasındaki kavganın, yaralı kurbanlarıyız biziz! Yok oluş derimizin altında ve her an yeni bir tuzak için hazır!!

Yan yana ve karşılıklı konulmuş onlarca masanın arasından geçerek seni bulmaya çalışıyorum. Kalabalığın arasından bulup bir an önce çıkarmalıyım seni.. Gözlerimdeki yorgunluk artık baş edilebilecek gibi değil. Gözlerini kapatsan bile yine de seni bulabilir miyim, diye düşünüyorum. Çok sevdiğim şairlerden birinin son dizeleri geliyor aklıma hemen..

...
Yokluğun cehennemin öbür adıdır.
Üşüyorum kapama gözlerini.”
A.Arif

Şair üşüyordu. Ölüm, iki dize arasında pusu kurmuştu. Ölümün yankısını bilerek koymuştu belki de oraya, kim bilir…
Yanına geldiğimde gözlerin kapalıydı. Gülümsedim. Ellerinle ovuşturuyordun bir önceki gecenin yorgunluğunu. Oysa bacaklarına biriken asidi kovuşturmak için çabalıyor olmalıydın. Ne de olsa gece boyunca dans etmiş ve bir an bile durmamış olmalıydın! İnsan bir şeyi ne kadar çok severse, o kadar vazgeçilmez olmuyor muydu hem?

- Geciktin.
- Öyle mi? Farkında değilim.
- Olmalıydın.
- …

Bazen koca sessizlikler keskin bir kelimenin hemen ardından gelebiliyor. Gereklilik kipinin lüzumsuz(!) çığırtkanlıklarını duymaktan her ne kadar haz etmesem de katlanılabilir kılan bir sesin vurgusu sayesinde bu, hazza dönüşebiliyor.

Çok sakindin. İçindeki bu sessiz limanın konukluğuna her şeyden çok ihtiyacım vardı. Ellerinle elimi tuttuğun, avuçlarımdaki sıcağa kendi sıcaklığını kattığın o ilk günü anımsıyor muydun acaba? Limon kokusu yayılmıştı dudaklarının kenarlarına ve nane. Koklayarak öpmüştün avuç içlerimi. Kokumu sevmiştin, tıpkı diğerleri gibi… Ama sen durgunluğunla gelmiştin. Ilık bir su gibiydin...

- Gidiyor muyuz?
- Evet.
- Hadi o halde.
- Yemek?
- Bir şeyler hazırlarız evde. Ya da dışarıdan söyleriz.
- Olur.

Şarap aldık. Kırmızı. Yol boyu sessizliğini dinledim. Hiç bitmesin istedim.
Gecenin uzun misafirliğinde yaşanan her bir anı, burada sonlandırıyorum... 

27 Aralık 2010 Pazartesi

Bahane

Bir bahaneyle kaldırdım tüm fotoğrafları. Nasıl ve ne şekilde yerleşmişti albüme, hatırlamıyorum. Sanırım uzun ve dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmış, bütün olası iletişim yollarını birer birer yok etmiş, geçmişe dair tek bir nefes bile bırakmadığım günün öğleden sonrasının herhangi bir zamanıydı. Yeniden başlamak ve onca yılın ardından, söz verilmiş cümleleri çiğnemeyi kendime yapılmış bir ihanet olarak saydığım anda kalakalmıştım. İnsan tüm hayatı boyunca kaç defa dönüm noktası yaşar ki! Bir defa ellerine bulaşmışsa toz, hele bir de benim gibi alerjisi varsa, ne yapacağını şaşırıyor. Ağır ve okkalı bir tokat gibi iner bazen aşk!
Öyleydi...

Fotoğraflar... Birer birer yok ettim hepsini. Yüreğime vurulmuş onca mühürden, avucumda terk edilmiş nice sıcaklıktan ve saçlarımda kalmış nefesinin kokusundan sonra sıra onlara gelmişti. Bir düş ne kadar yayılırsa bedenin her bir noktasına, işlerse hücreye, o denli ayıklamak zorlaşıyor. Hâlâ içinde bahar kokan bir bahçe, hâlâ önemsenen bir tarih ve sır gibi tutulan bir kitap kalmışsa eskilerden, yaşanmış an kadar bir zaman gerekiyor yitirmek için.

Çaba sarf etmeden ayağa kalkmaya çalışmanın durağanlığı geceyi öylesine zorlar ki, göz kapaklarına inen uyku da olmasa, düşün'cenin çeperlerine çarpar durur o çemberin içinde kalanlar... Sayısız kere ört bas etmeye kalkıştıysam da bir şeyler dönüp durdu sayfaların arasında. Oysa ayraçları çıkardığımı sanıyordum.

Üşüyor, gecelerden kalan yarım. Susuyor, susuyor, susuyorum.

Kaybedecek neyimiz kalacak geriye, her şey olağanca hızıyla silinip gittikten sonra? Uçurum kenarında bırakılmış birkaç sesli avuntu, yüzüstü uzanılan kanepenin rahat bedeni ve gülümseyerek uyandırılmış bir sabah sonrasında, en sevdiğim kahvaltılıkların başucunda uyuyakaldığımız televizyonun gürültülü eşliğinden başka...
Çok şey!
Yetmeyecek hiçbir an, onca şeyin ardından. İçimde büyük bir okyanus, fısıldıyorum kulaçların ardından... Derine daha derine; suların en derin noktasına...
Yemyeşil bir denizin yeşil bakışlı kızıyım artık, ne çıkar öyle değil mi?

Hızla yokuşu çıkmaya devam ediyorum. Bacaklarımın sızladığını, yorgunluğun ağır ağır kendine kalıcı bir yer edindiğini her geçen gün biraz daha fazla hissediyorum. Sürekli sızlanan bir yanım var. Ne zaman içime kulak versem aynı şeyi duyuyorum...

...
Yağmurun bir damlası süzülmüş küfür,
Bir damlası aşk.
Senin uykuların hayin,
Düşlerin kardeş.
A.Arif

Emanetim, dalgınlığım, sorgusuz suallerim… Her şey içeride bir yerde demirlenmiş. Fotoğrafların bir tarafa kaldırılmışlığı, aslında hiç istenilmemiş bir düşüncede kalmış. Olmamış. Yanmamış. Zehirlenmemiş. Yaranın içinde bir sokak, hangi yönden estiği belirsiz bir rüzgâr. Köşeye, parka, yol kenarına zincirlenmiş herhangi bir bankın ziyaret edilişinden hemen sonraki tekil hali.
Burası benim beyazlığım.

21 Aralık 2010 Salı

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı XXVI

Kimi gölgeler vardır aslında her şeyi saklayamayacak kadar açıktır görüntüleri. Biraz suskunluk, biraz kendine has kıvrımlar ve birkaç da işlenmiş cümleyle hayatınıza aldırmaksızın girerler. Seçim özgürlüğünü kullanmanın acısını sonra sonra anlarsınız. Elinizi kolunuzu bağlamayı başarırlar bir şekilde. Hayatın gerileyen bir noktasında durur ve sizi beklerler. Zaaflarınızı, kontrol altına alamayacağınız bazı anlarınızı sizden biriymişçesine iyi bilirler. Hatta bazen sizden bile iyi...


Öykünün eli kolu bağlanır. Sözcüklerin kısmeti kapanır. Kahvenin en keyif alınan o ilk yudumundaki tat kaybolur. Giderek sıkışırsınız. 


Fotoğraf karesinin küçük bir yerine düştüğünüz not derinden sarsılır. Birbirinden habersiz uykulara gözler kapanır, rüyaların ortak dili, kayboluşun içerisinde sızlanarak yol alır. Böyle zamanlarda geniş zamanlıdır benim cümlelerim. Kimseye söz geçiremem. İstemem de. Bir sarsıntının içinizde bir yerde başladığının şahiti olmak ve o sarsıntıyla yol almak biraz zorlayıcı olsa da hafif gerilim iyidir. 


O akşam orada yağmur yağıyordu. Islak kalemin ucundan dökülen de yağmur oldu. Ben o ıslaklığın takipçisiyim.


Sonra görüntüler değişti.
Günler bir iki devir daha yaşadı. Yine aynı anahtarlarla girdim kapıdan. Merdivenleri çıktım ve sola döndüm. Birkaç satırarasının ucundan izledim. Ahşap kokusu, kitapların kokusu ve dünyamın kokusu, her şey içiçeydi. Gülümsedim. Sanki o an dilimin ucundaki her şey boynuna dolandı. Başım döndü. Kelimeler döndü. Kısacık bir sıcaklık yanaklarıma dokunup kayboldu.


Akşama doğruydu. Yağmur yoktu. Dudaklarında hiçbir iz yoktu...

18 Aralık 2010 Cumartesi

Oradaydım Söylenceleri I " Tarifsiz Döngüler"

Oradaydım...

Anımsayışında gülümsemesini saklamış küçük bir kız çocuğunun dudak kenarlarında. Baktıkça büyüyen huzurun gölgesinde... Yalnızca ne kadar zamanın geçtiğini değil; nelerin geçtiğini de düşünmeden, orada olmanın bilinciyle...

Her şey bir anda gelişmiş gibi gözükmüş olsa da uzun zamandan beri, çağırdığım sesin tek sahibi sendin... Yok, hayır, düşündüğün gibi yeniden bir şeyleri yakma isteğinden değildi tüm bunlar... Yalnızca eksik kalmış birkaç cümlenin, içimde bıraktığı garip huzursuzluktu belki... Yine de onca geçmiş sığlıktan sonra, yan yana gülebilmek yaşanmışlıklarımıza, işte bu gerçek bir saygıydı, her şeye rağmen...

Yürümekte zorlanılan bir kalabalığın hemen içerisinde, ayaklarımızın bir önceki ve bir sonrakiyle sanki kendi bedenimizin bir parçasıymış gibi yakından seyrettiği arnavut kaldırımlı dar sokağın bir yerinde, büyülü bir şehir şarkısı gibi şimdi İstanbul...
O şarkıyı nasıl söylediğine bağlı olarak şarkıyı duyabilmen an meselesi... Sen de işte tam o "an" içinde rotasını değiştirmiş bir ilerleyişin karşılaştırdığı bir aralıkta karşımdaydın... Şaşırmış gözlerimdeki asıl ifadenin şaşkınlıkla çok da ilgisi yoktu aslına bakarsan... Belki biraz da biliyor olmanın rahatlığı, biraz geçmiş kalp hissiyatının verdiği eminlik, biraz da zamanın doğru işleyişi... Her şey olması gerektiği gibi...
Alkol dar sokaklar arasında, nefes alışıma kendinden bambaşka rüzgârları bırakıyor olsa da kaygısız, beklentisiz, en güzeli de sorunlarından ve sızılarından sıyrılmış bir ruhla İstanbul'u seninle yürümek keyifliydi... Orada olmak ilk defa bu kadar ben gibiydi...

Gece ağır ağır sorgusuzca kendi karanlığını terk ederken, adımlar hızlanmış ve gidilecek yerin isteksizliği belli belirsiz sorularla gökyüzüne işlenmişti. Düşüncelerin, hafif keskin bir soğukla belki de her şeyi daha sıradan ama daha katlanılabilir kılıyordu...

Oradaydım...
Hani bal rengi bir geçmişin bakışlarında...
Hani o yaz günü sarhoşluğunu özlemlerimize taşıdığımız balkonun pencere kenarında...
Ya da yol çizgilerinin umutla çerçevelendiği bekleyişlerin yol ayrımında...

Orada olmanın o tarifsiz döngüsünde...

9 Aralık 2010 Perşembe

Şüphenin Mukavemeti

"Karanlıktan korkuyorsan elimi tut" dedi. Siyah boşluğun içerisinde ufak bir yansımasına şahit olduğum ince uzun parmakların, kıvrılarak uzandığı yerde "gel, hadi" diyen isteğe doğru baktım. İçimde ne bir harekette bulunmak ne de konuşarak bir şeyleri anlatabilme gayreti vardı. Kalmamıştı. Zamanla çürüme hızlanmış, yerini korkularla dolu bir şüpheye bırakmıştı. Şüphenin mukavemeti arttıkça hiçbir iyi niyetli beklentinin de önemi kalmıyordu. Kemirme önce his üzerinde başlıyor, giderek kılcallara yerleşiyor, en nihayetinde de düşünce kapılarından vakit kaybetmeden içeri doğru sızmaya başlıyordu. Sızıntının kaynağını kurutmak için sarf edilen her türlü çaba da nihayet sonuçsuz kalıyordu.

Her şey bir yaz günün bitişiyle başlamıştı. Eylül kıvrak rüzgârlarla tenleri okşarken ve henüz ağustosun kucağından tam olarak kendini kurtaramamışken gelmişti. Kırlaşmış saçlarının yeni kesildiği belliydi. Kulaklarının arkasından yayılan parfüm kokusu önce hafızamda hiçbir iz bırakmamış, ilerleyen günlerdeyse oturduğu koltuğun bir kenarından kaldırdığım yastıktan yayılan kokuyla bir daha aklımdan çıkmamıştı.

Uzun bir süre hemen hemen her gün onunla birlikteydim. Sabahı karşılayan ilk cümleler ondan geliyor, akşam genellikle aynı saatlerde heyecanla beni arayıp "Naber?" dediğinde mutlu oluyor ama derinde bir yerlerde eksik bir tebessümle olanlarla baş etmeye çalışıyordum. İnsan bir yanında varlık, bir yanında yoklukla yaşayınca eksikliklere olan tahammül kuvveti de yol boyunca düşüyordu. Ara sıra üzüldüğümü bilmesin diye ona hiçbir şeyden bahsetmedim. Kendi mücadelemle başa çıkamadığım zamanlarda ağzımdan çıkan sitemli sözcüklerin karşısında da ağzımın payını daima geçiştirilmiş "saçmalama" cümleleriyle fazlasıyla almıştım. Onu arkasını dönmüş gidiyorken düşünmeyi hiç istemedim. Ama bir yüzü bu gerçeğe hep yakındı.

Kış mevsimi olduğundan daha da soğuk geçmişti. Her şey azalan bir hızla geçip gidiyordu. Ne eskisi kadar onu görebiliyor, sesini duyabiliyor varsa yoksa herkesin ulaşabileceği kadar yakın bir uzaklıkta kendimi avutuyordum. Bütün bunlar her şeyi biliyor olmamdan dolayı başıma geliyordu. Bazen bilmek harekete geçmeyi engelliyordu. Kıpırtısız, bir köşede öylece kalıp olanı biteni izlemek lüksünü(!) veriyordu. Belki de hayatın bellek sızılarından en can alıcı olanları da böylelikle kendi kimliğini çekinmeden bize tanıtıyordu.

Şimdi, bu gecede hayatın prospektüsünde aşırı duyarlı zaman dilimlerinin yaşandığı şu anda, elini uzatmış bir yabancının seslenişinin ne kadar uzaklardan geldiğini söylememe gerek yok sanırım.

Karanlığın içinden yükselen bu sözümona iyi niyetin hiçbir anlamı yok. Hepsi hepsi anlamsız bir yakınlaşma çabasının önsözü. Okursunuz ama asıl hikâye bir sonraki sayfada başlıyordur. O sayfayı açacak bir meraka da henüz rastlamadım. Her şey saç tellerinin ucundaki kırılmış teller gibi çıt sesinde kırılıyor. Bir daha o tel oraya kaynamayacak. Kırılmış bir saç telinden geriye kalanın sağlıklı olup olmadığı da hiçbir zaman tam anlamıyla bilinemeyecek. Çünkü insan ne de olsa kendine ait bir parçadan ortada hiçbir sebep yokken ayrılmak istemez. Ya da istese de ayrılamaz.

O eli tutmadım. Şüphenin mukavemeti de artıkça arttı. Bazı insanlar anlık isteklerini yerlerine getirmeniz için gelirler. Dünyanızı avuçlarlar. Hoşunuza gider. Kimin gitmez ki? O anda kalabiliyorsanız ne alâ, yok kalamıyorsanız da hallaç pamuğu gibi düşünceleriniz arasında atlamadan hiçbir ayrıntıyı, çevirir durursunuz.

Birbirinden farklı iki kişi. Birini ben seçmedim. Diğeri de istediği zaman geldi istediği zaman gitti. Hiçbir şey söylemedim. Bazı insanlar sebepsiz mutluluk kaynağıdır. Bir şekilde nüfuz etmişlerdir hanenize, yerleri ömürlüktür. Teslimiyetin böylesi görülmemiştir.

Özlem, her zaman olduğu gibi barın en uç köşesindeki masada oturmuştu. Votkasını yudumlarken ağır ağır çektiği sigarasının dumanları arasında gözlerinden birini kısarak çaprazda oturan bir adamı izliyordu. Her gece aynı görüntüler, değişmeyen içkiler, saf tutulan yerlerin karşı konulamayan cazipliği... Yazmaya devam etti ama sona yaklaştıkça kendisini tekrarladığını fark ediyor hep aynı hikayelerin aynı kahramanlarını bilinen bir sonla ebedileştiriyordu. Birkaç defa kahramanının elini tuttuğu da olmuştu. Oradan bir yazma yolculuğuna çıkmıştı. Fakat ilerledikçe eninde sonunda aynı anlama teslim oluyordu.

Kendi adının anlamsal döngüsünde savruluyordu hayatı. Ben onu izliyordum. O ise tüm bunları seslendirmem için beni seçmişti. Aslında benim varlığımın çok da bir önemi yoktu. Nasılsa özlem de bir gün çekip gidecekti. Ya da kendi yarattığı hikâyelerin kahramanları gibi o da teslim olacaktı günün birinde.

Her şey yeniden başa dönüyor. Bu yerlerin hepsinden geçmemiş miydim zaten ben? Neden dönüp dolaşıp buraya geliyorum? Niye yerimde sayıyormuş gibi hissediyorum? Vücuduma yayılan bu ağrıların sebebi ben miyim? Siz nasıl içeri girmiştiniz? Öyle ya kapı açıktı değil mi? Oysa yüzlerce kez kilitlediğimi hatırlıyor gibiyim. Elini uzatmıştı. Tutsa mıydım? Tutmadım. Sebepsizce sevmiştim. Sevmese miydim? Bu sokakta nasıl beklenilir?

"Ve bir gün her şey bitti... O kadar basit, o kadar kati bir şekilde bitti ki, ilk anda işin azametini anlamak benim için mümkün olmadı." Kır saçlı adam da kendine haritada uzak bir yer seçti. Bir daha göremedim.





* İtalik cümle Sabahattin Ali'nin -Kürk Mantolu Madonna- adlı kitabından alıntıdır.

5 Aralık 2010 Pazar

Oradaydım Söylenceleri I: "Yüzleşme"

Başlangıç ve son arasında bir ayırım yapılamadığında, seçim yeri gittikçe zorlaşır. Ya başa sararsın ya da son içinde kıvranır durursun. Aslında olasılıklar elbette bu kadarla sınırlı değil. Ya sen belirlersin ikili bir seçimsizlik içerisinde yitip gitmeyi ya da zaman, sana, istesen de istemesen de birkaç seçeneği daha sunuverir. Alışverişlerin bu denli sıkıcı olabileceği bir başkalaşım, aşk içinde bağcıkları birbirine dolanmış bir dolaşım, toplamda kalbe zarar bir kaç titreşim...


Oradaydım...
Elbette senli birkaç duygunun ve aynı zamanda sensizliği anlatma çabası içerisinde...

İnsan ne de çok haykırıyor canı yandığında. Sanki koskocaman bir dağ oluveriyor sözcüklere yansıttığı cümleleri... Anlamsız bir güç pompalanıyor gözlere ve bir aşkın elde kalanlarını da ardına alıp yola devam ediyor.
Hangi yola?
İşte burada başlıyor bütün geç kalmışlıklar, yarım bırakılmış anlar, uykuya dalmadan önce sağ tarafından sol omza doğru uzanan bir kolu reddetme isteği, yanyana izlenemeyecek filmlerin bilgisayarın deposunda anlamsız bekleyişi, kanepe üstündeki cilveleşmeler, kahvaltı masasındaki keyifler...
Ard arda sıralanabilecek öyle çok anı var ki. Birini yazmasam diğeri gelip aklımın en rahatsız edici köşesine kuruluveriyor ve sonra gün ve gece boyunca, onunla uğraşıp duruyorum. Bazen hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor bu ses. Oysa sessizlik değil miydi çığırından çıkan? Hoş bu defa ben, ses içindeki sese tahammülsüzlükten kanattım kalbimdeki bekleyen yarayı...
Aylardır namlunun ucunda dışarı çıkmayı bekleyen kurşun misali, ben de o tetiği çekip çekmemekteki kararsızlığımla boğuştum. Henüz şekillenmemiş bir şeylerin kararını vermek hiç de kolay olmuyor... Sonrasında insanın eline yüzüne bulaşıyor tam anlamıyla temizlenemeyenler...

Oradaydım...
Hani, 'bu gece gitme, burada kal' deyişinin boynumu büken yanında... İçimi sızlatan tınısında... Ayağımın altında bastığım yerin olmadığını hissettiğim her anda. Baharın o mis kokulu tazeliğini sen olmadan yürümek zorunda kaldığım, seni bıraktığım o evde. Kim bilir hangi çıkmazın çıkar yollarını aramaya başlamak için cesaret bulacağımı düşündüğüm, o kendime dair birkaç ipucunun etrafında. Geçerli korkularla yüzleşmenin, geçersiz bir korkuya yenik düşmekten daha az acıya karşılık geleceğini umduğum, yerini yaptığım, ara sıra kuşkuya düşsem de başa çıkabileceğimi kendimi inandırdığım o masum vedada, gözlerinin içindeydim...

Birazdan ufak bir yolculuğa doğru adımlarımı bırakıp müziğin o eşsiz sevdasında, dans eden bir kadını canlandıracağım. Bu defa İstanbul benim parmak uçlarımda uyuyacak...
Ne tuhaf ve ne benzer hayatlardan geçiyoruz.
Devirsiz günler...
Devreden sadece yalnız başıma kendime söylediğim şarkılar...

Oradaydım...
Sesinin kabullenmişliği anlatan isteksizliğinde...
Şaşkınlığında...

1 Aralık 2010 Çarşamba

Sürprizli Bir Kış Karşılasın

Apar topar bir şeyler aradım kendime. Okumak için. Hali hazırda devam ettiğim kitabın haricinde başka bir ses, belki bir şiir, ne bileyim ama bir şey işte!

Kitap okurken bazı takıntılarım var. Meselâ çok önemli bir durum olmadığı müddetçe bölüm arası gelmeden bırakmam. Bölüm arası olmayan kitaplarda da uygun bir yer buluyorum kendime. İlginç ama gülümseten takıntılar bunlar. Yazarken bile az önce bunları yazmak için yattığım yerden doğrulabilmek için elimdeki kitabın çaktırmadan bölüm arası nerede diye baktım. Olacak iş mi? Hay Allah, oluyor işte!

Hepimizin başucunda biriktirdiği kelimeleri vardır. Benim de kullandığım belirgin kelimeler illa ki var. Hatta onların arasında birkaçı var ki değmeyin keyfimize. Zaman zaman başıma olmadık işler bile açıyorlar. Tutamıyorum kendimi, dalıveriyorlar onlar da sektirmeden yaşamın içine, en çok beslendikleri yere.

Saate baktım. Geçen yaz haziran ayının birinde bir yazı yazmışım. Bir temenni yazısı. Başlığı gördüm ama yazdıklarıma bakmadan aklıma düşen yeni yeni yeni bir dize okuma güdüsüyle, Cemal Süreya'nın şiir kitabını elime aldım. Hokus pokus bir şiir seçtim. Sayfaları kardım yani. Rüzgârda uçuşurmuşçasına onlar kayıp giderken parmaklarımın arasında, bir sayfada durdurdum. Hah, bunun adı işte hokus pokus. Hangimiz şarkılardan fal tutmadık ki? Hâlâ da yaparım. Önceleri canımı sıkardı; şimdilerdeyse bu da arada sırada arkadaş sohbetlerinde araya kaynayan, konuşmayı kaynatan bir oyun aracı haline geldi. Şarkıyla başlayan muhabbet içeriğini genişletiyor da genişletiyor. Öyle ki bazen " buraya nereden geldik ki biz?" dedirtecek kadar.

Bana da Cemal Süreya'dan payıma şu düştü:

"Kısa Türkiye Tarihi ve Ortadoğu" Sevda Sözleri kitabından iki bölüm başlığı. Şiirleri okumak için bir sonraki sayfayı çevirmek gerekiyor yani. Olmaz dedim. Bu sayılmaz. İlle de şiir göreceğim.
Üçüncü denemem başarılıydı. "Dört Mevsim" adlı şiiri çıktı. Okudum. Sonra beni bu yazıyı yazmama iten sebebi düşündüm.

Söylemeyi unuttum. Yaz başında yazdığım yazının adı: "Yaza ve Hayata Temenniler" idi. Bugün 1 Aralık. Sözümona kış mevsiminin ilk günü. Dışarıda bahar akşamlarından kalma bir hava. En azından önceleri mayıs sonlarında böyle havalar olurdu. Sonbahar bile bir tuhaftı bu yıl. Mevsimler içiçe geçti ya da aralarından birkaçı istifa etti. Ne olursa olsun tabiat ana karşımıza nasıl çıkacak diye merak eder oldum. Biraz ürkmüyor da değilim açıkçası.


"...
Kış mezarına gömsünler sizi
Sokaklar gibi buluştunuzdu
Çarşılar gibi seviştinizdi
Kış mezarına gömsünler sizi"

Bu da mevsimin anlam ve önemini göz önünde bulundurarak şiirden yaptığım kısa bir alıntı. O yazıya az önce dönüp baktım. Babamın bana attığı maili yazmışım. Sigarayı bırakmam üzerine bol temennili birkaç cümle. İlginçtir ama ben de son zamanlarda sigarayı azaltmak üzerine cümleler kurup duruyorum. Kim bilir bu kış yazdan kalma bazı şeyleri gerçekleştirmenin tam da sırasıdır.
Sigara konusunu bir kenara bıraktım elbette.

Diyeceğim odur ki bu kış şöyle güzel bir kar yağsın. Halbuki karı sevmem. Şehir hayatını felç eder. Güzelim beyaz simsiyah bir kötülüğe bürünür. Ama doğanın içinde bir yerdeyseniz de enfes kareler düşürür hayallerinize. Sanki kışın hüznü sonbahara göre daha fazla.

Eylül kızıyım ve bildim bileli içimin bir köşesinde bu isim kendini saklar durur bir şeylerden. Ne olduğuyla bugüne kadar ilgilenmedim. Eylül dedim, eylül iyidir.

Şimdi bol filmli, patlamış mısırlı, içinde güzel dost sohbetlerini barından sürprizli bir kış karşılasın hepimizi. Hem bir düşünsenize, şöyle tarçınlı mis gibi bir salep içmeyeli ne kadar oldu?

Kış gelsin, mevsimler de artık bir yörüngeye girsin...



İsteyen için o yazı: http://kalabalikodalarda.blogspot.com/2010/06/yaza-ve-hayata-temenniler.html

30 Kasım 2010 Salı

Oysa Bir Zamanlar Vardın "Mektup Öyküleri" - 7 -

İşten ayrılmanız, bana yazamamanız, baharın gelişi, üzerinize çöken bıkkınlık, yorgunluk, bezginlik hayatın sonu değil! En güzel sözü zaten kendine söylemişsin.“Bu da geçecek...” Bana da söz bırakmamışsın ki ne yazayım şimdi ben sana. En iyisi biraz düşünmek.

Şimdi, bu kızın derdi var, sebebi ne olursa olsun ben gerçek bir dost isem düpedüz yazmalıyım, kıvırmak yok. Öyle şeyler söylemelisin ki yanında hissetmeli dost omzunu. Bu da yürekten konuşmakla olur. Bu arada dilerse biraz da ağlasın, bu kötü bir şey değil ki. Hadi yokla yüreğini, karıştır biraz. Muhakkak sadece dostlara ayrılmış bir şeyler vardır. (bunlar benim iç konuşmalarım, sen duymadın...)

Sıkıldığımda bıyıklarımı yolarım ben. Sanırım hanımlar da saçlarıyla oynar. Bunun onları rahatlattığını duyarım hep! Şaka kaldıracak hâlin var mı şu anda bilmiyorum ama, yazacağım yine de. Meselâ diyorum, saçlarını turuncuya boyatsan... Neyse, soğuk nevale gibi bir şeydi söylendi geçti, üzerinde durma. Sahi, doğum günün ne zaman bilmiyorum. Gel bugün doğum günün olsun, ben de kutlamış olayım yürekten. Bugün hiç yolun düşmeyeceği halde, Karanfil Sokağa git. Kendine bir hediye al, baharları güzeldir Ankara’nın. Meselâ, azıcık bahar! İstanbul’da nisan lâle ayıdır, sonuna doğru erguvanlar açar, meselâ, üzerindeki hüzün elbisen, bugün erguvan renginde olsun.

Seni İstanbul’a getirecek Sivas trenini göndereli epey oldu. Soruyorum her gün Haydarpaşa Gar’ına, Ankara’da takılıp kaldı galiba.

Hoşça kal hüzün...




27 Kasım 2010 Cumartesi

Oradaydım Söylenceleri I: " Galata "

Haliç'in kirpikleri ağarmıştı ve aklım, bir önceki günden kalma boşlukları dolduruyordu. Kısa sürmüştü her şeyi geride bırakmak ve hiç düşünemeyeceğim kadar da sancılı. İnsan korumaya aldığında gidenleri, geride kalanı umursamayı unutuyor çoğu zaman. Aynadaki yüz tanınmaz hale geliyor, saçlar her zamankinden daha dağınık bırakılıyor ve geceleri yastığa sanki baş değil de bütün o geçen zamanların birikmiş sözlerini koyuyor... An geliyor, dizelerine sardığı, dizlerinde uyuduğu sevdasından çok uzakta, hani o Tanrı ile baş başa kalınan içte dar dışta geniş zamanlarda, avunmaya çalışılıyor elde kalanlarla.

Oradaydım…
Omzuma dokunan rüzgârın tenimi titrettiği ve cümlelerinin akışını ruhumda hissetmeye çalıştığım yerde… “Ruhum” derken, ruhundan ayrılan o noktada… Sende, bende, geride bırakılan her şey ve her yerde… Mevsimin iniş çıkışlarını bıraktığım gibi o Perşembe gecesinde.
Delik deşik birkaç anlam, geceye doladığım kahkahalarım ve elbette gidişinin henüz resmiyet kazanmamış dokunaklı uyku araları… Plastik sürahiden kalbine dokunacağını umduğum iştahlı su geçişleri…
Herkes akıl üretirken, aklımın herkesten uzak bir coğrafyada doğrultmaya çalıştığı o yerde, bir gece travmasında, inleyen bir yüreğin defalarca süzgeçten geçirdiği acıların tam ortasında, bir kez daha kendimle başbaşaydım…

Oradaydım…
Ellerinin ilk defa ellerimle kenetlendiği, “seni çok seviyorumu” oluşturan kelimelerin, üzgünlüğünün yanında saklı durduğu ve tüm bunları söylerken, birkaç günlük mahmurluğu arkanda bırakmayı istediğin o yerde, dudaklarının belki de ilk defa zorlanmadığı bir rahatlıkta, kollarının arasında Galata’ya bakarken, seninle, o ıslak bankın üzerinde…
Şimdi onca suskunluğun yerle bir olmuşken, aramızda bir tahterevalli varmışçasına ve biz çocukluğumuzdaki gibi masumca birbirimizin gözlerine bakıyorken aklımı koyveriyorum İstanbul’un zamana aldırmayan günlerine.

Oradaydık, çünkü orada olmanın değerini ikimizden başkası bilmiyordu. Kolayca ithaf edilemeyecek bazı başlıkların onarılmaz sızısını duymasaydın içinde, yine gelir miydin yarınıma bilmiyorum ama bugünümün takvimine koca bir çentik atmayı ihmal etmeden, doyasıya yaşıyorum burada…

İstanbul’u gece yarılarında ayakuçlarında taşıyan adam! Bir devri başka bir devirle kapatabilirsin belki ama bir aşkı kapıyı çekmekle kapatamazsın. Çünkü sen giderken, o kapının ardında kalan bir kadın değildir. Bir kadına yaşarken kattıklarındır ve hiçbir gidiş, ne beni ne de bir başkasını eksiltebilecek güce sahiptir.
Oradaysan, hani seni bana getiren duygunun içinde. Hani bir yokluğu kendi varlığınla çoğaltamadığın zaman diliminde. Uyku öncesi yastık üstü düşüncelerde…
Bu defa orada kal ve sımsıkı sarıl…

Oradaydım… Orada olmanın bütün dirençliliğini dudaklarımda tutarak ve saklayarak…

26 Kasım 2010 Cuma

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XXV-

Sessizlik çoğaldığında başlar kelimelerin yalnızlığı. 'Bir gece daha' der ve beklersin. Önce 'biz'ler terk eder sahneyi sonra sesler. Kilitli kapılar ardına kadar kapalıdır ve o kilitleri açmak için bir daha asla aynı sebebin olmayacaktır.

" Bekliyordum, hani zaman kadranında durmayacakmış gibi hızla çarpar ya kalbinde. Gün, usulca yorgunluğunu terk etmeye başlar bedeninden. Özlemin son bulacaktır gözlerine değdiğinde. Başın oracıkta bir yerde kıvrılacaktır tenine."

Fısıltılarla devam eder yaşadığınızı sandığın, en azından öyle olmasını umut ettiğin. Bir göz hareketine sıkıştırılır bütün o seslendirilmemiş cümleler. Kalbin hapsolur o bakışların içinde bir yerde. Giderek eksilirsin ve aşk, kapı eşiğinden istemeye istemeye kendini yokluğa bırakır.

" Uğultular dinmiyor, uykunun dili ağır. Yastığın sınır çizgisinde tren yolunun ayrılan yerleri. Sanki her nefes alışında gidiyorsun uzaklara."

Sayfalar hep doluydu. Yazmak, alışkanlıktan öte bir şeydi. Harflerin yanyana kurduğu ve yine harflerin yanyana yıktığı sayısız kelimeden geriye ne kaldı? Ve bir gecenin daha boynu bükük kalsa, gündüz sapasağlam doğrulur mu?

" İncelikler... Hassastır oysa bir kadının susmaya alıştığı zamanlarda yüreği. İçindeki koridorlarda bulmaya çalışıyordur yine bir şeyleri. Durmadan yağmur yağar elmacık kemiklerine, ıslanır. Yürümek ister dokuna dokuna. Tanımak, keşfetmek. Nedenleri bulmak ister. İşte orada başlar o en çok gözardı ettiğiyle karşı karşıya gelişi. Aynaya bakar ve gözlerinin ardında çığ gibi artan bulutların sahibiyle belki kısa belki uzun bir konuşma yapar. Orada başlayan savaşla yüzyüze gelmeyi istemese de onu durduracak zaman artık çok geride kalmıştır. Ya makyajının akmasına izin verecek ya da yeniden makyaj yapacaktır. Ve karar er ya da geç verilmelidir.

Lacivert bir esmerliği ve belki biraz senli sözleri giyinmiştim. Hiç çalmayacak bir kapı için tetikte beklemek anlamsızdı. O gece de diğer geceler de olduğu gibi gelmeyeceğini biliyordum. Geleceksin diye ufak da olsa bir umutla uzandım kanepeye. Senin saatlerindi. Yok olacağım diyeceğin saatler yani. Telefon sesiyle irkildiğimi ve sonrasında ardıma bile bakmadan yatak odasına doğru koştuğumu hatırlıyorum.
Sabah uyandığımda yanımda değildin.

Üzgünüm sevgilim, yarın bugünkü kadar güzel olamayacağım.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Öyle Değil Mi?

Gösterişsiz ve itinasız adımlarla yola koyulduğumu anımsıyorum. Koskocaman bir yorgunluğun sızlanmalarını ötelerde bir yerde tutacak değildim. Yorulmuştum. Bazen, hani o unutulmuş anlardan bir sahneyi yaşamak ister ya insan, gözünü kapatıp bilinmez bir yolculuğun biletiyle yola çıkar. İsimlerini duymuştur gideceği yerlerin ama oraya dair, yani aslında oranın havasına ve dokusuna dair hiçbir şey bilmiyordur. İşte bu gizliden gizliye cezbeder ya... Kim bilir iklimi dedikleri gibi midir yoksa aniden, beklenmedik sürprizleri de yaşatabilme ihtimalini düşünmek mi gerekir, bilinmez. Aslıastarı özensiz birkaç kıyafet seçimi, bir iki ufak ayrıntı yaşamanızı sağlayacak; alır ve gidersiniz. Saçlarınız yol boyunca gökyüzündeki esintilerle birlikte dolaşır durur. Bambaşka kimyaları tadar. O an siz de değişir ve o görüntüsü olmayan kıvılcımların içine huzurlu bir şekilde salıverirsiniz kendini. Sanki dünyanın gerçekten dönüyor olduğunu hissediyormuşsunuz gibi bir duygu gelip sarılıverir boynunuza. 


Koynunuz size kalan dinginlikte ne güzeldir öyle değil mi? Sıcak bir odanın içerisinde kahkahalarla geceyi karşılamak gibi... 


Bazen de yapay bir dünya kurulur. Kimlikler fırlatılır oranıza, buranıza. Şaşkın şaşkın etrafı izlemeye başlarsınız bir süre. Olan bitenin bu kadar hızla değişime uğraması şaşırtır sizi. Oysa uzun tutulan sohbetler, iyi niyetli karşı tarafı düşünen davranışlar, sakinlik içinde tatlı tatlı yayılan hafif panik, daha az önce sizi eğlendirmişti. Ama yok, burada sahne çabuk değişmez. Kostümlerdir değişime uğrayan. Sanki ilk defa bir elbiseyi giymek işe yaramamış, beğendiğinizi sandığınız elbise üzerinizde durmamış ya da daha kötüsü, o elbiseyi sırf üzerinizde görmek için giymiş olma ihtimalinizin gittikçe kanınızda ağırlaşmaya başlaması sizi tedirginleştirmeye başlar. Daha kötüsü, olmamış gibi kabul edersiniz. Çünkü tedirginlik bir nebze bile olsa umursamayı barındırır içerisinde. 


Tedirginlik yayılmasını istemediğiniz bir duygudur öyle değil mi?  Soğuk bir 'insan olma sorgusu' içinde sahte gözyaşlarıyla sabahı uğurlamak gibi...


Öyle veya böyle...















17 Kasım 2010 Çarşamba

Kelimelere Resmedilen Yazgı

"Her zaman alıntıların kaybedişe götüren olduğunu düşündüğüm için kendi cevapsızlığımda sızlanırım ama bugün senin suskunluğunun kıyılarına vurdum sanırım."

Yarım bırakılmış hikâyelerin bütün o huzursuz geceleri gibi yorgunluğunla kuşatılmış odanın, kimi solgun renkleri arasında sızlanıyor yine yalnızlığın.
Soğuk bir deniz suyu ya da yağmurun birdenbire farkındalıkta yarattığı herhangi bir ânı kıl payı, günü geçirmek maksadıyla kullanmak, kimi zaman en kolayıdır. Ama kelimelerle resmedilen yazgının anahtarları nedense bir türlü işlerlik kazanmayı bilmez. Böyle zamanla
rda küçük bir neşter darbesi yeter de artar bile.


Önce, küçük, hani o pek nerede oldukları anlaşılamayan kılcal damarlarını aramaya koyulursun. Üzerinde gezip dolaştığın yerler sana tanıdık bile gelse, vaktinde uzlaşmadığın onca şey yüzünden sanki bir ilk karşılaşma anında olduğu gibi yalpalarsın. Beynini kemiren sorular etrafında, o kılcallara giden yolu bulmaya çalışırsın. Sorularının muhatabı olabilecek ikinci bir kişi yoktur. En çok da canını bu sıkar ya! Kendi sesinin içinde bir yerlerde yine kendi sessizliğinle boğulmak... Tatminsiz her cevap verme denemesi, her gün karşılaştığın bedenin giderek bir yanılsamaya dönüşmüş olması ve bildiğini sandığın aynadaki karşılığının koca bir hiçle yüz yüze gelmiş olma sancısı yerle bir eder. Yıkıntılarının arasından bakmanın ne kadar zor olduğunu anlarsın. Belini büken, seni hareketsizliğe götüren çaresizliğin değildir. Orada, o küçük kılcalları bulma yolunda karşılaştığın ve seni ihmale sürükleyen her şeydir. Sensindir! Bütün yanlış hesaplamaları kabullenmeni sağlayıp ölü saatlerde kapının hemen önünde uyumasına izin verdiğin kaçışlarındır. Bütünüyle uzak ve yabancısındır "sen" tanımlamalarına. 


Ama önce neşter darbesinin verebileceği acıyı benimsemelisin. Yoksa biliyorsun ki o darbeyi ömrün boyunca vurmayacağın gibi sana kendini hatırlatmaya çalışan her şeyi de usul usul belki de tüm şiddetinle uzaklaştırmak için çirkinleşeceksin. Sonra gerçekten o yol üzerinde ilerleyebilirsin. Yani bir gerçeğin olmalı. Varlığından bütünüyle emin olduğun, sayıklamalarına tenezzül etmemiş bir gerçek.


Sokakların uzayan kaldırımları üzerinde yürüyorsun. Belleğine kazınmış fotoğrafları silmek neredeyse imkânsız. Hepsini birer zafer nişanıymışçasına üzerinde taşıyorsun. Zafer kimlerle, ne kadar, ne içtiğini unutursan yıkıcı bir sarhoşluktur. Oysa sen sarhoş olamayacak kadar ayık tutuyorsun aklını. Fazladan birkaç alkol damlası, her güne yaydığın düşünce parantezlerinin içerisinde dikkate alınmayacak kadar değersiz, etkisini yitirmiş... Hepsi hepsi biraz oyalanma seninkisi. O pis gülümsemelerden birisi içinde saklanmıyor mu sanıyorsun? Hani varlığından haberdar olmalarını istediklerinin bunu büyük bir gösterişle yaptığın anlarda seni gelip bulduklarında, yani karşılığını bulunca o sözlerinin, içinden püsküren ama yüzünün ateş hattı gibi görünen sınırlarında fark edilmesi neredeyse mümkün olmayan o gülümsemeden. Yok mu o dokunulması çok güçmüş gibi gösterilip aslında onca zahmete girmenin anlamsız olduğu sahte sarhoşluktan? Elbette var. Neden gidip kırmıyorsun geçmişinden gelen o bakışları? Neden şimdinin azabında onlarca bakışı kurban ediyorsun vazgeçtiklerine?


Zordur. Bir defa anlamlı bir dağarcıktan geçirmişsen kelimelerin bağcıklarını, onları yeniden derleyip toparlamak ve istediğin gibi bir sıraya dizmek hiç de kolay değildir. Bilincin bir darağacı ve sen de bu darağacının gövdesisin. Gövdene zarar vermediğini düşündükçe ve yaraladıkça başka bedenleri, kurtulacağını sanıyorsun. Belki de sen bildiklerinle örtüşmeyeni arıyorsun. Karmaşanın içerisinde bahsettiğim ince, küçük kılcalları bulmayı çalışırken koşar adım kendinden uzaklaşıyorsun. O herkesin bildiği aynanın karşısında duran adamı hiç tanımayacaksın!


İşte bu yüzden gitgide kelimelerle resmedilen yazgının anahtarları sana tanıdık gelmemeye başlıyor. Hiç bilmediğin, ne işe yaracağını anlamlandıramadığın bir anahtarın, bütünüyle kendisine yabancılaşmış bir parçanın işlerliği de olmaz. Kendi içinden sırf başkaları için yaptığın yanılsaması bol alıntıların girdabında çevirir durursun anahtarı. Yabancı bir delikte hiç bilmediğin bir anahtarı çevirip durmak ne kadar da anlamsızdır. Nerede uyanacağını bilmeksizin kendini, bir deliğin boşluğuna öylece bırakıvermek... Oysa böyle zamanlarda bir neşter darbesi yeter de artar bile!

"Her zaman alıntıların kaybedişe götüren olduğunu düşündüğüm için kendi cevapsızlığımda sızlanırım. Ben alıntıların yabancısıyım."

11 Kasım 2010 Perşembe

Oradaydım Söylenceleri I: " Yaz Kırgınlıkları "

Başlarken her şeyin bir nedeni var kendi içinde, her ne kadar nedensiz yanlarını tercih etmeyi istese de insan. Zamanın duygu yüklü bir kadranı yok. O ses her defasında kulakları tırmalarcasına bir şeylerin geçip gittiğini anlatıp duracak. Hatta oradayken çığlık çığlığa çerçevelenmiş ayrılığın da günün birinde geçip gidebileceğini duyuracak...


Yazın gölgesi en çok ne zaman düşer yüreğin adımlarına?
Huzursuz bir beklentinin, ruhu darmadağın eden düşüncesi ilk hangi yol ayrımında terk edip gider? Geçmişin pembe vadileri arasında bırakılmış yalnızlığın elinden, ilk kim tutar? Şimdilerde orada oluşa dair çok şey biriktiriliyor satırlarda. En büyük haykırıştır kelimelerin avuçlarına bırakılmış gizli seslenişler. Bir tek içinden içine açılır sandığın yollar, bir zamanların bakışına öyle bir açar ki kendini, o an düşerken bile yalnız değilsindir aslında. Elinden tutmasa da düşlerinde seni tutacak biri mutlaka vardır.  Demiştim: "Bir tek ben bileceğim bu hikâyenin sonunu, sadece ben anlatacağım sende bıraktıklarımı".

Oradaydım, iğne yapraklı ağaçların gölgesinin birinde. Gül kokusu henüz bulaşmıştı ellerime ve sen en korunaklı yerine doğru yürüyordun tahmin edemeyeceğin bir şekilde. Belki de hiç birimiz tahmin edemedik! İlk defa bu denli keskin karşı karşıya geldik. O adresi biliyordum. Zor bir dönemecin ertesinde, her sabah seninle uyanacağımın düşüncesiyle geleceğim, o yeri. Perdelerine sinen sigara dumanını ilk ben temizleyecek, geceleri bin bir mızmızlıkla yaptırdığım bütün o kahveleri sana, ben yapacaktım... Kelimelerdeki hataları hiçbir şey olmamış gibi ayıklayacak ve seninle o malum kurguları tartışacaktım yaşarken yüz yüze gelmek zorunda kaldığımız. Bazen, daha fazlasını beklerken en olmadık şeylere yenilebiliyor insan. Bekledikçe olgunlaşan umutlar, yine bekledikçe en büyük yaraları alabiliyor. Beklentiler bizi yerle bir ediyor...

Şimdi sana sadece bir tek şey sormak istiyorum: " Neyin cevabını bulamadık?"

Oradaydım... Hani soğuk bir kış gününde battaniyeye sarılıp filmler izlediğimiz sonra da doyasıya uyuduğumuz o yerde... Özlemek değil de özümsemek belki de tüm bunlar. Bütün yalınlığıyla koca bir geçmişi en ufak ayrıntısı kalmadan yürekten alıp akla işlemek...

Yarına ne kadar az kaldı değil mi?

10 Kasım 2010 Çarşamba

Gerçeğin Alt Yazısı

"Bazen sayamıyorsun. Göz kapaklarının hemen altında kıvranan bekleyişler, her geçen gün daha da çoğalan bir hızla uykuya dönüşmeye başlıyor. Sonra, geçmişin kahkahaları arasında yitiriliyor birbirimize dokunmak için çırpındığımız sayılı günler..."

Masanın hemen ortasında kitabın sayfaları arasından çıkarmaya çalışıyorum tanıdık birkaç cümleyi. Geride kalan gün sayısı katlandıkça sen de benim gibi özlemişsindir diye bir şeyleri, okuduklarının arasına kıvrılan sessiz bir noktalama işareti olmayı istiyorum. Kalemin ucuyla karışık bir düzende bildiğim bütün işaretleri çiziyorum. Saatler geçiyor, beyaz sayfaların yerini uğultulu bir karanlık almaya başlıyor. Fazlası yok. Hepsi hepsi birkaç çizginin etrafında dolanıp duruyorum. Soru işaretlerini ne çok seviyor bu hayat. Her şeyde bir nokta var. Yani hemen hemen. Tırnak içine alsam biriktirdiklerimi, sıkışıp kalıyor teninde bir yerde. O tırnak kapanacak, kapanmalı. Nokta koymadan yapamıyorsun. Sanki iştahlı bir boğazın doyuma ulaşması için var gücüyle çalışıyor "nokta". Bak gördün mü rahat bırakmayacak bizi, sen de biliyorsun. Gerçeklerin alt çizgili bir anlatımı yok ne yazık ki! Er ya da geç kurulu düzen içinde yerini alacaklar. Tıpkı noktalı virgülün bir zaman bize kattığı o şehvetli neşe gibi... Bir cümleyi ne kadar uzatabilirsin ki? Bütün o duraklardan kaçsan, uzun uzun birbirine bağlasan duyguları, dönmek zamanı geldiğinde bugüne, her şey o son harfin sonrasında geride kalan izle son buluyor.

Israrla bir mucizenin peşinden koşsak da bütün ekler kendini bilmez bir savaşın içerisinde ele geçiriyor o şehveti. Hızlı bir çekimde yaşananlar yavaş yavaş bütün o kareleri donduruyor. Ömür boyu tutamazsın ki eline aldığın bir şeyi. Koyacaksın. Neresi olduğu önemli değil ama bir eylemle şekillenen her şey yine bir diğer eylemle örtünmek zorunda...
Karşı komşunun her gün aynı saatlerde başlayan kavgaları, gecenin ilerleyen saatlerinde bitecek. Kadehine doldurduğun şarap yudum yudum azalacak. Büyük şehrin yorgunluk travmasıyla baş etmek için koşa koşa geldiğin evindeki yatağın, bacaklarında biriken sızıları alıp götürecek... Sen ve ben örtünmeye başladığımızda, parmak uçlarımızda bulduğumuz sonbahar mevsiminin yerini kimliğini kaybetmiş bir kış devralacak. Sıkışıp kalacağız kendi köşelerimizin birbirinden habersiz yalnızlıklarında. Yalnız olmadığımızı anımsatacak bir dönem okuduğumuz kitaplar, yazdığımız yazılar, izlediğimiz filmler, konuştuğumuz arkadaşlar. Kısa süreli bir aldanışa meyledeceğiz sırtımızda günden kalan ağrıların asla unutmaya izin vermeyen sancılarıyla.

"An geliyor, kilitli kapılar arkasında bırakılan alelacele söylenmiş sözleri açıp bir daha duymak istiyor insan. Bir süre, kendi kendine biçtiğin zamanın nerede sonlanacağına karar vermekte zorlanıyor. Olanı biteni bilse de yine de gerçeğin kendine özgü bir alt yazısı olsun istiyor. Ama kendi koyduğu zamanın soğuğunda her şeyin kaybolup gittiğini anlayınca, süreksiz sert sessiz bir kelimede kalakalıyor. Kaçtıkça, peşinden ses gelmiyor. Genel geçer cümleler yerle bir oluyor..."

Hep aynı güne denk geliyor tarifsiz bir duyguya yenilip de seni uzun sessizliklerin arkasına bırakışım. Salı günlerinin derinde bir yerde bıraktığı anlamın peşinden gidiyorum. Henüz bilmiyorum. Düşüncelerimin bugün için kestiği bir bilet yok. Ama her şeye rağmen yola çıkıyorum ve sonrasında da -ilk mola yerinde- başladığım yeri unutup paniğe kapılıyorum. Duyguların samimiyeti canıma okuyor. Onlarla baş etmek neredeyse imkânsız.  İçimde büyümeye başladıkça, bir zamanlar daha onlar çok küçükken, yanıma alıp geçtiğim her yerde onları beslediğimi unutuyorum. Bazen unutkanlıkların çepeçevre sarmaladığı bir anda beklenmedik anımsatmalar olur ya nereden geldiğini çözmekte zorlandığınız, işte onlar da ilk mola yerinde sanki ufacık bir aralıktan sızmak için bekliyorlarmışçasına gelip yerleşiveriyorlar içime. Sigaranın dumanını derin derin içinize çekip geri kalanını dışarıya bırakmak gibi... Yapabildiğiniz ölçüde içeride bir yerlerde o duman hep kalır. Sanki dehlizinizin koridorlarında uygun anı kollayan öksürük gibidirler. O duman bir daha asla çıkmaz ama adı değişmiş bir belirtinin de içine siz fark etmeden sızarlar. Fark etmezsiniz çünkü sıradan bir şeydir artık o sizin için. Sıradanlıktan sıyrıldığınız zaman başlar tanımlamalar.

Doğrusu ben de yadırgıyorum böyle anları. Her şey bir anda toparlanıveriyor oysa tam da yeni yeni alışmışken sözün gelişi bir dağınıklığa... Talihsiz bir sabahın, belki de bir Salı gününün peşinden bölünmeye başlıyor her şey.

Ben o sessizliği şimdi gördüm.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Zifiri Karanlık

Sahipsiz bir renkti bizi yalnızlığımıza götüren. Derinlerden yansıyan kâğıt geminin kırışmış sayfalarında, korkularımızın renklerini gördük. Ayağı takılıp yere düşen palyaçolar gibi güldürüyorduk zifiri karanlığı.

Azaldık, azdık gündüzlerde...

Renklere bulanmış bedenimizdi, bizi yalnızlığa götüren. Sığ sessizliklerden geceye akor basan yüreğimizin acı çığlıklarını duyduk.

Çoğaldık, çoktuk.
Azaldık, azdık.
Ama yine de hep güldürdük zifiri karanlığı.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Kavisler ve Döngü

Bazı yankıların hiç beklemediğim bir anda, beni neden bu denli sarıp sarmaladığı çoğu zaman aklımdadır. İçimde taşıdığım uzun yolları tanıyor olmasının sersemliğini, aldatmacasını, gerçek olabilme ihtimalini düşünür dururum. Bir iki mızmız kelimedir derim harflerine söz geçirememiş, geçer giderim. Ben gittikçe çoğalır uğultular. Kendi içlerinde kavisler çizerek döner durur cümleler. Baş etmek için bir nedenin elbette vardır geçmiş takvim yapraklarına küçük notlarla birgün anımsarım diye bıraktığın sessizliklerle. 
Belki kızılca kıyamet bağırsa, gökdelenleri devirse gözlerindeki şiddet, rahatlayacaksındır. Oysa en kötüsüdür, en bıçkın kabulleniştir öfke damarlarının bedeninde dolaştığını görüp de bir ufak sesin çıkmayışı... Ses çıkmasına çıkmaz ama katlanamazsın da o yüksek sesli sessizliğe. Çıkagelmiştir bir defa o uğultular. Yastığın bir kenarından diğerine bastırılan yüzün her bir tarafında kendi izlerini taşır geçmiş. Ten susar ve gözyaşların hiç zorlanmadan bulur kendi yolunu. 


Bilinmeyen yokluklar varlığına hükmedercesine karşındadır. Ya küçük bir çocuksundur henüz boyu uzamamış ya da ergenlikten yeni çıkmış bir genç şaşkınlığındasındır. Kâğıttan bir sahne değildir ki buruşturup atasın. Olmaz. Yapamazsın. Gidermez hiçbir şey dokunduğun tenlerin makyajı yüzüne gözüne bulaşmış ayrılıklarını. Sonra bir daha yazarsın. Tükenmek bilmeyen bir küsüp gitmenin koynunda, dolanır durursun en hain uykuların göğsünde. Birkaç saate sığdırılmış, geçmiş zamandan kopartılmış eklerini biçer; şimdiki zamana karışıp giden adımlarını, geniş zamanla beklersin. 


İlginçtir yine de hayat. Kaç kez koparıp attığın, üstesinden hangi aralıklarla geldiğin, kimlerden medet umduğun, bir dönem sözlüğüne sıkça eklediğin kelimelerin neler olduğu, an gelir hükmünü kaybeder. Bir sabah uyandığında, yarım kalmış bir sohbetin soru işaretleriyle doldurulmuş parantezlerini de kapatırsın. Dizi oyuncusunun o sahnede neden kırmızı elbise giymediği için senaristine tepki gösterdiğinin hikâyesini, soğuk bir kış günü yatağın sağ tarafından dinlediğin andan kurtulursun. Kimse bilmez bahsettiklerinin ne olduğunu. Okunup geçilecek her cümle, bir önceki dağınıklığı toparlayamadan, hiç tanımadığın insanların hiçbir şeye anlam verememiş bakışları arasında yitip gidecektir.


Bazı yankıların, üzerinden çok zaman geçse bile, beni neden bu denli karmaşık konuları anlatmaya zorladığını merak ederim. İçimden koparıp atmak istediğim bu birbirinden uzak bağların kendi arasındaki yakınlığının ilk bakışta tahammül edilemez gibi görünen çekiciliğini, tutarsızlığını, gerçeğe yakın keskinliğini kurcalar dururum. Bir iki baştan savılacak düşüncedir derim duygularına yenik düşmüş, sorularımı sorar terk ederim. Ben terk ettikçe azalır döngü. Ben gittikçe çoğalır uğultular. Birbirlerinden kaçarcasına soluk soluğa kalır duygular bir acayip çember içinde. Kendi içlerinde kavisler çizerek döner durur cümleler. Kabullenmek için bütün nedenlerin mutlaka sonuca bağlanmıştır ve baş etmek için de "yeni" bir nedenin yeniden, elbette olacaktır.









28 Ekim 2010 Perşembe

Hassasiyet: Kısa Bir Karşılaşma

Işığın gülümsemesine dair bir şeyler karalarken tam da senin gülümsemenle karşılaşmak... Hesapsız bir birlikteliğin karşılıksız seslenişi gibisin. Bir yerde kendi isteklerinle benim isteksizliğime denk gelen anları nasılsa bulup çıkarabiliyor ve üstesinden hiç zorlanmadan gelebiliyorsun. Ruhuna hükmedebildiğim seslerim var. Biraz sessizlikle her şey çığırından çıkıyor. Susuyorum ve sonra sen geliyorsun; konuşuyorum hissettirmeden yaptığını düşünsen de o sessizliği kırıp geçiyorsun. Duyamıyorum. Zaman bu çelişkilerin yörüngesinde sallana sallana tökezleyerek ilerliyor.

Bazı sabahlar, yağmurun sesini duymaya gerek kalmadan odaya dolan o hafif serinlikten anlıyorum bulutların uzaktan el salladığını. Sıcaklığını kaybetmeyi istemediğim adamların adımları gibi usulca sıyrılıyorum yatağın benliğinden. Koca bir uykunun terk edilişinin o buruk yalnızlığını yakalıyorum adımlarımda. Aynaya yönelen isteksiz karşılaşmaların birinde, senden kaçıyorum. Kim olduğunu, içinde gerçekten kimi sakladığını ve bir vicdanın hangi sesiyle karşılaştıracağımı bilemediğim adamın gölgesinden. Oysa sen bir gölge değilsin!

Dağınık kelimelerle günü devrediyoruz. Üzerimizden çıkarmaya gönüllü elbiselerimiz, kelimelerin çıplaklığında savrulup gidiyor öteye beriye. Yakalamak için kısa bir anı kolluyoruz; sonra her şey kendi sıradanlığında her gün giderek birbirine karışan bambaşka seslerin, yüzlerin sırtında kaybolmaya kaldığı yerden devam ediyor.

Eşyalar her zamanki diliyle konuşmamaya başladığında anlıyorum uzaklaştığını. Islak bir pazar sabahının, kendinden zorla kaçırmaya çalıştığın bir cumartesi gününün devrini taşıyamayacak kadar yorgun olduğunu bilerek gelip oturuyorum odaya. Uzun soluklu bir bakışma, nerede biteceğini çoğu zaman kestiremediğim bir karşılaşmayı yüzüme vuruyor. Dayanamıyorum. Hassasiyetin sınırlarını zorlamaya çalışan duyguların dilinden kısa da olsa anlamamayı, yerle bir olan düzenin getirdiği bu düzensizliğin içerisinde bir sihir gibi dumanlaşarak kaybolmayı diliyorum. Olmuyor. Sonra ansızın, gerçeğin çok katmanlı bulvarlarında yalınayak yürürken ve her soluklanışımda, senden kalan izleri sürerken buluyorum kendimi.

Hassasiyete rastlıyorum sokak başlarında; hani o kılcalların ve küçük kahve birlikteliklerinin tanıdık olduğu duyguya. Dudaklarımın üzerinde bekleyen kaygan kırmızılığın yarattığı sarhoşluğun diliyle konuşuyorum. Ağzımın içinde daha önce tanığı olmadığım seslenişlerin heyecanıyla kurulduğun yerdeki sayfalara yetişmeye çalışıyorum. Senden bana bırakılmış kalıntı bir öpüşün can yakan anımsayışında, umarsız sözcüklerinin çemberinde unuttuğumu sandığım her şeyi yeniden hatırlıyorum. Ve bir kez daha anlıyorum ki varlığınla gelen bir ekim gününün de artık yavaş yavaş bu şehri terk etmeye başladığını...

22 Ekim 2010 Cuma

Oradaydım Söylenceleri I: " Aykırı Bir Akşam"


Talihin ilk defa yazıldığı sayfalardan bu yana, anlatması çok da kolay olmayan gecelerin birinde yaşandı bütün karşılaşmalar. Adı aşk diye kazınmıştı bir defa harflerin hemen yakınındaki bir yere. Yollar aşılmış, zaman askıya alınmış, ona göre aslında çoktan gelinmesi gereken bir yere geç de olsa gelinmişti...
Aşk, çocuksu bir akşamla günü devralmıştı...

Oradaydım...
İstanbul'da...
Şiirlerin yakılıp küllerinden yeni zindanların yapıldığı, ateşin suyla bir tutulduğu, yazgıların el değiştirdiği şehirde... Bilir misiniz İstanbul'un sesi çok kısıktır(!) Duymak isteseniz de duyamazsınız birçok şeyi. Unutkanlıklar duvarda asılıdır her daim, yeni bir unutkanlığa gidilen yol ise çok kısa... Bir gecede terk edersiniz denizi ve bir gecede boğazın sularını çekersiniz gözlerinizden içeri... Yazılı kâğıtlarda yavaşlatırsınız zamanı. Sevdanın uykusu ağırdır; derin bir düş çizgisinin hemen altında. Hasreti gün, kavuşması kordur.
İstanbul'un mevsimi belki de bu yüzden hep sarhoştur...

Uzaklara bakarak görebilmeye çalışmak en yakındakini. Gitmeden kalabilmek kendi kollarımızda. Sıcaklığı kaybetmeden kışa hazırlık yapabilmek. Ömrü yaka paça tutabilmek yürek odacıklarında...
Ah yârim, bilsen nasıl bir tutarsızlıktır kendi içinde yaşamak!
Çiğnenmeden...
Savaşmadan...
Yitirmeden...

Eğer yolun düşerse birgün o eski evin mazgalları paslı kapı önüne, perdeleri hep bir köşesinden açık bırakılmış odanın içinde sakladıklarımıza, şöyle bir bak olur mu?
Bil ki beraberce yaşanılmış onca şeyin zorluğunu halâ tüketemedim kelimelerle. Kimse nerede olduğunu bilmiyor. Hiç kimseye söylemeden yokluğu anlattım. Her akşam yemek yaparken bir parça eksik koydum. Küçük küçük damlacıkları silmedim duş sonrası tenimden. Saçlarımdaki karışıklığı açmadım. Sen olmadığında, olmayışının dokusunu kendi ellerimle çizdim dokunduğun her yere. Söylenmemiş ne varsa ilk zamanlarda karşılıklı, hepsini dile getirdim yalın ayak bir daha söylemeyeyim diye...
Kalma diye...
Sessizce kaldım, ne sana ne de diğerlerine hissettirmeden...

Oradaydım...
Yanlış diye bir döngünün bir an bile olduğunu düşünmediğim şehirde...
İstanbul'da.

Yazgının dili ne de ağırmış yârim...
Notaların yan yana geldiğinde çıkardığı nefes, ne kadar soluksuz...
Çağırınca gelmeyen, ansızın yolculuklara çıkan, valizi her daim üzerindeki giysileri olan o adamı, nerede bıraktın da gittin.

Oradaydım...
Şimdi, burada yazılanların yaşandığı yerde... Kapının kilidini sen açmamıştın bu defa. Kolunda değildi kollarım eve girerken... Koku aynı kokuydu. Nemli bir İstanbul evi...
Bilmem hangi eldi mekân tuttuğum, hangi yaraydı dildeki? Koştuğum hangi bahçeydi dizimdeki yarayla? İlk hangi lisandan adımı çağırmıştın?

Tek bildiğim, her şey orada başlamıştı. Sen pencereni açmıştın, bense seninle içeri dolmuştum aldığın nefesten.

Orada olmak!
Tüm şıkların işaretlendiği yerde...

Madem erken gelecektin aykırı bir akşamın kapı önüne, neden böyle gittin ki?



Bilmem şimdi orası kimde, nerede.

15 Ekim 2010 Cuma

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XXIV-

“Kımıldamayın”, dedi sonra, “kımıldayanı vururum.” Elin milimetrik duruşunda bir bir donduruldu tüm kareler. Sahne, ufak oyunlarla başa sarılıp alt yazılı kimliklerin figüranlığına son verildi. Küçük kız avuçlarına düşen kuşun seyrine daldı ve bir gece duvardan soğuk rüzgârlar esince, kürek kemiğindeki sızıyla yaşayan adama dönüp: “yine mi? diyerek, uykuya daldı.

Karabasan, gölgelerle çoğalır ve sonra uyku sersemi bir geceye apansız bırakır iplerini.
“Tut!! Tutsana…” Sonra sayılar. Onlar da bağımsız bir dizilişle yelkovan ve akrebin kollarını kırar.

“ Uyan” dedi giderken, “uyanmazsan yok olursun.”
Uyandım.

Doyurulmuş olmalıydı koynundaki isimsiz aşklarla. 


Şimdi "bir tek" kürek kemiğinde sızlanıyordur gece.

10 Ekim 2010 Pazar

Pusulasız Her Yanılgının Aşkta Karşılığı Yok

Düşler...
İz düşümleri...
Yokluğa sinmiş tüm kokular...
Perdelerin tütünle yıkanmış geceleri...
Bir ses, satırlarıyla yol boyunca, hüzünlü gerdanımdan öpmesini bilen. Usulca, incitmeden...


" Konuşmak istediğinde arayabilirsin, eğer istersen."
" Olur."


Hani bazen rüzgâr inceden vurur ya bedene, titrer ve içinize çekilirsiniz. Güçlü bir soluk gibi kıyıda bekleyen aşk silinmiştir en tenha bakışlarla başbaşa kaldığınızı anladığınız anda. Aynanın soğukluğu, yaklaşan kış mevsiminin karbondioksit kalabalıklığında çoğalan acı kokusu ve bir mağlubun çizelgesi gibi elinize tutuşturulan acı kayıtları teker teker dolar yalnızlığın kapakçıkları arasına.

Yürek gitmek ister; yorgun, bitkin, koşulsuz. Sadece gitmek... Oysa uzun bir yanılgıdır terk etmenin sancısı. Gidenin kalana eşitlendiği ve kalanla aslında eşitlenemeyen, asla da eşitlenemeyecek olan, suale yer vermeyen, komplo ayrılıkları tütsülenir sigaradan çekilen nefesin arasına. Kayıt defterinde mavi yolculuklar tutulur, isimsiz şehirlerin bekleyişi sanki çok eskiden kalmış bir mirasmışçasına...
Bir mirasın kaydı nerede tutulurdu tüm kutsanmış aşkların mahzeni böylesine vurulmuşken, parçalanmışken, yıkılmışken?

Tarih kokan ve son diye atfedilen onca vazgeçişin damardan bir bir çekilişi, tüm varoluş salgılarının azalışı, demin demlendiği vakitler. Tutulan kayıtlar buradan mı miras kalır incinmişliğimize, küstürülmüşlüğümüze? Ona hayır buna evet, her şeye hayır, hiçbir şeye her şey!
Hiçlik...
Dümenin henüz kıyıdayken bilinen belirsizliği; aşkın rotasızlığının sonbahar bitişi, kış başlangıcı bakışları...

Kadınlığım...
Tüm sözcüklerin buğulu camlardan düşen ıslaklığa kendini amansızca teslim edişi.
Yanılgılarım...
Yanılırken ayağımı basıp da üzerinden kaçmadığım onurlu yenilgilerim.

Vedaları kutsuyorum. Mabedin soğuk taşları arasından düşlerimi yırtıyorum. Düşlerin de yırtıldığı bir gece şarkısı düşlüyorum(!)
Kaçılmıyor.

Amaçsızdı başlangıçlarım ve bir gece yarısı ansızın, hep böyle olmamış mıydı, fark etmeden ayak bastığım şehirlerde, sana düş'müşüm. Eğer bir gün kendi canına kıyarsa dilsizliğim, içinde sana dair izdüşümleri bulacaksın. Adım adım derin bir nefes gibi kendi yanılgılarında geçeceksin yokluğu. Bir tek kendinle konuşamadığın an gelince durup bakacaksın sarı sayfalara. Üzerine eklediğin, üzerinden çıkardığın her kelime, mürekkebini akıtacak toprağına ve sen yine de anlamayacaksın!

Sokak taşlarına düşer ya hesapsız bir yağmur, tene dokunur ya kaçamak bir öpüşme hatırası, sen orada kaybettin beni. Biliyordum. Sense bir ömür boyu bildiğimi bilmeyeceksin. O sendin...
Tarihleri aylarla anlatılan bir karenin çocukluğunu avuçlarına aldığında, işte tam da o anda, özlemlerimizden çok uzağa, bilinmeyen bir kıyıya demirlemiştin ayrılığı. O ayrılık ki bizi ayrı ayrı şehirlerden toplamıştı bir daha bir araya gelemeyecek şekilde.

Nişanlar...
Küller...
Limanlar ve aslında hiç gidilemeyecek adresler.


Pusulasız her yanılgının, aşkta karşılığı yok!


http://fizy.com/#s/1nurvc