O...
Sonrasızlık takviminin tek sahibi
Uykumun ve uykusuzluğumun sesli sahnesi
Rüzgârın sahip olduğu en derin uçurum
Bakışlarımın gölgesi
Ruhumun siyah maskesi
İçimdeki kırmızı
Yorgundun. Kim bilir kaç öykü gecesini geride bırakmıştı bedenin. Kaç yolculuğu ertelemek zorunda kalmıştı gözlerin? Bense bekliyordum seni simsiyah bir gölgenin ruhuma yansıyan belli belirsiz silüetinde. Kayıp bir nota vardı kalbinden yükselen sesler arasında; bugüne dek hiç kimsenin tamamlamasına izin vermediğin. Günlerce rüyalarımda o kayıp notayı aradım durmaksızın. Her bir notayı denemek için vaktim var mıydı? Denesem bulabilir miydim? Ben yine de sesini ve belki de sesimizi tamamlayacak o notayı bulabilmek uğruna, denemeliydim. Belki böyle bir nota yoktu; belki eksik olan bambaşka bir şeydi ve belki de süregelen her şey boşunaydı.
Yanılmış mıydım?
Kim bilir?!
Devam edecek miydim?
Sonuna kadar.
Kimdin?
-
Varlığına anlam katan yokluğundu. Çünkü ben yokluğunla savaş içindeydim. Tüm sorular ve yanıtlanmasını beklediğim tüm cevaplar varlığına giden yolda karşıma çıkan yokluğunda saklıydı.
Yok…
Yokluk…
Yokluğun…
Birbirine bağlı ve ayrılması güç bağlara sahiptin. Seni oluşturmaya çalışırken kullandığım kelimelere giden yolda sonlara alışmak zorundaydım. Çünkü her harfin koşullandığı kelime sonlardan oluşuyor ve tam başlangıç noktasına gelirken, yeniden sona doğru yol alıyordu. Gücümün son sınırına kadar seninle olacaktım. Yıllarca kaybettiğim, yitirdiğim ve bir bıçak gibi bedenime sapladığım kelimelerimin artık uyanma vakti çoktan gelmişti. Gecenin ilerleyen saatlerinde beynime kazıdığın cümleler, içimdeki kırmızıyı esir alıyor ve sana boyun eğmemek için beni ele geçiriyordu. Sesinden yükselen alevleri hissetmemek imkânsızdı. Ağzından çıkan her harf önce yavaş sonra çok hızlı bir şekilde beni öldürüyordu. Ölüyordum… Ölmeme izin veriyordun. Benim öldüğümü gördükçe sen de can çekişiyordun. Biliyordum. Ne ben ne bir başkası; ne sen ne de bir başkası olacaktı. Biz gecenin çocuklarıydık. Gecenin sevgilileri… Zamanın bir noktada durmasını sağlayıp, geçmişi geleceğe çağıran bizdik! Geçip giden yıllar boyunca hislerimiz birbirini takip etmişti. Biz de hislerimizi. Buluştuk. İlk buluşmamızın üzerinden tam üç koca yıl geçmişti. Bıraktığım yerde miydin yoksa yalnız karanlıkların arkasında mıydın?
Vazgeçmeyecektim…
Seni her nerede bulursam bulayım, senin için ve bizim için mücadele edecektim. Yıllar öncesinden biriktirdiğim sana ait olan her şeyi de yanıma alıp böylece senin olmaya doğru yola çıkmıştım. İlk başlarda sayfaların beyazlığında küçük siyah lekeler gibi asılı kaldık bir süre. Yalnızca bir cümleye yüklemeye çalıştığımız anlamlarla, geride bıraktığımız o üç yılın hesabını nasıl kapatabiliriz diye düşünüyorduk. Sana uzanan ilk ben olmuştum. “Geceye anlam veren sence ne? Renk? Koyu bir yalnızlık? Sessizlik? Güç? Ya da ne?”diye sorarak. Sonra sen yanıma kadar yaklaşıp: “Eklenebilecek ufak tefek şeyler kaldı zaten” demiştin. Seni uyarmıştım: “Bazen ufak tefek dediğimiz şeyler yaşantımızda hiç de beklenmedik yıkımlara ve zararlara yol açabilir.” Karanlık senin seçimin olmuştu. Sürekli karanlığa dair konuşuyorduk seninle. Bana onu ne kadar fazla benimsediğinden bahsediyordun. Dinliyordum. Seni dinlemeyi seviyordum. Daha hikâyemizin en başında varlığının yokluğuna alışmaya başlamıştım. Aslında alıştırılmaya başlanmıştım.
Neredeyse her gün konuşuyorduk. İsmini bile bilmiyordum. Senin için uzunca bir süre hayalet tanrısı olarak kalmıştım. Geçmişimle ilgili hiçbir şey hatırlamıyordun. Çünkü o zaman geçmişim yoktu.
Her şeyin nasıl başladığını bilmiyordun. Sorular soruyor ve seni nasıl bulduğumu söylemem için üzerime geliyordun. Israrlıydın. İnandığın ve istediğin şeylerle ilgili hiçbir savaşta hemen pes etmiyordun. Sessizlik seni çıldırtmadıkça sessizliği seviyordun. Karanlığı seviyordun. Birgün bana da sormuştun karanlığı sevip sevmediğimi. Sana söylediğim cümleleri hatırlıyordum..
“Kesinlikle... Hep daha rahat olmuşumdur ve huzurlu. Kendi ayak sesimle başbaşa yürüdüğüm zamanlarda yeraltı şehrimde, beni içine doğru çeken karanlıklarla uğraştım yıllarca... Ama hep sıyrılmasını başardım... Şimdi o karanlıklar derinlerde ama bir gün çıkmayacağı da meçhul...
Karanlık... Issız bir gece
Karanlık… Güçlü bir ışık...
Karanlık... Sessizlik...
Karanlık... Uğultu...
Karanlık...”
İstediğin cevapları kolayca alabiliyordun benden. Senin dünyanda sınır yoktu. Herkesin başladığı yerden başlamamıştık seninle. Tepeden aşağıya doğru iniyorduk. Derinliğime tanık olma aşamasındaydın fakat henüz tutkuyu görmemiştin. Dolunay ikimizi de etkiliyordu. İkimizi birbirimizden dolayı etkileyen pek çok şey vardı. Sana günün birinde öykümü okuyacağım demiştim. Nedenlerini de anlatarak. Başlangıç olmuştun benim için bir gece yarısında. Ayna olan sendin ve ben sana neyi verirsem, onu bana geri yansıtacaktın.
Yine bir gece, derin sessizliklerin içine gömülüp gitmiştin. Oysa sen sessizliği sevmiyordun. Ama tuhaf bir şekilde sessizliğe karışan da sen oluyordun. Susmuştun. Yapabilecek, söyleyebilecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Sadece yeni başladığım bir öykü vardı ellerimde. Öykümün bir parçasıydın. Ve bir gün o öyküyü bitirecektim…
Son konuşmamız birkaç kelimeden ibaretti. Ben gittim. Sen gittin. Bir haziran bir temmuz iki ay geçip gitti hayatımızdan. Üç yıl öncesiydi. Üç yıl o öyküyü bitirmek için gece gündüz yazdım. Bitmedi… Öykümdeki bir bölüm yeniden seni bulmamı ve seninle birlikte varolan boşluğu doldurmamı istedi benden.
Seni aradım. Yoktun.
Sesini dinledim. Yoktu.
Yürüdüğün sokaklardan geçtim. Yoktun.
O yaz sana geldim. Yoktun.
Biliyordum. Bu öykü seninle son bulacaktı. Koskoca üç yıl küçük bir kâğıt parçasında sakladım seni. Nereden baksan bir sekiz yıl da yüreğimde. Ama sakladığım kişinin sen olduğunu bilmeden. Sen olmadan geçirdiğim yıllarda kapı önünde beni bekleyen birçok insanla karşılaştım. Tanıştım. Hepsiyle tanımadığım yerlere yolculuklar yaptım. Yürüyüşlerimiz çok uzun zaman alıyordu ama gidecek bir yer bulamıyordum. Nedense hep aynı kaygılarla yaşadık; aynı acılara ortak olduk. Yine de hiçbiri tanıdık gelmiyordu bana. Yalnızlığı bile yaşayamaz olmuştum. Her gece kendimle baş başa kaldığım anlarda isyan ediyordum. İsyan ettikçe bu büyük boşluk gittikçe büyüyordu. Uyandığımda daima yanlış silüetler duvarlarıma yansıyordu. Bakışlarım derinliği olmayan gözlerde buluşuyordu. Kendi dünyamı büyük bir hapishaneye çevirmiştim. Her yerde kırılması zor, geçit vermeyen demir parçaları vardı. Kendi ellerimle inşa ettiğim yerden kendi çabalarımla kaçamıyordum. Nefes alamıyordum ve gün geçtikçe biraz daha boğuluyordum.
Bu bana ait bir cezaydı ve ben onu o üç yıl içinde fazlasıyla ödemiştim. Sana geri gelmeden, seni yeniden bulmadan önce son cezamı yaşıyordum. Belki de toparlanmamı sağlayan ve gidilecek yolun hangisi olduğunu bana gösteren oydu. Yaşanabilecekler arasında sayılabilecek birçok şeyi yaşamıştım. Ama yaşadıklarım bana ait değildi. Benim yaşayacaklarımın zamanı henüz gelmemişti. Sıcaktı… Ama benim istediğim sıcaklık değildi. Ben de bu yüzden ona daha fazla zarar vermemek adına ondan uzaklaşmaya başladım.
Uzaklaştım da…
Sonra bir gün, odamın yalnız duvarlarını seyrederken seni bana getiren dünyanın kapılarını yıllardan sonra ilk defa yeniden açtım. İstasyon, sessizce orada duruyordu. Gelip gidenler olmuş muydu, bilmiyordum. Raylara baktım uzunca bir süre. Aralarında yıprananlar da vardı; hiç kullanılmamış olanlar da. Hiç kimse umurumda değildi o an; çünkü ben oraya seni bulabilmek için girmiştim. Seni yeniden bulup bulamayacağımı bilmiyordum ama sebepsiz yere orada olmadığımı da hissediyordum. Senden uzaktayken yalnızca kelimelerin dünyasında bir yer edinmiştim kendime. Sen de bu dünyanın bir parçasıydın. Kelimelerimin derinliklerinde hep sen vardın. Kimse bulmasın diye gizliden gizliye seni anlatıyordum herkese. Yalnızca ben biliyordum. Yalnızca ben anlıyordum. Sen yalnızca benimdin. O dünya ikimizin dünyasıydı.
Yepyeni bir başlangıca ihtiyacım vardı. Yitirdiğimiz zamanı ortadan kaldıracak ve her şeyi yerle bir edecek yeni bir cümleye ihtiyacım vardı. İstasyona baktım. Kalanları sildim ve bir tek seni bıraktım. Sonra başladım yazmaya. Ne zaman tanıştığımızdan, neler konuştuğumuzdan ve bir daha böyle bir şansımız olup olmadığından bahsettim sana. Sesime ne zaman ses vereceğini beklemekten başka bir çarem yoktu. Sabırlıydım. Sana uzanan yollarda emek vermem ve savaşmam gerektiğini iyi biliyordum. Bu ruha sahiptim. Sen içimdeki sesin gösterdiği yoldun.
İlk birkaç gün sana denk gelmek oldukça zor oldu. Zaman en acımasız oyununu sanki ikimiz üzerinde oynuyordu. Ona yenilmeyecektim. Hayata karşı kullanmadığım hırsımı seni bulmak adına kullanıyordum. İstasyon artık sessiz değildi; onun yerine siyah beyaz öykülerle karşındaydım. Dört beş gün sürmüştü bu mücadelem. Sonunda tıpkı üç yıl önce olduğu gibi sesini duydum. İnanamadım. İçimde seni bulacağımı bilmenin haklı sevinciyle sana karşılık verdim. Hissettiklerim mutluluktan da öte bir duyguydu. Sanki tüm duygular taşarcasına içimden sana akıyordu. Durmadan anlatmak ve durmadan seninle olmak istiyordum. Yanımda olup gözlerimdeki ışığı görmeliydin. En karanlık gece de bile karanlığı yıkabilecek güçte olan o ışığı. Onu yeniden sen vermiştin bana karanlıkları böylesine severken.
Sana söylemek istediğim, seninle paylaşmak istediğim öyle çok şey vardı ki nereden başlayacağımı bilememiştim. Sadece aklıma geldin diyebildiğimi o nedenle burada olduğumu ve seni bulduğumu söylemekle yetinmiştim. Aklıma gelmiş olmanın sana “onur” verdiğini söylemiştin. Şaşırmıştım. Tabii, belki, ne bileyim diyerek geçiştirmiştim. Ama cümlen ruhumun derinliklerinde çoktan yerini almıştı bile. Karşılaştıktan sonra şekillerin öneminin olmadığını söylüyordun; ama benim için seninle ilgili olan her şeyin önemi vardı. Çünkü kullandığın tek bir noktalama işareti bile bana, yeniden sana kavuşabilmiş olmanın verdiği huzuru tattırıyordu. Seninle aynı geçmişe sahip değildik belki; ama o yitik geçmişi geleceğe taşıyabilecek bir güce sahiptik. Onur duymuştun. Galiba ben bu kelimenin büyüsünde uzun süre kalmış olmalıyım ki; bu duyguyu gerçekten hissettirdiğimi anlatmak için şu cümleyi seçmiştin:
“Ben diyorsam öyledir. Senden uzun süre sonra tekrar ses çıkınca, ben de o zamandan beri seni düşünüyordum.”
Beni düşünmüştün. Duymayı istediğim şeyleri bana hiç çekinmeden söylüyor olman muhteşem bir duyguydu. Belki ilk başlarda yerleşik olmayan, tanımsız ve çok da anlamı olmayabilecek cümlelerdi bunlar ama dediğim gibi söylediğin şeylerin ben de bıraktığı iz, derindi.
Karşılaşmamızdaki anı süsleyen bir rastlantımız bile olmuştu. Anlaşılması çoğu insan tarafından neredeyse zor diye tanımlanabilecek bir şekilde olaylar yaşıyorduk. Dinlediğimiz müziğin bile aynı anda aynı başlıkta olması, az önceki karşılaşmayı rastlantılarla biraz daha süsleyerek ayin havasına büründürmüştü. Gülümsemiştin. Seninle birlikte ben de sana katılmıştım. Sonraları bu gülümsemenin sesinle birleştiğinde hayatımda çok önemli bir alacağını belki de bilmeyerek.
Yıllar öncesine bir yolculuk yaptık seninle. Ayrıldığımız yaz seni aradığımı, verdiğin adreste seni bulamadığımı anlattım sana. Verdiğin cevap beni bir kez daha seninle ilgili konularda haklı düşündüğümü bana göstermişti:
“Biliyorum. Başımdan garip şeyler geçti. Rutindi bazı şeyler. Sonra tam yine karıştı yine sen geldin.”
Kendinden bu kadar emin bir şekilde sana geldiğimi bildiğini bana söylüyor olmanın tek bir anlamı olabilirdi. Birbirimizi hissedebiliyorduk. Bir an hayatındaki karışıklıklarla aynı anlara denk geldiğimi fark ettim ve bu beni hayatındaki olası yerimin ne olduğu konusunda düşünmeme neden oldu. Yaşadıklarının ve benim sana yıllar sonra geri dönüşümün bir anlamı mutlaka olmalıydı. Bunu bulmamız gerektiğini söylemiştim ve sen de: “Seni konuşturursam tabii. Çünkü uzun süre görmediğim için, esir alıp seni yetmiş iki saat bırakmamak istiyorum. Garip bir his bu” demiş ve varolan anlamı bulmak üzere ilk adımı atmıştık. İtiraf ediyorum. Seninle değil yetmiş iki saat günlerce aralıksız konuşmaya bile razıydım.
Seni bulmuştum ama birkaç gün sonra yine senden uzaklaşacaktım. Yaz ve sen… Üç yıl önce de seninle bir temmuz akşamı ayrılmıştık. Rastlantılar giderek artmaya başlıyordu. Planlanmış gelecek, sanki planlanmamış bir şekilde işliyordu. Seninle ilginç bir kesişim kümemiz vardı. Tam seni bulmuşken yeniden kaybetmek istemiyordum. Yaz tatilinin yeniden seni benden alacak olmasını hazmediyordum. Gitmeliydim… Gideceğimi sana da söyledim. O zaman haklı olarak neden yolumun İstanbul’a düşmediğini sormuştun. Eğer bir kez seni görmeye geldiysem bir ikincisi pekâlâ olabilir diyordun. Haklıydın. Senden önceki kararlarım, sana doğru gelmemi engelliyordu. Bu durumdan hoşnutsuzluğumu çoğu kez dile getirsem de işlevsellik kazanmayınca bir anlamı olmuyordu. Bunun da farkındaydım.
Farkındalıklar…
Hayata geçirilmediği müddetçe anlamını yitiren bir kavram. Her ne olursa olsun isyan etmek istemiyordum. Çünkü biliyordum ki sana bir şekilde gelecektim. Belki bir fırtına kopacaktı. Belki malum rüzgâr seni benden uzaklaştıracaktı. Seni seçecekti. Belki bir daha görüşemeyecektik. Ama ben tüm gelişebilecek şeylere karşı direnecek, aramıza girenlerle savaşacak ve sana yine de gelecektim. O gün seninle konuşurken bir karar almıştım. Senin bu karardan hiçbir zaman haberin olmamıştı. İkimiz de gerilim hattında dolaşan gecenin çocuklarıydık. Aramızda gizliden gizliye bir çekişme vardı. Bunu seninle her konuştuğumda algılayabiliyordum. Şimdi olmasa bile bu hat birgün kopacaktı. Sabırlı olan tarafın ben olduğumu çok iyi biliyordum. Sabırsızlığını kelimelerinden anlayabiliyordum. Yine de isteklerine karşı sanki içimde bir şeytan vardı ve o şeytan tüm söylediklerine karşı çıkıyordu. Onu durduramıyordum. Tez ve antitez gibiydik. Ama elbet o şeytanı da yeneceğim gün gelecekti. Sonuçta aynıydık. Birbirimize benzer yanlarımız olduğu kadar birbirimizden ayrı yanlarımız da vardı. Ama ruhumuzun derinliklerinde aynıydık. Tutkularımız, kelimelerimiz, gecenin karanlığındaki yerimiz ve daha birçok şeyimiz aynıydı. Şeytan bunları çekemeyecek ve günü geldiğinde hükmü verecekti. Sonuçta bizi ayrılığa götürecek ve biz bu ayrılığı yaşayacak olsak bile vazgeçmeyecektim. Sen vazgeçtiğimi sanacaktın.
Uzun bir süredir nerede olduğunu bilmiyordun. Siyahla beyaz arası, gelgitlerle dolu bir yaşamla savaşıyordun. Bunu sen kendin bana söylemiştin. İkimizin de bir öyküsü vardı nihayetinde. Hem baksana benim öykümde siyah beyazdı. Belki de Tanrı gerçekten bize bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Buna inanmaya yetecek öyle çok tesadüf vardı ki! Sen sadece alışılmış olanları kullanarak bir şeyler yazacağım kişi değildin. Böyle olması gerçekten güzeldi. Ortalık daha da karışacak sanırken, yıllar sonra cümlelerim kendi kendine oluşuyordu. Araya çok sene girmiş, neler olmuş ama bazı şeyler hala dün olduğu gibi kaldığı yerdeydi. Bana dediklerin doğruydu. Planlamıyor, çıplak ve şeffaf konuşuyordum. Aradaki bazı mekanizmaları atmıştım. Tüm söylediklerim içgüdüsel çıkıyordu. Böylesi çok daha gerçekti. Kabul etsen de etmesen de bu gerçeklik seninle ortaya çıkmıştı. Varlığının bir yerlerde beni çağırdığını hissetmeseydim; o istasyona yıllar sonra uğramazdım. Ama içimden gelen ses beni sana doğru olağanca hızıyla itmişti. Doğru yolda ve doğru zamanda olduğumu bana anlatan birçok belirti vardı. Yalnızca içgüdülerimi takip etmiş ve seni bulmuştum.
Henüz sesini duymamıştım. Aslında birbirimize ulaşabilmemiz için herhangi bir ayrıntının verilip verilmediğini anımsamıyordum. Zaman bir yerde hafızaları allak bullak etmesini de iyi biliyordu. Onu tanrılaştırdığımız müddetçe de bu olacaktı. Zamanı tanrılaştırmak! Bunu duyduğunda şaşırmış ve: “Tanrılaştırmak zamanı... Senin ne kadar kuvvetli bir hafızan var ya da biz mi yer etmişiz ne olmuşuz ” demiştin. Sonuçta yanlış bir anlama sonucunda senin bana ulaşmanı sağlayacak numarayı sana vermiştim. Belki de bu, sebep olmuştu. Kim bilir.
Sana geri dönmeden bir yıl önce başladığım bir roman vardı ve artık bitmek üzereydi. Seninle paylaşmayı seviyordum. Paylaşmak seninle güzeldi. Romanımın bir bölümünü sana göndermekte hiç tereddüt etmemiştim. Etkilenmiştin. Daha kitap piyasaya çıkmadan okumak istediğini söylemiş ve bunun için seçilmiş biri olup olmadığını sormuştun. Ama ben çocuğumu şimdilik kimseye göstermek istemiyordum. Çıktıktan sonra okunmasının daha anlamlı olacağını söyleyerek bu isteğini geri çevirmiştim. Ama sen bu cümleyle yetinecek biri değildin. Çünkü sen de özelliklerinin ve benim için varolan öneminin farkındaydın. Geçiştirme çabalarımın arkasında söylediklerin her zaman ki gibi beni etkilemeyi başarmıştı: “Anlamlı olacağı muhakkak. Benim anlamımsa daha bir küstahça belki de bencilce. Sadece okurun olmamak…”
Sen zaten hiçbir zaman yalnızca okurum olmamıştın ve olmayacaktın. Bunu senden duymak, bana hissettirdiklerinin hazzını her an yaşamak inanılmazdı.
Devam ediyorduk...
Birden bahsettiğin bir şeye anlam yüklemekte zorlanmıştım. İlerleyen günlerimizde anlam vereceğimi tabii henüz bilmiyordum ve bu anlam senin sayende ve benim hatırlatmamla olacaktı. Sanırım şu söylediklerini hatırlarsın: “Anı bozabileceği için şu an söylemeyeceğim bir şey var; ama emin ol en kısa zamanda sana bir şey söyleyeceğim. Sadece şimdiden bil ki ilham almadım. O zaten hep vardı ve yine dibine kadar bir rastlantının içine düşmüş durumdayız. Sevdim bunları. Üç sene sonra, üç senelik tüm tesadüfleri arka arkaya veriyor. Bir tepsi pudingli pastayı aynı anda yemek kadar keyifli.”
Gizli de olsa açık da olsa yoğun bir paylaşımın tam ortasındaydık. Bazen çıkıp yerimden senin yanına geliyordu ruhum. Ruhum ki aslında daima seninleydi. Yaşadığın şehri, dolaştığın sokakları, uyuduğun evi, her şeyi seninle yaşamak istiyordum. Olmadı. Ama birgün olacağını biliyordum. Dedim ya vazgeçmeyecektim. Ne olursa olsun bize ihanet etmeyecektim. Beklemekse beklemek, geceyse gece, karanlıksa karanlık, savaşmaksa savaş ama sonuçta sana ulaşacaktım. Biliyorum kolay olmayacaktı sensizlik yine de uğrunda mücadele etmem için çok gerekli bir sebebim vardı.
Tadını sevdiğin şeylere karşı inanılmaz güçlü bir isteğin olduğunu hatırlıyorum. Hatta birgün bir parça browniyi seninle paylaştığım için yine o ingilizcene başvurmuş ve “lust” kelimesini kullanmıştın. SSD…”strong sexual desire” Gülmüştüm. Bunu da seninle paylaşıp paylaşmayacağımı sormuş ve ben de her zaman ki gibi kaçacak delik aramıştım. Sonra da yazdığım kısaltmadan ne demek istediğimi anladığını söyleyip : “Sen eskidende her şeyi düzgün anlardın. Beni empati zahmetine sokmadığın için seviyordum seni. Nasıl anlar, nereye insek, şurdan mı gitsekler olmadan, olduğu şekilde çıkarıp anlaman iyi bir şeydi tabii” demiştin.
O kadar çok şeyden o kadar hızlı bir şekilde bahsediyorduk ki sanki o üç yılın acısı her kelimemizden fazlasıyla çıkartılıyordu. Hiç ayrılmamış gibiydik. Değişen başlıklar bizi birbirimize biraz daha itiyordu. Evet bizi. Sana dair sevdiklerim arasında olan bir kelime. Hayatımıza kaldığımız yerden devam etmemizle kendiliğinden oluşan bu kavramı seviyordum.
Temmuz ayının on üçünde reflekslerden, aikidodan, narsizimden, hatta güçlü reflekslerin matematiği hayatımdan silebileceğinden bile konuştuk. Dedim ya her şey sanki bizim emrimizdeydi. Ben durmadan oradan oraya uçuyordum. Seninle aklıma gelen her şeyi paylaşmak ve konuşmak istiyordum. Bu halimden memnun olduğunu ve sık sık böyle uçmamı ve bunun da ikimizin hayat tarzı olmasını istemiştin.
Seçilmişlerin amacı olmayanı oldurtmak, yaşanmamışı yaşamak değil miydi? Yaşıyorduk. Sadece yaşıyorduk! Senin senaryonda seni bulmam, görmem için ölmeyi bekleyemeyeceğin ve bunun biz hayattayken olması gerektiği yazıyordu. Senaryonu gerçekleştirecektim. Hem zaten ben bunun için gelmemiş miydim?
Temmuz on üç ve bu tarihte yaşadıklarımız: “ Bir daha ne zaman görüşürüz bilemiyorum. Ben on beş gün yokum. Bu sana bağlı aslında bize. O zamana kadar hayaletlerden ve nehirlerden uzak dur” cümleleriyle son bulmuştu. İkisinden de uzak durmayacaktın. “Tekrar görüşene kadar rüzgâr nehrin yanında olsun.” Bu da senin son cümlendi.
Rüzgârı nereden anımsamış ya da bilmiştin bilmiyordum ama içinden gelen sesi dinlediğini hissedebiliyordum. Bizi bize getiren sesi… Ve işte on dokuz gün sürecek ikinci ayrılığımız da böylece başlamıştı.
Yaz tatilindeydim. Aklımda bir an önce dönmek istemenin şaşkınlığıyla günleri deviriyordum. Her şey çok güzeldi. Belki de senin sensiz günlerime, sesinle kattığın anlamdı bunu sağlayan. Beni bir an olsun yalnız bırakmamıştın. Gecelerde sesim, gündüzleri gölgem oluyordun. Seninle geziyordum gittiğim her yeri. Evet, ben senin gözlerin oluyordum. Benimle birlikte sen de görüyordun.
Hiç unutmuyorum bir defasında tam kumsalda güneşleniyorken aramıştın. Seninle neredeyse bir saat konuşmuştuk. Gelen geçen herkes yüzüme tuhaf tuhaf bakıyor ama ne ben ne de sen onlardan etkileniyorduk. Kendi dünyamızın içinde oluşturduğumuz kalkan bizi diğerlerinden ayırıyordu. O gün öylesine huzurlu birgün geçirmiştim ki. Mutluydum. Hem de çok mutluydum. Seninle bir bütün olmayı seviyordum. Seni seviyordum…
Geri döndüğümde yine her zaman ki gibi teknolojinin kurbanı olmuştuk. Birbirimize ulaşma çabaları ve akabinde ulaşamayınca geçirdiğimiz sinir krizleri. Ama buluşmamız eskisi kadar zaman almamıştı. Geceler yine bize ayrılmıştı. Oyunlar oynuyorduk. Kelimelerle dans ediyorduk. İçimde öyle güzeldin ki bunu cümlelere aktarırken nedense tam anlamıyla başarılı olamayacağımı, olmadığımı düşünmeye başlamıştım. Yine de anlıyorduk. Bu yeterliydi.
Birgün hasta hasta seninle konuşmak için her zamanki yerime gelmiştim. Çok kötüydüm. Ama senin orada olduğunu bilmek kendime gelmem için iyi bir nedendi. Oradaydın. Konuşmaya başladık. Küçük bir çocuk gibi mızmızlanıyordum sen de beni mutlu etmek için sevdiğim şeyleri söylüyordun. Çorba bile yapmanı istemiştim senden. “Sen gel de yaparım” demiştin. Durmadan böğürtlen çayı içiyordum. İçmen için sana da ikram etmiştim ama sanırım böğürtlenle pek aran yoktu. Ama birgün onları doğru mevsimde dalından koparıp koparıp yiyebileceğim bir yere beni götürebileceğini söyleyerek gönlümü almıştın. O yeri hala görmek istiyorum. Seni istiyorum.
Bir süre sesimizle baş başa kaldık. Eskisi kadar hep olduğumuz yerde değildik. Çalışıyordun. Ama dönüşünde mutlaka benimle oluyordun. Sabahın erken saatlerinde birlikte oluyorduk. Tenin tenimde, sesin içimdeydi. Sen ise yalnızca tahmin ederek varlığını bulduğum kırmızı minderlerin üzerindeydin. Benimleydin. O gecelerden birinde, yani sana doğru estiğim gecelerin sabaha dönen bir yüzünde, ilk defa seninle birlikte olmuştum. Birlikte olmuştuk. İçimin derinliklerinde yanan ateşin, rüzgârla buluştuğu anın verdiği keyfi sana nasıl anlatabilirim ki? Muhteşemdi. Aslında orada duvar falan yoktu. Arada ben vardım. Her ne şekilde olursa olsun seninle mücadele etmeyi seviyordum. Bu mücadeleden günün birinde yara alacağımı bilmeden.
Bir gece hayatımda olmasını hep düşlediğim ama kim tarafından bana sunulacağını bilmediğim bir şeyi söylemiştin. Yıllar önce küçük bir kâğıt parçasına yazdığım cümlelerin aynısını sanki sen yazmışçasına birer birer bana söylemeye başlamıştın. O güne kadar ki en en büyük şaşkınlığımı yaşattırmıştın bana. Tüm bunları nasıl olup da bilebildiğini sana sorduğumda bana verdiğin cevap beni yerle bir etmişti: “Çünkü Ben O’yum!” Bu üç kelimelik cümle bütün bir hayatı özetlemeye yetiyordu. Sanki bildiğim tüm kelimeler, konuşma yetim birkaç dakika elimden alınmıştı. Ne söyleyeceğimi, neye inanmam gerektiğini, nerden başlarsam doğru olacağını kestiremiyordum. Büyük bir şok yaşatmıştın bana. İçimde kopan tufanı, seni aramamdaki inadı, bulmakla gerçeğin aslında ne olduğunun uzun yıllar sonra farkına varmamı ve daha uzun bir listeyi önüme sunmuştun. Haklıydın. Sen O’ydun! Eğer gerçekten O olmasaydın bana ifade etmekte zorlanacağım şeyleri yaşatamazdın. Seni ve bizi diğerlerinden ayıran buydu. O gece heyecandan uyuyamamıştım. Zaten hava aydınlanmıştı. Kalktım ve kimi geceler seninle konuşurken oturduğum balkona çıktım. Gökyüzüne bakıp Tanrı’ya şükrettim. Biliyordum seni bana, beni sana, ikimizi birbirimize gönderen oydu. O günden sonra sen olması gerektiği yeri almıştın hayatımda.
Yaşamın hızla aktığı birgün seni aramıştım büyük bir sevinçle. Uyuyordun. Yine o malum meşgul tonuyla karşıya kalmıştım. Her ne kadar uyuduğunu bilsem de sesini duymadan rahat edemiyordum. Seni öylesine sahiplenmiştim ki sana gelebilecek olası zararları düşünmek bile istemiyordum. Peki ya sen beni benim seni sahiplendiğim kadar sahiplenmiş miydin? Ara sıra bana gönderdiğin mektuplarda bunu hissetsem de nedense kaçıyordum. Hem bu duyguyu istemek hem de ondan kaçmak. Fakat birgün hiç de hoş olmayan bir telefon sonrasında bu gerçeğin farkına varmıştım. Daha doğrusu sen farkına varmamı sağlamıştın. O günü her hatırladığımda içimde hem bir burukluk hem de mutluluk duyuyorum. Burukluk çünkü içimde net olmasına rağmen netleştiremediğim bir kavramın sen dekiyle çakışması sonucunda ortaya çıkan isyanın ve senden ayrı hareket etmeye çalışmam sonucu bana gösterdiğin haklı tepkinin bana dönen keskin yüzü. Mutluluk çünkü beni böylesine içten sahiplenmiş olduğunu öğrenmenin ruhumda yarattığı iyileşme. Tanrı şahidim ki o gün ellerimin titremesini geçiren tek şey yaşadığım bu mutluluktu.
Söylediklerinde haklıydın. Aslında senden ayrı davranmak gibi bir gayretim yoktu. Sanırım her zaman ki gibi yersiz bazı konuşmalarımdan birini yapmıştım sana. Şeytanı durdurmak kimi zaman zor oluyordu. Niye olduğunu da bilmiyorum ama seninleyken beni daima istemediğim şeyleri söylemeye zorluyordu. O günü zor bela atlaşmıştık. Fakat içimde tuhaf bir his durmadan beni kovalıyordu. Sanki yaralarımın kapanmayacağını söyleyen ve etrafımda dolaşan birileri vardı. O güne ve senin bu tarz şeylere olası tepkilerini gözardı etmemi sağlayan bir şeyler… Hiç istemeden çıkan cümlelerim seni benden uzaklaştırıyordu. Tanrım hala nasıl izin verdiğime inanamıyorum!
Gittiğim yerden dönerken uzun bir süreden sonra ilk defa elime kâğıt kalem almıştım. Bun da senin rolün çok büyüktü. Bana yeniden yazma şevkini kazandırmıştın. Bunu varlığınla yapmıştın. Seni düşündükçe, yaşadıklarımızı gerçeğe dönüştürünce her şey kendiliğinden oluşmaya başlamıştı. Etkin tartışılmazdı. Kalemime aylardan sonra güç vermiştin. Sen benim hayatımda bana verilen en güzel hediyeydin. Anlamlıydın. Anlamını kendi dünyanda yaşadığın şeylerle veriyordun. Yaratıyordun. Seninle yenilendiğimi ve yeniden nefes almaya başladığımı hissedebiliyordum. Nerde ve nasıl hamle yapman gerektiğini çok iyi biliyor; beni de bazı şeyleri öğrenmem için hazırlıyordun. Senden çok şey öğrendim. Sen benim hem düşüm, hem sevgilim, hem tutkum hem de öğretmenimdin. Demiştim ya birgün sana, bir şekilde hayatımda olmanı seviyorum, diye. Bu doğruydu. Ama eksikti. Sen her şeyinle benim hayatımdaydın. Seni parçalamak zordu.
İlk öykümden sonra ikincisi çok çabuk gelmişti. Yazdığım her şeyden haberin oluyordu. Onları okumanı ve tek cümleyle bile olsa hoşuna gittiğini belirtmeni seviyordum. O tek cümle ben de sayfalarca yer buluyordu kendisine. Ben uzatıyordum sense kısaltıyordun. Tamamlıyorduk… Senin için bir defter tutmaya başlamıştım. Bizim için… Bana gönderdiğin her şeyi oraya yazıyordum. Kokusu bile başkaydı. Elime aldığımda bedenime yayılan kokuyu alabiliyordum. Senin kokunu içime çekebiliyordum. Başımı döndüren o kokuyu. Hala yazıyorum. Fakat bu defa senin cümlelerin olmadan…
Bir süre seninle eskisi kadar konuşamamaya başladık. Ta ki sen “ Seni Özledim” diyene kadar. Dört günün sonunda senden aldığım en güzel cümleydi. Nasıl huzur duyduğumu bilemezsin. Hiç vakit kaybetmeden ben de oturup sana birkaç cümle yazdım. Ondan sonra bir şeylerin patlayacağı sinyalleri yavaş yavaş gelmeye başladı zaten. Gönderdiğim yazıyı okumamış olmanın verdiği sinirle bana kızmıştın. Neden kızdığını anlayamıyordum. Oysa ben, sana ulaşmak adına elimden geleni yapıyordum. Neyse ki sorun kısa sürede tatlıya bağlanmıştı. Birkaç gün daha sensiz ve sessiz gece geçirmiştim. Her sabah aynı saatlerde duymaya alıştığın bir sesi duyamamanın verdiği acıyı bilemezsin. Her gece uykuya dalıp da aradığın saatlerde uyanıp, sessizliği dinlemenin hissettirdiği yokluğu tanımlayamazsın. Bir hafta boyunca sürekli uyandım belki arasın diye. Aramadın. Ben aradım; cevap vermedin. Yaşamında seni etkileyen bir şeyler oluyordu ve ben bunlardan haberdar olamıyordum. Seni deliler gibi merak ediyor; ama hiçbir şey yapamıyordum.
Sonra sana tekrar ulaştım. Kötü birkaç gün geçirmiştin. Sesimi duyduğunda rahatlamıştın. Varlığının ve yokluğunun bende yarattığı etkiyi tuhaf bir şekilde ayırt edemiyordum. Sanki her ikisinin de kendisine özel bir tadı vardı. Fakat yanımda olmanı istiyordum. Sadece bir an değil; tüm ömrüm boyunca.
Hafta sonuydu. O sabah bir büyük belirsizlikle uyanmıştım. Neye yormam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Normalde de bir şey olacağı zaman içimin daraldığı oluyordu; fakat bu her neyse koca bir belirsizliği de beraberinde getirmişti.
Uyandığımda ilk işim beni arayıp aramadığına bakmak olmuştu. Çünkü o sabahın gecesinde sana ulaşmaya çalışmış fakat telefonu açmadığın için sana ulaşamamıştım. Sabah geldiğinde arayacağını söyleyen bir mesaj atmıştın. Fakat aramamıştın. Muhtemelen uyuyordun. Gülümseyerek yokluğuna merhaba dedim. Nasıl olsa gün içinde bir şekilde seninle konuşacaktım. Dışarıda kapalı bir hava vardı. Gökyüzünü kaplayan gri bulutlar beni oldum olası rahatsız etmiştir. Belki de belirsizliğin sebebi onlardı. O rengi sevmiyordum. Grilerin yokluğunda yaşayan bir insan için grinin varlığına katlanmak zorunda kalmak tarifsiz bir sancıdan başka bir şey olamazdı. Evden dışarı çıktığımda üzerime üzerime gelen ve beni rahatsız eden şey giderek kendini daha da çok hissettirmeye başlamıştı. Fakat hâlâ çözemiyordum. Bir şey olacaktı ama ne?
Birkaç saat sonra her zaman buluştuğumuz yerde seninleydim. Yeni gelmiştin eve. Uyuduğunu sanmıştım ama işte benimleydin. Artık birbirimize daha kolay ulaşabiliyorduk. Artık hem sesimiz hem de yazılarımız olacaktı. O an sesini duymak istedim ve seni aradım. İçimdeki şeytanın beni hazır bir şekilde beklediğinin farkında bile değildim. Ama uyandığımdan beri peşimi bırakmayan bir şeylerin olduğunu hissedebiliyordum. Hatta bunu sana da söyledim. “ Nasıl bir şey?” diye sordun. Ancak ben bile ne olduğunu bilmiyorken sana nasıl anlatabilirdim ki? İlerleyen dakikalarda bir gece önce sana ulaşmaya çalışırken karşıma çıkan sesin sahibine doğru konu kaydı. Aslında içimde herhangi bir kötülük olmadan ve sonucunda nasıl bir tepki vereceğini tahmin etmeden ısrarla aynı şeyleri tekrarladım sana. Bazen çocuk yanım ciddi şeyleri oyuna çeviriyor kendi kendine. Öylesine temiz duygularla söylediğim sözlerdi ki; şiddetle bana geri döneceğini bilemezdim.
Uzun bir süre sana ulaşmamam için açmadın telefonunu. Delirdim. Çünkü hala masumca olduğunu düşündüğüm bir şeyin bize ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Yokluğunun en büyük etkisini o an hissettim üzerimde. İçimdeki her şey öylesine alabora olmuştu ki hangi duygu bana ne anlatıyordu ayırt edemez olmuştum. Sonra dön çağrılarımı kabul ettin. Birkaç dakika sonra dışarı çıkacaktım ve sesin olmadan geçecek bir günü yaşamak istemiyordum. Çünkü ortada bir hata varsa o hata seni sinirlendirmek veya senin inadına yapılmış bir şey değildi. Ayrıldık.
Dışarıda oturuyorken aklım sende kalmıştı. Akşamüzeri bir toplantın olduğunu söylemiştin. Acaba uyanabilmiş miydin? Acaba seni arayıp uyandırmalı mıyım diye düşünüp durdum. Sonra vazgeçtim. Eve döndüğümde ilk işim geleceğini bildiğim yerde seni beklemek olmuştu. Geldin. Yanımda olmadığın halde geldiğini görmek yüzümde gülümsemeye yol açmıştı. Gülümsemiştim.
Uyanamamıştın. Lanetler yağdırdığını söylemiştin. Aksilikler üst üste gelirken sen, benim seni beklediğim yerde olmamı umut ederek yanıma gelmiştin. Tuhaf bir rüya gördüğünü söylemiş ve gördüğün rüyayı anlatmaya başlamıştın. Rüyadaki anlamın ne olduğunu bu yaşadığımız gecenin sabahında anlayacaktım.
Gece boyunca her şey çok güzel gidiyordu. Ta ki sana sorduğum sorunun sonrasında gelişen olaylara kadar. Tanrı biliyor ki bahsettiklerini dinlerken yaşadığım hüznü hisseder hissetmez sadece uyumak ve seninle daha sonra konuşmak istedim. Gidemedim. Yalnızca gözyaşlarıyla anlattıklarını dinledim. İçimden geçen ve sana söyleyemediğimse ikimizin bir çocuğu olsun istiyorum cümlesiydi. Bunu sana söyleyememenin verdiği sancı önce beni, sonra da sayemde seni hiç istemediğim yerlere götürdü. Benim derdim sadece ve sadece seninle bir hayatı paylaşmaktı. Sadece seni sevmekti. Senden vazgeçmemekti. Ne şehirler, ne insanlar benim umurumdaydı. Giderek seni kaybettiğimi hissediyordum ve biliyordum ki o dakikadan sonra sana ne söylesem anlatamayacaktım. İyice kırıldım, iyice yıkıldım. Yaptıklarımı kabullenmiyordum. Her şeyi anlatabilen ben tıkanmıştım. Çünkü öyle çok kızmıştın ki seni durdurabilecek hiçbir şey yokmuş gibi gelmeye başlamıştı.
Sonuçta gittin.
Bense derin bir uçurumun hemen önünde kalakaldım. Uzun bir süre hareket edemeden oturdum. Zaman durdu; gece kopkoyu bir karanlığa gömüldü; bense gittikçe düşüyordum.
Sabah oldu. Gözlerimi açtığımda yanımda yoktun. Gitmiştin. Gidişinin birkaç gün olacağını söylemene rağmen gitmiştin. Ruhumdaki sancıyı anlatsam, anlayabilir miydin?
Aradım. Telefonu açmana öylesine sevinmiştim ki; küçük bir çocuk gibi odamda oradan oraya yürüyor; seni bir kez daha bir kez daha içime alıyordum. Şanslıydık.
Sonra yine ne olduğunu anlayamadan ortalık toz dumana büründü. Güçlü rüzgârlar esmeye başladı. Her yer griye bulandı. Önümü göremiyordum; bağırıyordun, soluk almadan bağırıyor ve bana hakaret ediyordun. Biliyorum sana söylediklerim kabul edilebilir şeyler değildi; ama o cümlenin seslendireni ben olsam da sahibi inan ben değildim. Bu içimdeki gerçek ve sana koşan istek değildi. Ben sana gelmek istiyordum. Yalnızca sana.
Kapattın. Sanırım bu en büyük sessizliğin olacaktı. Sessizliği sevmemene rağmen!!
O gün bu gündür durmadan düşünüyorum. Bir haftadır uyuduğum uykuda sen ve bana söylediklerin beni esir aldı. Sensiz hiçbir yere gitmiyorum. Gittiğim her yerde sen de varsın. Akıllanmaksa alasını yaşadım bu bir hafta içinde. Verilen ders acıydı ama öğrendiklerim benim farkında olmadığım bir gerçeğin sahibi olmamı sağladı. Şimdi bu sesimi duyacak mısın bilmiyorum ama ben vazgeçmeyeceğim bunu biliyorum. Bizi özel kılan şeylerin gitmesine izin vermek istemiyorum. Sanırım bize bir şans daha verebiliriz. Ben olması gerektiği yerde olmam gerektiği şekilde hayatında yer almayı kabulleniyorum ve bunu nasıl yapmam gerektiğini artık çok iyi biliyorum. Uzun bir haftaydı. Sanki yıllar geçmiş gibi aynı düşüncelerle yoğruldum geceler boyunca. Hatalarımı ve yapmam gerekenleri irdeledim durmaksızın. Sana bir özür, bir de teşekkür borcum var. Kabul edersen sevinirim. Özür, yanlış bir dille sana geldiğim için; teşekkür bana öğrettiklerin için…
*“…
Apansız göz göze geldiğim./ Ayakların ayaklarıma bitişik./ Kımıltısız bir gövdeyle rüzgârın sildiği. / Bir bulup bir kaybettiğim. / Yani bir gezginin hep gittiği, /Senin yüzün benim yüzüm değil mi?”
Şimdi gel dondurma beni…
Kılıcınla bir darbe vurdun; yara aldım. Herkesin içinde bir şeytan vardır ve onu bulana kadar rahat edemez. Ben onu sayende buldum ve şimdi onunla savaşıyorum. Ruhum dinlenemiyor yokluğunda; ruhumu geri getirmeme yardım eder misin?
Her şey olabilir hayatta… İnsanlar ölebilir, yanlış cümlelere boyun eğmek zorunda kalabilir, gidenler geri gelmeyebilir. Ama sen daima gel olur mu?
Not: öyküm hala devam ediyor; senden yalnız bu öykünün değil; tüm öykülerimin kahramanı olmanı istiyorum…
* Şiir - Metin Altıok
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder