PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

11 Temmuz 2022 Pazartesi

SEN HEP HAYATIMDA KAL OLUR MU?

Uykunun hafifletemediği düşünceler arasında kayboldum. Saat gece yarısını çoktan geçti. Birkaç haftadır kendimle uğraşmaktan evle ilgilenememiş, her şeyi bir tarafa atmıştım. Biraz ortalığı toparlayayım dedim, olmadı. Bir yerden aldığımı diğer bir yere koyuyordum. Üstelik olması gereken yerine de değil. Dağınık bir hayat, iş ve ev arasında gidip geliyordum. Oysa hayatımın hiçbir anında bu denli bırakmamıştım kendimi. Son altı yıldır yalnız başına yaşamanın verdiği sıkıntılara bana mısın dememiş, hepsinin üstesinden gelmiştim. Sanki zora sokmadığım, akışına bıraktığım için her şey yolundaydı. Buna inanmak kolaydı. İnandığım işlerde başarılıydım. Ne zaman bu duygudan uzaklaşsam başıma olmadık işler açardım. Şimdiyse inandığım onca şeyden uzakta, bu evde, garip bir telaş içindeydim. Ortada büyük bir resim vardı. Zaman yoktu ve ben bu resmin içinde bir yerlerde hapsolmuştum.

Koca bir cumartesi gününü dişe dokunur bir şey yapmadan geride bırakmıştım. Tanıdık televizyon programları arasındaki gel gitler de bir işe yaramamıştı. Saat neredeyse iki buçuk olmuştu. Haftalardır bir türlü bitiremediğim kitabımı elime alıp yatağa yattım. Birkaç sayfa okuduktan sonra, okuduklarımın aslında kitap cümleleri değil de kendi cümlelerim olduğunu fark edince çaresizlik içinde ışığı kapatıp yastığıma gömüldüm. Serdar aklımı ele geçirmişti. Her yerde o vardı. Onun sesi, onun kokusu, o, o, o…

Ellerimle kulaklarımı tıkadım. Saçlarımın siyah bir perde gibi yüzümü kapatmasına izin verdim. Kıpırdamadan, öylece uykuya dalmak için bıraktım kendimi. Ne duymak ne de görmek istiyordum. Her zamanki kaçışlarımdan biriydi.

Küçükken de böyleydim. Ne zaman bir şeylerle baş edemeyecek kadar sıkışsam, kaybolurdum ortalıktan. Bir iki mızmızlanır, sonra doğru yatağa kaçardım. Kapıyı da arkamdan kilitlerdim. Annem peşimden gelir, kapı önünden “ Kıçını dönüp gitmeyi büyük marifet sayıyorsun değil mi?” derdi. O an çığlık çığlığa bağırmak gelirdi içimden. Susardım. Annemle kavgalarımız hep tatsız biterdi. Ona karşı diklenmeyi sevmesem de incelikli bir yerimi bulur, beni kanatmayı başarırdı.  Alttan almayı bir türlü beceremezdim. Hala da becerebildiğim söylenemez. Ben onun küçültülmüş bir kopyasıydım. Otoriter tavırları, dediğim dedikleri, bir şeyi kabul etmediğindeki isyanını genetik bir mirası devralmışçasına üzerimde taşıyordum.

Gece, ben ondan kurtulmaya çalıştıkça bir süre daha geçmiş defterleri açarak üzerime gelmeye devam etti. Çoğu zaman, birilerine vakti geldiğinde anlatmak için hatırlamakta zorlandığım birçok hatırayı da beraberinde getirerek. En son hangi anıdan kaçarken uykuya yakalandığımı hatırlamıyordum bile.

Her zamanki gibi yapılacak bir sürü işin arasından seçim yapmanın oldukça güç olduğu bir pazar gününe uyandım. Aklımdaki liste sürekli değişiyordu. Önce kahvaltı yapılacak, sonra geceden bırakılanlar toparlanacak, öğleden sonra da geçen haftadan ertelenmiş randevular değerlendirilecekti. Uzun süredir göremediğim o kadar çok arkadaşım vardı ki, Gökhan’la birlikte olmaya başladıktan sonra neredeyse hiçbirini göremez olmuştum. Bu benim kendi seçimimdi. Bilinçli yaptığımdan şüpheli olduğum bir seçim. Sanki hayatımdaki kişi için kendimden, kendi yaşadıklarımdan vazgeçmeyi anlamsızca yeter şart sayıyordum.

Gökhan benim hayatıma fazla karışmazdı. Hiç karışmazdı. Kendi iş hayatı ve sosyal çevresi arasında kurduğu yollar arasında gidip gelirdi. Çalışmak için bir zaman planlaması yoktu. Gecenin birinde bile bir müşterisiyle buluşabilir, ciddi pazarlıklar içine girebilirdi. İlk başlarda buna anlam verememiştim. Belki de alışık değildim. Sonraları kanıksamaya başladım. O da benim bu rahatlığımdan olsa gerek beni görmeyi hep ertelerdi. Bazen on beş günde bir görüşürdük. Bazen bir ay. Hiç söylenmedim ona karşı. Anlamasını bekledim. Olmadı. Karışık bir hayatı vardı. Ben de o karışıklığa dâhil etmek istemedim kendimi. Bir gün, İtalya’dan döndüğü günün ertesi, konuşacak gibi oldum “Yalan mı söylediğimi düşünüyorsun?” deyince, vazgeçtim. İzin verseydim saçmasapan bir yere doğru gidecekti konuşmamız.  Hayatında benden başka bir kadın olduğunu hiç düşünmedim. Yine de bu ilgisizliğiyle tek başıma bırakılmaktan dolayı kızgındım.

İlk adım her zaman zordur. Dün gece yatağın içindeyken aklıma gelen, sonrasındaysa büyük bir hızla aklımdan kovaladığım o adam, Serdar, bir türlü yakamı bırakmıyordu. Evet, bir sevgilim vardı. Ürkütücü derecede, insanların gözlerimin içine bakarken ne düşündüklerini anlayabiliyordum. Hoşuma gitmiyordu. Birileri için kendinden türlü fedakârlıklarda bulunmayı bir türlü becerememiştim zaten. Oldubitti kafamın dikine gitmeyi sevmişimdir. Başkaları umurumda bile olmadı. Ne derler, nasıl düşünürler, neyi ister ve beklerler. Bu tarz yaklaşımlara karşı içimi, hiç de hoş olmayan uyuzluklarla dolduruyordum. Yeri gelince de karşımda kim olursa, onunla savaşıyordum. Babam hep derdi. “Ne kadar da asisin bazen. Seni dizginlemek için bilmiyorum ki ne yapacağız. Burnunun dikine gitmeye bayılıyorsun.” Bense hep bir ağız dolusu bağırarak kızardım babama. Durduramazdım içimdeki öfkeyi. Asi… Asi... Asi… Yıllarca peşimi bir türlü bırakmadı bu kelime. Ne zaman buna benzer bir şeyle karşılaşsam sanki babam yanımdaymışçasına kulağımda, beynimde,  çınladı durdu. Tanrı biliyor ya bir tek onun söylediklerini unutamıyorum.

Söylene söylene yataktan kalktım. Serdar’a küfrediyordum içimden. Bana yaptıkları için. Oysa neydi. O beni yalnızca sevmişti. Bitmek bilmeyen bir arzuyla kendini bana adamıştı. Adanmışlık? Ruhuma bir zamanlar oldukça yakın olan bir duyguydu. Sonra ne olduysa oldu buz gibi soğudum bu duygudan. Kime adasam kendimi daima bir yerlerim budanmıştı. En sonunda kesip atmıştım. Bir eksik bir fazla ne fark ederdi ki! Nasılsa er geç yeni bir şeyle karşılaşacaktım.

Kalkıp uzun bir duş almanın keyfini hatırlamak istercesine banyoya attım kendimi. Bedenimden akan su ısındıkça o adamın beni ikna edebilmek uğruna döktüğü cümleler de damla damla üzerimden akıyordu. Bir yandan Gökhan’ın hayatımda gittikçe boşalan yeri, diğer yandaysa Serdar’ın o yere her nasıl olursa olsun girme isteği. Karışmıştım. Aklım da saçlarım gibi birbirine dolanmıştı. Serdar’ın bu eve her gelişinde üzerimde kalan kokusu kaçmaya, ondan uzaklaşmaya çalıştıkça daha da fazla siniyordu üzerime. Kimi zaman hafızanın türlü oyunlarla unutturmaya başardığı bazı anlar, söz konusu kokular olunca unutulmuyordu.

Duşa girerken, ‘bir daha ne olursa olsun onunla görüşmeyeceğim’ diyor, suyun altına girişimle bu sözü hemen unutuyordum. Ya da ben, onu unutmayı hiç istemiyordum. Bazen itiraflarla yüz yüze gelmek, insan kendisiyle baş başa bile olsa kolay olmuyordu.
Sıcak su, Serdar’a olan bağımlılığımı gün geçtikçe artırıyordu. Eve ilk girişinde yayılan taze parfüm kokusu ilerleyen dakikalarda yerini, uzun bir sevişme sonrasında birbirimize kattığımız o kokulara bırakıyor ve sıcak suyun tenime değmesiyle tüm o anlar, şaha kalkıyordu. Ondan arta kalanlardan arınamıyordum. Bir daha bir daha istiyordum onu. Dudaklarımı öperken kendini kaybedişini, elleriyle göğüslerimi okşarken içinde zapt etmeye çalıştığı duygularını, her seferinde yeniden yaşamak için deliriyordum. Bana neler olduğunu bir bilsem? Uzaklardan, çok uzaklardan gelen bu yabancının beni böylesine baştan çıkarmasına nasıl izin verdiğimi bir anlayabilsem…

Yok işte, sorumun karşılığı olabilecek bir cevabım yok. Kendimle dahi baş başa kalamıyorum. Serdar’sız kalamıyorum. Gökhan’ın varlığından kopamıyorum. Üstüne üstlük bildiğim tüm değer yargıları da alt üst olmuş durumda. Yine de bu yaşadıklarımdan vazgeçmeyi düşünemiyorum.

Apar topar çıktım duştan. Bornozu kaptığım gibi odaya geçtim. Önceden olsa kurulanır, üzerime rahat bir şeyler giyer öyle çıkardım. Canım istemedi. Belki de üşendim. Kanepenin sağ köşesine geçip dizlerimi neredeyse çeneme kadar çekip oturdum. Kumandayı aldım. O kanaldan bu kanala dolaştım. Her zamanki gibi hiçbir şey yoktu. Yumuşak tüylü yastığıma koydum başımı. İstemsizce derin bir nefes aldım. Kokusunu alınca irkildim. Serdar ne zaman buraya otursa, ‘bu evin erkeği gibi hissediyorum kendimi. Baksana köşem bile var gelip kurulduğum. Çok huzurlu’ derdi. Gözlerine bakar ve gülümserdim. Dayanamazdı. Köşeye, sıkıştığım yere, usulca uzanıp dudaklarımı öperdi. Sonra da belimi sıkıca kavrayıp kendine doğru hızla çekerdi. Karşı koyamazdım. Bir şeyler söyleyerek onu durdurmaya çalıştığımdaysa hafifçe toparlanıp köşesine geri giderdi. Hafifçeydi çünkü bir parçasını daima benim yanımda bıraktığını hissederdim. Gitmesini hiç istemezdim ama o bunu bilmezdi. ‘Peeekii, madem uzak kalmak istiyorsun, o zaman kalalım’ der, bordo renkli, bol tüylü yastığımı sağ kolunun altına alıp otururdu. Dayanamazdım. Birkaç dakika sonra ufak diz üstü sürünüşüyle bacaklarına dolardım bedenimi. Yüzünü avuçlarımın arasına alır, gözlerinin altındaki o derin çizgilerde yavaşça dolaştırırdım parmak uçlarımı. Parmak uçlarının tehlikeli olduğunu söylemişti bir defasında. ‘Parmak uçları hafızayı zorlayan, unutkanlıkları ortadan kaldıran şirin ve aynı zamanda baş belası bir şeydir’ diye eklemiştim hemen. O görmemişti ama ben, bilgiç bir edayla gülümsemiştim. O çizgiler sayesinde onun yokluğuyla baş edebiliyordum. Orası, onu ve onun gizli varlığını sakladığım tek yerdi.

Uzun bir süre hiçbir şey yapmadan uzandım. Masanın üzerinde duran kitaplara baktım. Hangi arada bu kadar çoğaldığını fark edemediğim çakmakları saydım. Tam altı tane çakmak vardı. Bu kadar çok çakmakla ne yaptığımı anlamadım. Yüzümü çevirdim. Kanepenin gülkurusu rengiyle yüz yüze geldim. Burnumun ucunu bastırarak tanıdık bir şeyler ararcasına olduğum yerde daireler çizdim. Ellerime baktım. Tırnaklarım renksizdi. Parmaklarımdaki yorgunluğun sebebini düşündüm. Parmaklarım yorgun muydu gerçekten? Gökhan aklıma geldi. Bu kadar küçük ellerin güçlü olmasına bir türlü anlam veremezdi. Kontrol et şu parmaklarını diye durmadan kızardı. Güya kendisini, şakalaştığımız zamanlarda, benden ona karşı böyle bir güç gelecekmiş gibi ayarlamamıştı. Ne demekse? Sanki onu usulca sevmemi istiyormuş da ben karşı koyuyormuşum. Zaten onunla birlikte olmaya başladığımdan beri, ona dair hiçbir şeyi anlayamadım. Ne zaman konuşmaya kalksam, ilişkimizdeki rahatsızlıkları dile getirmeye çalışsam ‘dırdır etme, bir kere de sessiz kalmayı’ dene derdi. Dırdır eden kadınlardan haz etmem. Dırdır eden bir kadın olmadım hiç! Bunu bile açıklamama izin vermezdi. Varsa yoksa geçit vermez duvarları. Yıkılmayan. Muhafazakârlıkla modernlik arasında sıkışmış bir benliğin, can çekişen cümleleri.

Üzerimdeki miskinliği atamıyordum. Bıraksalar saatlerce uyumak, yan gelip yatmak için sebepler bulabilirdim. Kalkıp üzerimi giyindim. Bu eve, birbirine karışmaya başlayan seslere daha fazla tahammül edemedim. Ne zamandır saçlarımı kestirmek istiyordum. Bir iki yıldır nereden musallat olduysa saçlarımla uğraşmaya başlamıştım. Murat, kuaförüm, beni her gördüğünde yine ne isteyecek benden bu deli kadın diye şaşkın gözlerle yüzüme bakardı. Hep aynı şeyi isterdim aslında. Biraz kadınsı, biraz çılgın kimi zaman da çocuksu ifadeye sahip olabileceğim bir model. O da makası eline alır almaz hızlı el hareketleriyle oradan buradan kesmeye başlardı. Bilirdi benim uzun süre o koltukta sabit kalmayı sevmediğimi. Eli hızlıydı. Bu yüzden yıllardır ona gidiyordum. Hatta bir defasında, kesimi bitirdikten sonra aynaya bakmış ve kendimi bambaşka bir şekilde bulmuştum. Düşündüğümden daha çılgınca olmuştu. Otuzunu geçen her kadın anlamsızca, ilerleyen yaş buhranlarına girer ve yaşını küçültmeye çalışır ya ben de tıpkı onlar gibi kendimi yirmisinde taş gibi bir kadın olarak görmüş ve kocaman bir çığlık atmıştım. Ayağa kalkıp Murat’a teşekkür ediyordum ki  ‘sen şimdi bana sarılırsın da bu sevinçle’ demişti. Sarılmamı istediğini biliyordum. Sarılmak ne kelime, boynuna atlayıp iki tane kocaman öpücük bile kondurmuştum yanaklarına. Murat’ın hayretler içinde kalmış halini dün gibi hatırlarım. Murat beni severdi. Çok konuşmazdım. O ise sevdiğim kitaplardan, tangodan bahsedip sorular sorarak beni konuşturmaya çalışırdı. Aynadan hafif tebessümlerle geçiştirirdim. Sinir olurdu sessizliğime. Aldırmazdım.

Yaz günlerinin en sevdiğim saatleri, havanın yavaşça kararmaya başladığı anlarıdır. Ne sıcak ne soğuk olur. Rahatsız eden sıcak, yerini tatlı bir ılıklığa teslim eder. Keyifli bir yürüyüş için bundan iyisi can sağlığı.

Dışarı çıktım. İstanbul’un gürültüsü hiç bitmiyordu. Günün hangi saatinde olursanız olun bir yerden bir yere gitmeye çalışan insan kalabalığını görmek mümkündü. Bu şehirde insanın kendisiyle bile baş başa kalması neredeyse imkânsızdı. Onca saat evde pineklediğime kızdım. Hava muhteşemdi. Otobüse binip bu güzel havayı kaçırmak olmazdı. Yolum oldukça uzundu ama yürümeye karar vermiştim. Serdar’ı düşünüyordum. Hayatıma girişiyle alt üst olan her anımı… [İşin tuhaf olan tarafı da mutluluktan alt üst olmuş bir hayatım vardı artık.] Uyandığım ve uykuya daldığım zaman dilimleri arasında, aklıma ne zaman düşeceği belli olmuyordu. Hoş oradan hiç çıkmıyordu ya! Eksik bırakılmış yanlarımı, unuttuğum cümleleri, kendini deliler gibi mutlu hissetmenin ne demek olduğunu onunla yeniden hatırlıyordum. En güzeli onu özlüyordum. Birini, içinde herhangi bir şüphe olmadan özlemek güzeldi. Beklemek, geldiği dakika ona sımsıkı sarılıp onu bir daha hiç bırakmamak isteği, çok çok özeldi. Zaten bu yüzden kapıyla oturma odasının arasında bir yerde, uzunca bir süre birbirimize sarılır kalırdık. Sanki oracıkta ondan kopsam bir daha sarılamayacakmışım gibi gelirdi. Sağ yanağının altına dudaklarımı, başımı boynuna koyup kokusunu doyasıya içime çekerdim. İlk orada fark ettim. Ne olursa olsun kalmalıydı. İçimde, aklımda, sözcüklerimde, dinlediğim müziklerde, yolculuklarda, kalbimde, bana ait olan her duygu ve her yerde.

Yürümeye başlayalı bir saat olmuştu. Neredeyse durağa yaklaşmıştım. Sesini duymak istedim. Arayamazdım. Ama buna da alışmıştım. İnsan her şeye alışabiliyordu. Adımlarımı hızlandırdım. Çünkü ne zaman bir duygudan kaçsam böyle yapıyordum. Koşarcasına yürüyordum. Düşüncelerimle hızlanan adımlarım arasında bir şeyleri hatırlamak daha zordu. Otobüs çabuk gelmişti. Yine tıklım tıklım doluydu. Kokular, bedenler, yüzler, koltuk başlarını tutan eller, her şey birbirine girmişti. Kimseye dokunmadan arka köşede kendime bir yer bulmuştum. İstemediğim hiçbir şeyin tenime dokunmasından hoşlanmıyordum. İki büklüm o köşede, aklımda Serdar’la gidiyordum.

Otobüsten birkaç durak erken indim. Ne zamandır, bu şehre ilk geldiğim günlerde yaşadığım zor zamanları atlatabilmek için kendime bulduğum kırık dökük, boyası dökülmüş o bankta oturmamıştım. Hani bazı şeyler vardır, birine anlatamayacağınızı ya da anlatmanın zahmetli olacağını düşündüğünüz… İşte o bank, benim dile dökemediklerimi dinleyen sessiz sedasız arkadaşımdı.

Haliç her zamanki gibi tek başınaydı. Nedense bu her yandan kıstırılmış su parçasını kendime benzetirim oldum olası. Sanki Hasköy’den, Fatih’e uzanan bir yalnızlığın karşılaşması gibi bakar gözlerime, sessiz ve yalın. Tüm giysilerini üzerinden çıkarıp bir kenara fırlatmıştır. Çırılçıplaktır ve üşüyormuşçasına titrer. Havanın sıcaklığına aldırmayışı kendi yazgısına düşülmüş tarihtendir belki de. Onca hezeyan, onca savaş ağır gelmiştir yüreğine de böylesine kapana kısılmıştır Haliç’in bahtı. Sessizliği canımı yakar. Oysa konuşsun isterim. Acılarından, çekip gidenlerden…Sesini duymasam da bana bir şeyler fısıldasın. O susmayı tercih eder ama ben anlatırım içime binlerce kor bırakıp kaçıp gidenlerin öyküsünü. İşte bugün de sırf birkaç söz söyleyeyim de beni duysun diye buraya gelmiştim. Sesimi duyurabildiğim için şanslıydım.

Başladım anlatmaya vakit kaybetmeden. Kuş sesleri karıştı mırıldandığım cümlelere. Gülümsedim. Doğanın cana yakın, insancıl tarafı beni her zaman kendime getirmiştir. Böyle anlarda bir dostun bile kapısını çalamayacak kadar insanın kendi başına kalmış olması acıydı. Birkaç defa dilimin ucuna gelse de söylemek için çırpınsam da başarılı olamamıştım. İçteki sızıyı dağıtacağını düşündüğün an geliyor sanki hiçbir şey paylaşmamışsınız, onca arbededen birlikte çıkmamışsınız, her ne olursa olsun yan yana kalacağız sözleri hiç söylenmemiş de, sana uzak bir şehirmiş gibi orada öylesine durabiliyordu. Yargılanma olasılığının böylesine ağır bir duygu olduğunu en nihayetinde ben de öğrenmiştim. Korkuyordum. Belki bana o an içinde, yaşadıklarımı anlatırken sessiz kalacaktı. ‘Seni anlıyorum can dostum’ diyecekti. Peki ya sonra, sonra hiçbir şey olmamış gibi mi davranacaktı? Davranabilecek miydi? İçten içe bana kızarken ağzından çıkan kelimeler beni mi destekleyecekti? Ya da gönülsüzce bana mı bırakacaktı seçimi. Samimiyetsizlik kadar sinirlendiğim çok az şey vardı. O yüzden bütün olanları kendime saklamak daha kolaydı. Hiç değilse kendi kendime attığım tokatların üstesinden gelebiliyordum. Ama onun tokadını hiç yememiştim. Biliyordum, ağır gelecekti. Kendimi aşağılanmış, aşağılık bir şey yapıyormuş gibi hissedecektim. Sustum. İçim yana yana sustum. Bazen vicdanın içten gelen sesini duymak daha gerçekti. Ona birisi müdahale ettiğinde baş etmek için çok daha fazla çaba sarf etmek gerekiyordu.

Güneş iyiden iyiye kendini gözden kaybolmaya başlamıştı. Gökhan kim bilir neredeydi? İlişkimizin gideceği bir yer yoktu. Birbirinden haberdar ama aynı oranda da uzak olan iki insandık. Varsa yoksa Serdar’ın kuşattığı bir evrenin ayak izlerinin peşinden gidiyordum. Haliç bile içimdeki birden fazla sesin durulmasına yardımcı olamamıştı. Ne kadar anlatsam da her cümle bambaşka bir anı da beraberinde getiriyordu. Boşalan duyguların yerini yenisi alıyordu. Oturduğum banka gözüm ilişti. Hiç tanımadığım insanların bıçak darbeleri, isimleri, muhtemelen yağmurdan silinmeye yüz tutmuş birkaç kelime, hepsi bir hikâyenin dile getirilmiş kahramanlarıydı. Onlar da benim gibi burada oturmuş, bir şekilde kendilerini ifade etmeye çalışmışlardı. Bir yerlerde hiç tanımadığımız ne kadar da çok ortak kader anlatısı vardı. Bu nedenle sahiplenmek kolay oluyordu.

Gökhan’ı aradım. Her zamanki gibi uzun uzun çaldı. Ses yok. Birkaç gündür ona ulaşmak neredeyse imkânsız hale gelmişti. Operatörlerin sevimsiz bant kayıtlarını dinlemek sinir bozucuydu. “Aradığınız kişi şu anda bir başkasıyla konuşuyor, aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor, aradığınız numara artık kullanılmamaktadır.” Benimse aradığım numara artık açılmıyordu.

Biraz daha oturdum. İçimden geçenleri söylemediğim zamanlarda başlayan kaybolmuşluk hissi içtiğim sigaranın dumanı gibi etrafımı sarıyordu. Yine de burayı seviyordum. Bir şekilde beni anladığını, varlığımın bile anlaması için yeter bir sebep olduğunu hissedebiliyordum. Nesnelerin dünyası sadeydi. Bizim gibi hesapları yoktu. Düşünmek, insanoğlunun ödediği en büyük bedeldi. Yollar iç içe girmeye ve o yollar üzerinde lâbirentlerimizi kendimiz yaratmaya başladıkça, mutlak sona kadar devinim devam edecekti. Fedakârlık yapmayı hiç bilmeyen bir insan bile olsa, eninde sonunda herhangi bir şey için yapacaktı. Güzellikle olmayan zorla oluyordu nasıl olsa.

Eve gitmeyi istemiyordum. Ağır ağır doğruldum. Karşıda, Balat tarafında havai fişekler patlıyordu. Yaz, kış demeden aşina olduğum bir görüntüydü. Balat ve o taraflar için havai fişekler, geceyi karşılayan güneş ışıkları gibiydi. Önce ıslık çalıyormuşçasına yükselen, ardından güm diye yavaş yavaş inişe geçen bir ses duyarsınız. Oysa bir havai fişek neye benzer hiç bilmem. Üstelik çoğu zaman da korkarım. Kim bilir birileri de bu durumdan mutludur. Hayat karşılıksız çek gibiydi biri size mutlaka veriyor ama iş bozdurmaya gelince, karşılığını bulamıyordunuz.

Haliç’in kıyısından Koç Müzesi’ne kadar yürüdüm. Oradan yol kenarındaki daracık kaldırımlardan ilerleyerek Aynalıkavak’a kadar çıktım. Burada nerdeyse her ev, her bina birbirine kapı komşusudur. Bitişik nizamda yükselir her şey. Başınız döner. Gökyüzünü görememek ürkütür kimi ara sokaklarda. Ama sıcaktır da buranın kalabalığı. Havası yalnızca kendinedir. İstanbul’un gürültüsünün, birbirinden uzak insanlarının sözü geçmez. Kendi halinde kapana sıkışmış bir hali vardır. Demirciler, oto tamircileri, fabrikalar eşlik eder yol boyunca. Hele böyle neredeyse geceye dönükse zaman, karanlıktır da. Sokak lambalarının dermanı yoktur. Aydınlığı bir tek kendinedir. 

Aklımda eksilmeyen düşünceler, kalbimde elimi kolumu bağlayan ve asla dikiş tutmayan bir ilişki karmaşasıyla yol boyunca yürüdüm. Gelen ilk otobüse atlayıp Şişhane’de indim. Ara sokaklardan Pera’ya çıktım. Burası İstanbul’un en sevdiğim yerlerindendir. Eski binalar tuhaf hikayeler anlatır size. Tarihin koridorlarında yankılanan sesler duyarsınız. Adımlarınız sessizce eşlik eder bu yolculuğa. Kabarelerde çalınan müzikler dolar kulaklarınıza. Sanki birdenbire zamanda bir anı atlamışçasına gözünüze değen her yer her şey başkalaşmaya, bugünün çok sesliliğinden uzaklaşmaya başlar. Birkaç yüzyıl öncesine yapılan bu geçiş içinizi anlatılmaz bir coşkuyla kaplar. 

Bu geçiş bana iyi geliyordu. Her defasında aynı duygularla, aynı sokaklardan geçiyor olmak içimi dolduruyordu. Bir şansım olsa, zamanda geriye gidebilsek hiç düşünmeden o geçmiş hikayelere giderdim. 
Akşam olmuştu. Biraz hayaller biraz da gerçeklerle günü devirmiştim. Elde kalan yine aynı hezeyanlardı. Serdar zamanı geldiğinde hayatımdan çekip gidecekti. Biliyordum. Ne ben onun hayatına tam olarak girebilecektim ne de o benim hayatıma girebilecekti. O son noktaya hangi koşulda geleceğimizi bilmeden gizli kapaklı gerçekliğimizde zamanı öldürmeye çalışacaktık. 


Saat gecenin üçü. Yine ne yaparsam yapayım uyuyamıyorum. Küçük bir kız çocuğunun dinlemeden uyumayacağı bir masal gibi ben de sana dair bir şeyle karşılaşmadan lanet olası gözlerimi kapatamıyorum. Sabah, er geç olacak. Gökyüzü ya derin bir maviyle kaplanacak ya da gri siyah bulutlarla örtünecek. Gündelik telaşlar sabahın erken saatleriyle birlikte ayaklarımıza dolanacak ve ikimiz de birbirinden farklı yollarda, bir yerlere yetişmek için yola koyulacağız. 
Bin bir zorluklarla günü devirmeye çalışırken aklımıza gelip orada çöreklenen anların bekleyişiyle birbirimizi deli gibi özleyecek, bir araya gelmenin fırsatlarını yaratmak için çaba sarf edeceğiz. 
Ve gün gelecek bütün çabalarımız çaresiz kaldığımız bir gerçekle son bulacak… Yine de sen hep hayatımda kal olur mu?