PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Beni Bu Sıralanış İçinde Bir Yerde Bırak-ın

"Her şey yerli yerindeydi, geceyi saymazsak. Hapsolmuş ne kadar yangın varsa içimizde, sokak çocuklarının telaşıyla sarmıştık. Adını konduramadığım mazinin başkahramanı bu harfler. Gözlerim kapanmadan ve bu düğüm kendiliğinden çözülmeden, seni duymalıyım küçük bir mektup sayfasından dökülürken yaşam..."

Aralık dökümleri...
Sayfa sayfa akıyor her şey...

Büyük ve sessiz taş parçalarının arasından kırılmaya yüz tutmuş bir kaç söylem ardı ardına sıralanıyor semaya. Bir yakada sen diğer yakada ben... İncitmeden düşleri ve aşkı, bir ipi baştan sona yürüyeceğim ayak bileklerimdeki inceliğe aldırmadan...

Huysuz bir aldanış... Arkamda neyin yükselen tonları, gecede hızla atan bir bekleyiş; kim bilir kalbi nerede gidenlerin?

Atar damarlarımda titreyen bir yalnızlık gölgesi, her ne zaman bu kelimenin kıyısına vursam saçlarımı, benden öte bir şeyler kayıp gidiyor hırçın denizlerin huzurlu bakışlarından. Yanaklarımı ovuşturmaya başlar anlamsız bir kaç dokunuş... Gece oluklarımdan damlar, gökyüzü usuldan inlemeye başlar ve yağmur kırılganlığını fark ettirmeden, ince ince teslim eder kendini dokunulmamışlığıma... Tenim ağlar, ellerim sanki tüm evreni yerinden oynatabilecek kadar güçlü bir savrulmayla yine kendine döner. Kaybolurum sessizliğinin ardında...
Susarsın...
Aramazsın...
Sonra bir an gelir, hiç beklenmedik bir dilimde avuçlarımı telaşlı sesine teslim ettirmeyi başarırsın...

Kısır kalıyorum doğmamış tanımlarımın öncesinde. Bazen gülümsemekle yetiniyor bakışlarım. Bazense içimdeki haşereliğe teslim ediyorum suskunluklarımı… Ne yapsam yetişemiyorum dalgaların hızına. Arada, soluklandığın zamanlarda, başlıyorum inceltmeye geceyi. Bir an önce cevaba kavuşturmak için taşan kısımlarımı, var gücümle soyuyorum derimi. Özlemin çağırıyor…

Uzatsan ellerini ve kan ter içinde dokunuşların salınışında bıraksak aşk zamanlarımızı. Odanın duvarlarına en sevdiğimiz melodileri işlesek dudaklarımızdan akıp giden ıslaklıkla. Soyunsan ve aşkın çıplaklığında ben, vücudunun yollarından geçsem, uyandırmadan İstanbul’u…

Orada kal... Hani camların arkasından seyrederken bir tarlayı ya da ne bileyim bir iki yudumda tutarken yolculukların geçişini... O puslu masalın, bir şehirden diğerine giderken gözlerinde bıraktığı ayrılıkta... Kavurgan, yanık, loş, tenha hüzünlerin el değmiş yıkıntıları arasında. Kaç defa yoklandı terimiz altında geceler? Kaç pazarlık yapıldı izbe duyguların gölgesinde? Söylesene, yalnızlık bu kadar mı cevapsız bırakır insanı? Senin bahanelerin yoktur bilirim.

Her güne koca bir kıskançlık çiziyorum. Her girdabın içine bile bile kendimi sürüklüyorum. Ağzımda tuzlu bir ıslaklık... yanı-yorum...
Beni bu sıralanış içinde bir yerde bırak-ın!!

Şimdi gidiyorum...
Küçük kâğıt parçalarına, çoktan vakti geçmiş bir fotoğrafın karelerini teker teker serpiştirmem lazım. Elbise dolaplarında bıraktığım kaçışlarımı toparlayıp, yüreğimin valizlerinde kocaman bir yer açmalıyım. Karşı kıyıdan yükselen namelerin ince ince raks ettiği senden uzak bu şehirde, attığın her ilmeği özenle saklıyorum. Günün birinde hikâyesini yazdığımız bir nefes, kendi hikâyesini bizim bıraktığımız yerden devralıp yazmaya başlayacak…
Biliyorum, bu yokluk ikimizi de kanattı bir zamanlar. İkimiz de gövdesi parçalanmış aşkların saçaklarında kuşandık ürperişleri. Her saniye sustuk, oysa ne çok bağırıyorduk!

Perdeyi aç.
İstanbul'u ağlat!
Tren garından topla dökülmüş, kırılmış, yalnızlıkla çarpılmış her maziyi.

"Bu gece sesini duymak isteyeceğim" dediğinde, saat gece yarısına kollarını çoktan açmış olacak...
Öpmelisin...

Beni bu sıralanış içinde bir yerde,
Beni bu sıralanış içinde bir,
Beni bu sıralanış içinde,
Beni bu sıralanış,
Beni bu,
Beni...

"Bir yerde..."

27 Mayıs 2010 Perşembe

Asansör

Köhne ve duvarları neredeyse çatlamaya yüz tutmuş otel odasının bir köşesinde dizlerini karnına çekmiş, öylece yerde oturuyordu. Işıkları yaktım. Odanın penceresi yoktu. Sadece ufacık, havalandırma için yapılmış o da muhtemelen ara boşluğa bakan bir pencere vardı. Zifiri karanlıkta neredeyse hiçbir şey gözükmüyordu. Parçalanmış tahta sandalyelere basmamak için güçlükle ilerledim. Yüzü, bütün o bildiğim yüzlerden biraz daha solgun, terli ve ürkekti. Korkunun izleri bakışlarına yansımıştı. Elimi uzattım. Tutmak isteyeceğinden emin değildim. Ne de olsa birbirini ilk defa gören iki insanın yabancılığını her ikimiz de taşıyorduk. Birkaç defa apartman girişinden asansöre doğru yürürken karşılaşsak da nedense o hep beni görünce merdivenlerden çıkmayı tercih etmişti. Asansöre iki kişi binememe fobisi vardı belki de.
Böylesine bir yalnızlık içinde nasıl yaşadığını düşündüm hep. Kendi kabuğuna çekilmiş bir salyangoz gibiydi. Tesadüfen, pencereden sokağı izlediğimde birkaç defa daha onu gördüm. Fazla değil en fazla iki saatliğine bir yere gidiyor ve geri dönüyordu. Sonraki zamanlarda ise hiç görmedim.  Zaten onu bu otel odasına kadar gecenin bir yarısında takip etmemin nedeni de aylardan sonra ilk defa açılan kapı sesini duyup neredeyse hiç dışarı çıkmadığını düşündüğüm bu tuhaf kadının, ne yaptığını merak ediyor olmamdı.

Bir süre ne yapacağını bilmez bir halde sokak sokak yürüdü. Saate hiç bakmamıştım ama uzunca bir zaman peşinden gittim. Hatta vazgeçmeyi bile düşündüm. Öyle ya ne işim vardı. Kimdi, ne yapardı, adı neydi hakkında hiçbir şey bilmediğim bir kadının arkasından apar topar kendimi sokaklara vurmuştum.

Apartman sakinlerinin birçoğu, yıllardır orada oturan insanlardan oluşuyordu. Tam bir aile apartmanı desem yeridir. Ben taşınalı yaklaşık altı yıl geçmişti. Annem, babam öldükten sonra Fransa'ya kız kardeşimin yanına gitmiş, babadan miras bu eve de ben yerleşmiştim. Eşyaların çoğunu değiştirmek zorunda kalmıştım. Çocukluğumu hatırlamak istemiyordum. Bir dönem, babamın o eşyaların arasından gelen sesini duymak bana ağır gelmişti.Sanki her zamanki davudi sesiyle: " Fikret, oğlum, babanın yanında düzgün otur. Bacaklarını topla eşek herif! Sana şunu bir türlü öğretemedim gitti." diye söyleniyordu. Yalnız bu olsa, neredeyse bütün kavgalarımıza neden olan küfürleri de sektirmeden sıralıyordu. Ben de daha fazla dayanamadım. Ondan kalan ne var ne yoksa her şeyi sokaktan geçen hurdacıyı çevirip ona verdim. Adamcağızın mutluluğuna diyecek yoktu. Onu da iyice tembihledim. " Bir daha asla bu mahalleden, bu sokaktan geçmeyeceksin. " " Emrin olur geçmem abicim" diye yaya yaya tekrarladı.

Üç dört ay halının üzerinde oturdum. Hemen bir şey almadım. Evin ve gönderdiğim geçmişin boş sesini dinledim. İnsan hayatından bir şeyleri çıkardığında söylenildiği gibi anlamsız değil; anlamlı bir boşluğa düşüyordu. O boşlukta yaşadım. Sonra yavaş yavaş her şeyi tamamladım.

Yine birgün, oturma odasına koltuk almaya gittiğimin dönüşünde, kamyonetin arkasında durmuş hamalları takip ediyordum.
" Dikkatli olun. Kardeşim biraz yavaş taşısana, çizeceksin."
Bıraksanız paldır küldür taşırlar. Eşyalar yeniymiş, başlarına bir şey gelirmiş hiç umurlarında olmazdı. Söylene söylene kamyonetten takımları indirmişlerdi. Önlerine geçtim. Apartmanın giriş kapısını açmak için  merdivenleri iniyordum ki bu kadınla karşılaştım. Yol verdim. Teşekkür bile etmedi. Simsiyah saçları vardı. Gözlerine baktım, sanki bakıyordu ama burada değildi. Asansöre doğru yürüdü. Ben de arkasından koşup kapıyı kapatmasını engellemek için kapıyı tuttum. Birdenbire kolumu itip kendini dışarı attı ve merdivenleri hızlı hızlı çıkmaya başladı.
" Deli mi ne. Sanki sana bir şey yapacağız. Manyak."
Arkasından söylendim. Duyup duymadığını bile bilmiyorum. Zaten böyle zamanlarda sesim çıkmaz benim. Ha kendime söylemişim ha havaya.

Zor bela bütün eşyaları taşımıştık. Evin kapısını kapatıp kendimi yeni yatağıma ve yeni yaşamıma attım. İşe de gitmeyecektim. Rahatça dinlenebilirdim. Pink Floyd'un en sevdiğim albümü Division Bell'i koyup gözlerimi kapadım. O garip kadının bir hışımla kolumu itip asansörden merdivenlere gidişi, uzunca bir zaman aklımdan çıkmadı. Kalkıp kahve yaptım. Odalar arasında gidip geldim. Dışarıda birbirine karışan insanların yalnızca gürültüden ibaret seslerini dinledim. Oturdum. Uzandım. Televizyon izledim. Nafile. Kadın sinirlerimi fena halde bozmuştu. Hatta bir ara gidip yaptığı terbiyesizliği ona ödetmek bile istedim. Ne diyecektim ki? " Ben karşı komşunuzum." "Hayır, ben sizin bugün asansöre bindiğinizde, kabaca kolunu ittirip apar topar kendinizi dışarı atmanıza neden olan adamım. İnsan biraz kibar olur " mu diyeceğim. Hiçbir şey yapamadım. Sinirimle evin içinde dolanıp durdum.

Ertesi gün uyandığımda geceleyin beni rahatsız eden bütün duygular yerini sakinliğe ve derin bir sessizliğe bırakmıştı. O kadını bir dahaki karşılaşmamıza kadar ne gördüm ne de düşündüm.

Biraz daha yürüdükten sonra köşe başındaki büfelerden birine girip tost aldı. Kaldırımın köşesine oturup etrafını şöyle bir kolaçan etti. Sanki günlerden beri hiç bir şey yememiş birinin iştahıyla üç dört ısırıkla, koca tostu yutuverdi. Telefonunu çıkardı ve tatsız birkaç konuşma yaptı. En sonuncusunda karşındaki her kimse küfürlerden epey bir nasibini aldı. Sonra da onu bulduğum bu otele girdi. Bir süre dışarıda bekledim. Belki de iki üç saat. Beklerken, otele birkaç yabancı hayat kadınıyla, zengin oldukları her hallerinden belli adamlar girdi. Arada, tıpkı onun gibi tek başına girenler de oldu. Karşı komşum bir fahişe olabilir miydi? Öyle olsaydı eve her gece birini alması muhtemeldi. Ya da bir şekilde dışarı çıkması. Ama ne gelen vardı ne de o, bir yere gidiyordu. En azından ben görmemiştim. Kıyafetlerinden, yürüyüşünden, makyajından da bir şey anlaşılmıyordu.

Biraz daha beklemeye karar verdim. Otelin hemen karşısındaki küçük çay evine oturdum. Saat neredeyse sabahın altısı olmuştu. Gün ağarmaya, benim de gözlerim iyiden iyiye kapanmaya başlamıştı ki otelin kapısından, gömleğinin düğmelerini elleri titreyerek iliklemeye çalışan bir adam çıktı. Yukarıdaki pencerelerden birinden: "Allah belanı versin hayvan, yine aynı şeyi yaptın! Bütün derdin sadece beni becermek ve sonra defolup gitmek! Puşt!" diye avaz avaz bağıran bir kadın sesi geliyordu. Ses sanki önce bir boşluğa düşüyor, sonra yükselerek oturduğumuz caddeye yayılıyordu. Tam olarak nereden geldiğini anlayabilmek için ön tarafa bakan pencerelere baksam da hiçbir şey göremedim. Otelden çıkan adam, hemen yanı başımda park ettiği arabasının önüne gelip üstünü başını düzeltti. Bir süre anahtarlarını hangi cebine koyduğunu bulamadı. Söylenmeye başladı: " Orospu bir de bana söyleniyor. Asansör de asansör. Bu kaçıncı beni rezil edişi elaleme. Sanki başka yer kalmadı. Asıl senin Allah belanı versin. Hay aksi anahtarlar da yok. Kim bilir nerede düşürdüm." Ceketini çıkardı. İç ceplerini iyice bir aradıktan sonra buldu. Arabasına binip gitti.

Karşı komşum halâ ortalarda yoktu. Adamın söyledikleri aklıma takılmıştı. Özellikle de asansörle ilgili olan cümlesi bir şekilde olanların, buraya kadar gelmeme sebep olan kadınla bir ilgisi olabileceğini düşünmeme neden olmuştu. Hızla otele girdim ve saatler önce buraya gelen kadının hangi odada kaldığını resepsiyon görevlisine biraz para vererek öğrendim. Asansörle yukarı çıkacaktım ki resepsiyondaki adam: " Abi gözünü seveyim merdivenlerden çık, bi arıza çıkmasın sabah sabah," dedi. Anlamadım. Bir asansördür gidiyordu. Zaten ben de o kadınla ilk karşılaşma anımızdan bugüne ne zaman asansöre binsem, keyifsiz bir haldeydim. Kadının tavrından mı, ne yapmaya çalıştığını anlamayışımdan mı bilmiyorum ama benden önce biri asansöre yönelmişse o gün bugündür ya adımlarımı yavaşlatırım ya da yetişmeye çalışmaksızın binerim.

Altıncı katta on sekiz numaralı odaya geldiğimde odanın kapısı ardına kadar açıktı. Asansör de altıncı kattaydı. Kapıyı sessizce ittim. Perdeler siyahtı. Odada hiç pencere yoktu. Ter ve parfüm kokuları birbirine karışmıştı. Adım atacak oldum, ayağıma bir şey takıldı. karanlıktan neredeyse hiçbir şey görünmüyordu. Eğilip el yordamıyla ne olduğuna baktım. Sandalyenin kırık bacağıymış. Bir adım daha attım. Her yerde bir şey vardı. Oda savaş alanına dönmüştü. Banyo kapısının hemen köşesinde, yerde, onu gördüm. Ağlamaktan makyajı akmış, gözlerinin etrafı simsiyah olmuştu. Beni görünce iyice kendine kapandı ve dizlerini karnına yaslayıp başını o aralığa gömdü. Elimi uzattım. Gelmesini istedim. Ses vermedi. Çok korkmuştu. Her halinden belliydi. Ama neden ve niye korktuğunu anlayamıyordum. O adamla muhtemelen ilk defa görüşmemişlerdi. Daha önce de buraya geldikleri ve birkaç defa beraber oldukları belliydi ya da daha fazla. Adam apar topar otelden çıkmış o ise burada, üzerinde sütyeni ve altındaki şortuyla kalakalmıştı. Yüzünde veya bedeninde herhangi bir şiddete maruz kaldığını gösteren bir yara, iz yoktu.

Güçlükle de olsa kaldırdım. Eve götürmek için odadan dışarı çıkardı. Bir ara "çantam", dedi. Girip o dağınıklıkta çantasını aradım, buldum. O halde merdivenlerden inecek gibi değildi. Asansör zaten altıncı kattaydı. Kapısını açmak için kapıya elimi uzatmıştım ki birdenbire kolumu tutup geri çekti. Sanki az önceki bitkin, yorgun, o kendinden geçmiş halinden eser yoktu. Bu defa geçen sefer ki gibi davranmasına izin vermedim. İki kolundan yakalayıp asansöre bindirmek için kapıyı açtım.
Asansörün içinde on sekiz on dokuz yaşlarında  genç bir kız, boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Bir ona bir de yanımdaki kadına baktım. Ne yapacağımı bilemedim. Gördüğüm manzara, o çıplaklık, yüzündeki makyaj, ten rengi her şey aynıydı. Yüzleri bile!

Merdivenleri hızla inip otelden kaçarcasına çıktığımı hatırlıyorum. Hiç durmadan eve kadar koştum. Apartman kapısının önüne geldiğimde titreyen ellerimle anahtarımı çıkarıp deliğe sokmakta zorlandım. Anahtarlar yere düştü. Eğildim. Başımın arkasında büyük bir ağrıyla kalktığımda altıncı katta, on sekiz numaralı odadaydım.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Söylesenize Siz Hiç?

“ Yaşamın bir sırrı vardı gözlerde… Bakışların saydamlığının hemen altından yayılan ve insanın hücrelerine kadar işlemesini başarabilen. Bir kuşun kanadı gibi gökyüzünde süzülmeyi becerebilen bir sır vardı gözlerde…”

Bir tek sevdanın yazgısı düşüyordu yazıların gölgesine. Her şey, tepeden tırnağa, tıpkı bir çocuk sevecenliğinde kaleme alınıyordu. Geceler her zaman uzundu. Dönencelerin tarihine işleyen dönümlerin olmadığı yegâne yer, belki de dizginsiz bir şekilde yuvarlanmış kelimelerin yan yanalığıydı…
Söylesenize siz hiç sevebildiniz mi birini?

Yaklaşmak istediğini biliyordum. Ürkütmeden ama olabildiğince hızlı ve coşkulu. Elini nereye koysa, ya da bakışlarını nereye düşürse karşısına hep ben çıkıyordum. Ben ve kelimelerim. Dinliyordu… Hani öyle bir orada bir burada değil. Daima yanımda ve içimde. Ne zaman dünyayı durduracak olsam, onun bakışlarının fırtınasıyla irkiliyordum. Kaç defa denediğimi, en azından denemeye kalkıştığımı iyi biliyorum. Sanki mutlak bir patlamayla karşı karşıya kalacakmışım gibi içimde devleşen kelimelerin kenara sıkıştırmasıyla, öylece kenetlenip kalıyordum cümlelerin hiçbir zaman sonunu getiremediğim yerinde. Oysa ne çok dillendirmişim değil mi yaşamı ve yaşamda ayıkladığım birçok şeyi.
Sorsam size, ne dersiniz?

Ben neyin altını kazıyorum yıllardır ya da kimi zaman büyük bir hışımla, kimden çıkarıyorum gözyaşlarımın bir türlü derman vermeyen dününü, bugününü, yarınını?
Sorsam size, haklı bir cevap verebilir misiniz kabul edilebileceklerden?

Siz de pekâlâ benim gibi biliyorsunuz yalnızca yaşayanın içinde saklı kalabilecekleri… Ondan her şeyi alıp bir kenara fırlatsanız da onda kalacakları… Orası belki de taşıdığımız kimliklerin en masum olan yeri. Henüz kimsenin dokunmayı başaramadığı, sürekli bir koruma halinde olan tek yer! Öz…

Kabuğundan çıkmayı başarabildiği, hani şöyle aydınlığının dışa vurduğu ve bir güneş gibi içimi ısıttığı anlarda, kollarıma dolayıp bütün bedenini içime sarasım geliyor sakinliğini. Her türlü çocukluk oyununu onunla oynamak, türlü mızmızlıklarla sevgimi dillendirmek ya da en yorgun olduğu saatlerde, yorgunluğunu ondan alıp çok uzaklara götürebilecek doğa üstü güçlere sahip olmayı ne çok istiyorum. Tüm bunların hepsini barındıran bir gökyüzüm var. O da bu gökyüzünün en şanslı gezegeni. Kendimi bazen ona teslim olmuş gibi hissetsem de bu gönüllü sahipliğinin yüzümü güldürdüğünü biliyorum. Aslında sevgimi kucakladığı ve bana bir sevgiliden çok, onu gerçekten benimsediğimi, üzüldüğü anlarda onunla üzüleceğimi bilip değer gösteriyor olması beni her şeyden çok mutlu ve huzurlu kılıyor.
İnce, dokunaklı sözleri yorulduğumda, üşüdüğümde her an beni dinlendirip ısıtmaya çalışan sıcak bir battaniye gibi.

“ Yaşamın bize kendini kabul ettirdiği anlarda, sevinçlerle doğrulan yanlarımızın her geçen gün farkına biraz daha vardığımızda, göz kapaklarımızın hafiflediğini anlamak hiç zor olmuyor. Sırrın kendisini saklamayı başarabildiği her gözbebeği ve yayılan her ışık demeti, o hep beklediğimiz huzurun dizlerine başımızı rahatça bırakabilmemizi sağlıyor…

Yaşamın bir sırrı vardı gözlerde…
Soğuk kış günlerinde sevdiğinin gözlerine bakarak şöyle doya doya sarılıp uyuyabilmek; yahut sıcak bir yemeği paylaşabilmek baş başa… Aynı filmi aynı kanepede uzanarak sessizce izleyip not düşebilmek izlenimlere... Bir çocuğun annesinin yanında hissettiği güveni kalbe taşıyabilen, bir sır vardı gözlerde. ”

Yalnızca gövdesini karanlık perdelerden kurtarabilmiş yüzler korkmuyordu gelecekten; aynanın karşısına durup dikildiğinde, hazmedilmeyen sözcükleri yüreğinde bir yerde taşımayanlar… Korkular her zaman vardı. İçsel hezeyanlarımızın olmadığı yegâne an belki de sıcak tebessümlerin dudak kenarlarında birleştiği o andı…
Söylesenize siz hiç yeterince sarabildiniz mi birini?

 Öyle uzun uzun hiç durmaksızın gözlerime bakıp kalakaldığında, aklıma hep gemiler geliyor. Hani uçsuz bucaksız maviliklerde kendi başına salınan ve rotasında giden gemiler. Ama sanki ufak bir fırtına olsa ya da ne bileyim, rotayı şaşırtacak herhangi bir şey meydana gelse, denizle gözlerin birbirine karışacak gibi…
Duruyorum. Anlamaya çalışıyorum. Susuyorum. Gülüyorum, gülümsetmeye çalışıyorum. Türlü şirinliklerle dudak kenarlarına dolmasını ümit ettiğim gülümsemeyi, meraklı gözlerle arıyorum. Somurtuyorum. Dokunuyorum. Hadi konuşsana diye içine içine bakıyorum. Olmuyor… Bir türlü, sana miras bırakılmış sessizliklerin parmaklıklarından içeri giremiyorum. Kalkıyorum, evin içinde birkaç tur atıp geri geliyorum. Yine o deniz ve yine o gemiyi aynı yerde, kıpırtısız ve durgun bir şekilde buluveriyorum. Sonra ansızın kendi içimde ayrışmış bir duygunun peşine takılıp yanından uzaklaşıyorum koşarak. Sen koştuğumu hiç görmüyorsun. Sana bakarken, ben gidiyorum. Nereye gittiğimi bilmeden, durmaksızın koşuyorum. Ayaklarıma değen yorgunluğa bir an olsun aldırmadan, nereye gittiğimi umursamadan uzaklaşıyorum. Birkaç kapı çıkıyor önüme. Çalıyorum. Ardında neyin olduğunu aslına bakarsan hiç merak dahi etmiyorum. Yine de bir şeyleri bulabilmek uğruna, sesimi duyurabilecek birkaç hamle yapıyorum. Ses yok. Diğerine geçiyorum. ‘Kimse var mı?’ diye bağıracak oluyorum ama birdenbire sözcüklerimin kenetlendiğini fark ediyorum. Geri çekiliyorum. Seni o denizde bırakmak hiç istemiyorum.

“ Yaşamın hükmünün ne olduğunu unuttuğumuz anlarda başlar geri çekilmeler… Tutukluk bir tek dilde başlamaz. Susku, kanatlarını meleklerine devreder ve melekler taşır dile düşmeyenleri. Kimi zaman aydınlık bir odada göremediğimiz benliklerimizin iç yüzünü, loş bir ışığın sarmaş dolaş kollarında fark ederiz. An kimse için geçmemiş; zaman, an’ın etrafındaki çeperlerini unutmamıştır. Henüz yazmadıklarımız, henüz resimleyemediklerimiz ve belki de kimi zaman gizlemekten bir an olsun çekinmediğimiz, bütün o saf ve pürüzsüz yanlarımız tıpkı bir kardelen gibi çıkıverir ortaya. Tüm bedenimizi parçalayarak, yaşamak uğruna düşüverir gözbebeklerimize…

Yaşamın bir sırrı vardı gözlerimizde…

Bağlanan kalplerimizin yanı başında, çağıramadığımız ama peşimizi nedense bir türlü bırakmayan korkularımızın içinde, gecelerin güneşle barışık olmayı tercih etmediği anlarda, ürkekliğimizde bir sır vardı…

Ben o meleklerin hafifçe havalanıp uçtuğunu, beyaz tüllerin gölgelere rağmen, o gökyüzünün altında bir evde durmaksızın havalandığını, bu gözlerde gördüm. Tesellilerden ya da yapıştırılmış öğretilerden oldukça uzakta, senin yanında, sana bakarken… O melek, çoktan kanatlarını açıp beni kollarına aldı bile…
Belki bir nisan yağmuru gibi gelmiştin, benim için tüm mevsimler olacağını nereden bilebilirdin ki! Gülümsememi saklayabileceğim bir sır vardı gözler(in)de…

Sadece sevdasını gözlerindeki ifadeye düşürebilenler gerçekten sevebiliyordu. Kuşatmada kendini siper ederken sevdiğini yanından ayırmayanlar… Her şüpheye, her sorguya, her yanılgıya rağmen elini çekmeden, yine bir tek eliyle sevgisini kavuşturabilenler sevebiliyordu.  İhtimaller her zaman vardı. Yine de hayatın içinde dolaşırken, yürürken, koşarken, dans ederken, öperken, ağlarken, bağırırken, kızarken, şaka yaparken bir an olsun bizi bırakmayan belki de varlığımızın ihtiyacı olan yegâne şey oydu…
Söylesenize bir kez daha yüksek sesle, susmadan siz hiç sevebilip sarabildiniz mi birini?



Yaprak… Beyaz tüller ve güneş için…

23 Mayıs 2010 Pazar

Beni Anlatan Sözcükleri Ben Yazamam

Sokağın başındaydın! Henüz resmedilmemiş bir mahmurluk saklıydı teninde ve İstanbul ayyaş bakışlarını düşürüyordu yüzüne... Dudaklarıma düşen tarçın kokusu ve omuzumun açık geçirgenliğinde ve gerçeğinden çok uzakta bir Fransız sokağında şarabımı yudumluyorum, sen yoksun!!
Oysa bu aşk en çok sanaydı!!
Bekliyorum...


Birdenbire boşa alıyoruz yaşamı en olmadık anlarda. Sanki elimizin altında değil de düşlerimizin çatırdayan yerlerinde bizi çıldırtan dik bir yokuş varmış gibi... Boğulduğumuzda, bir geri bir ileri giden adımlarımızın şaşkınlığında, ne yapacağını bilemeyen garip misali sallanıyoruz...Oysa yaşam her zaman boşa almaya gelmiyor.. Gecenin aydınlık koridorlarında dolaşmak için yola çıkıyor, sonrasında güne sığmayan bir telaşa sarıldığımızda her saniye o telaşın bizi sarıp sarmalaması için yırtınıyoruz...
Sen de böyle bir telaşsın içimde...
O telaşın kollarıma dokunduğu yerde...

Hırçın bakışlar...

Bazen kelimelerin de yetmediği anlar vardır ya... hani ten uslu durmaz, içte yer yerinden oynar, yağmurun altında, güzel bir müziğin içinde hızla akan bir nehir şaha kalkar... Çarşafın soğuk dokusu, kayarak bacakların arasından uzanır bedenlerin haylazlığına...
Susmaz gece...
Haşere oyunlar yer değiştirir ten kulvarlarında...
Ruh soyunur...
Parmakların bir hareketiyle usulca doğrulur şehvet...
Saç tellerinden yayılan kokunun ürperişiyle savrulur tutku...

Dedim ya bazen inci gibi gerdana dizdiğim/iz kelimeler de lâl olur bu çıplaklıkta...

Ben kadınım... Beni anlatan sözcükleri ben yazamam.. Beni ancak, beni soyan ve beni soyabilecek kelimeler yazabilir.. Gözlerimi, dudak kenarlarından kaçırdığım arzularımı, titrek zamanlarımı, gülüşlerimi, dokunduğumda huzur bulduğum gamzelerimi ve elmacık kemiklerimi ben anlatamam!!

Gökyüzü bugünlerde kahkahaya hasret kendi halinde seyrediyor... Bakışlarımı ondan alamıyorum.. Sanki yeryüzü değil ayaklarımın altında beni koruyup kollayan... Bambaşka bir şey... Siyah beyaz fotoğrafımın gözlerimi her kapattığımda, karşıma tıpkı bir kurşun gibi dizilen o görüntüsünden sıyrılamadığım her anda, kendimi çok yükseklerden bırakıyor buluyorum... Sanki o tek kare, dondurulmuş parmaklar, içimdeki taşların yer değiştirmesine engel oluyor...
Biliyorum, yokluğa kendimi bir türlü hapsedemeyişimin nedeni, yanarken bile kül olmayışım...

Bazen öyle bir an geliyor ki, numarası değişmiş bir geçmişin tazeliği, ansızın karşınıza çıkıp sizi ufak da olsa bir tebessümle baş başa geceye davet edebiliyor... Düşünürken düşünülmek!!
Böyle miydi?

Dedim ya bazen öyle bir kapı çalıyor ki şehri, şehvetin kollarını kapatmak için vaktiniz bile olmuyor...

Ben kadınım...
Bana yakışanı, içimdeki dipsiz derinlikleri dokuyabilen kelimeler yazabilir.



"Neresindesin gecenin?"

" Gecenin geçindeyim. İçimde dipsiz bir susuzluk var..."

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Kapalı Mektup

Mor. Her yerde göz alıcı mor renkler var. Gözlerimi kapattığımda ve o rüyaların kapısından içeri girdiğimde de hep aynı renkle karşılaşıyorum. Sanki içten içe bir şeylerin habercisi gibi etrafımda onları fark etmem için çaba sarf ediyorlar. Yok, diyorum. O yalan söylemez. Bir yalanın, şişirilmiş sahte bir dünyanın içerisinden bakmaz. Elleriyle dokunduğu o huzuru bozmaz.

Sözlerin geçmediği bazı anlar vardır. Hani bir yastığa dayarsınız başınızı ve o an, siz istemeden de olsa yaşadıklarınız dolar bakışlarınızdan içeri, durduramazsınız. Önce o güzel anları hatırlar ve gülümsersiniz. Sonra birdenbire ne olduğunu bile anlamazken, içinizdeki o katı taraf bir gerçeği dışarı vurur; diğer gerçekleri göz ardı ederek. Hayata gerçekçi gözlerle bakarsınız ve belki de bakmaya çalışırsınız. Ya da o böyle dedi diye onun dediklerine sarılırsınız. Ne de olsa yıkılmaması gereken bir şeyler başucunuzdadır. Kadınlığınız, güçlü yanlarınız, ayakta durabilirliğiniz, direnciniz yani kısaca "seni böyle tanıdım" cümlesini boşa çıkarmayacağınız her türlü donanımınız.

Seslerle baş etmenin ne denli zor olduğunu iyi bilirsiniz. Kafanızın içinde bir türlü susturamadığınız kahkahalar, o en hararetli dokunuşların olduğu günlerde parmak uçlarınızdaki ufak karıncalanmalar, yatağın her iki tarafına yorgun ama keyifle düşen bedenlerdeki hızlı nefes alış verişler, yorganın hışırtısı, sağ omzun üzerine düşen elin açıktan açığa koca bir vadiyi gezermiş gibi dolanışı ve daha bir çok şey dolanır durur. Her şeyi unutmak mümkün olabilirdi belki ama sesler unutulmuyor. Bir de tanıdık bir kitabın sayfalarındaki anlama giderek yenik düşen kokular... Bu ikisinden uzaklaşmak istedikçe giderek yakınlaşıyorlar. Yalan değildi diyecek oluyorum koca bir gök gürültüsü ansızın başlıyor gözlerimde. Pencereye koşuyorum. Belki bir aralık oradasın, dikiz aynasından kendine bakıyorsun, ne bileyim belki de arabanın kapıları yeni kilitliyorsundur diye. Birkaç dakika öylece, kıpırtısız bekliyorum. İçimde çalıyor kapının zili. Biliyor musun artık sus bile diyemiyorum.

Buraya gelmeden önce üzerimdeki bütün zırhları çıkardım. Dayanamıyorum diye sayfalarca bağırmak için bütün bildiğim kelimeleri yanıma aldım. Daha önce hiç zorlamadığım zaaflarımın kapağını açtım. Çırılçıplağım. İçimde hangi rengi taşıdığımı bilmiyorum. Hiç bakmadım. Seslerle birlikte aklıma ufak ufak şeyler düşüyor. Kimine göre anlamsız denilebilecek küçük ayrıntılar.Meselâ toplantının saatini unutmuyorum. Aklımdan çıkmıyor. Yetişmem gereken bir akşam değildi. Sen oradaydın ama beni de o an yanına almıştın. "Sevgilin" demiştin, sevgilin şu an toplantıda." Hiç sevmem bu kelimeyi bilirsin ama işte o an senden duymak, kaybettiğim bir fotoğrafın yıllar sonra yeniden karşıma çıkışı gibi beni sevindirmişti.
Üniversiteyi yeni bitirmiştin. O heyecanını, diplomayı ellerinin arasına alıp "sevgilim başardım" diye haykırışını yeniden anımsamıştım. O günlerin fotoğrafını bir daha hiç bulamam dediğim bir anda sen, yeniden aynı kareye koyarak geri vermiştin.

O gece defalarca okuyup o notu, huzurla uyumuştum. Artık uyuyamıyorum. Neredeyse sen gittiğinden beri bölük pörçük gecelerim. Ne zaman gözlerimi kapatsam tam o anda kapıdan girişini görüyorum. Altımdaki çarşaf kaymaya başlıyor. Koca bir delikten düşüyormuşçasına tutunmaya çalışıyorum. Yalvarıyorum. Uyumak istiyorum diyorum, bir türlü seni yok edemiyorum.Çünkü yokluğunu ben yaratamam sevgili. Onu sen vermelisin bana kendi sözlerinle. Senden duymalıyım. Arafta kalan bir cümlenin daha fazla canımı yakmasına izin verme. Söyle ve sonra gitmek istiyorsan git.

Mor renkler ve izdüşümlerinde sanrılı birkaç anımsama... Misafirler, bir bardak içki, tutukluğum, bir salı gecesi, otobanda hızla hareket eden araçlar, telefon sesi, kırılganlığım, taze kitap kokusunun ilk cümleleri, duyulmayı bekleyen sözler, iddialı beklentiler,bu odanın içinde tanıdık gelen her şey... Bütün bunları sırf sen hatırla diye yazıyorum. Okumayacak olsan bile, yeniden karşıma yıllardan sonra çıkmayacak olsan bile yazıyorum. Söyleyemediklerini artık daha fazla ben söylemek istemiyorum. Bilmek istiyorsan çok üzgünüm. Ruhum huzurlu değil. Bir zamanaşımının çözebileceği kadar basit hiç değil.

Şimdi bu kapalı mektubu eğer bir gün okursan diğer tüm yan yol için kurulmuş cümleler hariç, şunu bilmen ve hatırlaman benim için yeterli sevgili:

" Beni asıl senin sevgisizliğin boğar."

21 Mayıs 2010 Cuma

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XVI-

Sigara molasındaydım, uyuyabilmek için son hazırlıklarımı yapıyordum.  Birkaç sayfa kitap okudum. Sonra yazdım. Yazarken salıncağa binmeyi özlediğimi fark ettim. Lunaparkta o oyuncaktan bu oyuncağa koşuşturmayı... Pamuklu şeker alıp yüzüme gözüme bulaştırmayı... Elmalı şekeri yerken dişlerime yapışmasını... Yalnız kaldığımda, o bir hayal bile olsa ve o her kimse, ona sarılmayı. Yazarken, yazıyorken bütün kesirli aşkları bir tam sayı haline getirebilmeyi... Öpmeyi, okşamayı, koklamayı...

Doğa o kadar cesur ki; insan bazen kendisini hiçbir neden olmaksızın ona teslim etmek ve gözlerini huzurlu bir şekilde kapatmak istiyor. Şehrin gürültüsünden, insanların karmaşıklığından, kızgınlığından ve yalan dolanlı yolların girizgâh yaptığı yerden alıkoyup bir çöküntüyü, cemi cümlenin kukumav kuşu gibi durduğu bir kalabalıktan sıyrılıp yalnızca gökyüzünün ve o muhteşem kokunun vücudunuzda bıraktığı izlerle bir mesafeyi katetmek çok huzurlu...

Sene 19 küsürlü...

Öyküye doğru sayfaların hışırdamaya başladığı ve içimin kıpırdağı zaman yani. Elbette ilk eyleme dönüşen sendeleme hareketleri bununla tarih kaydına alınmadı; yine de nedense bu anı bellek alıyorum. Galiba bugünlerde kendimi iyi hissetmiyorum. En azından sizin anlayacağınız şekilde bir  "iyi olmama" halinde değilim. Ne tuhaf artık her şeye bir 'im' bırakmak zorunda kalıyor olmamız. Uzatılmış sinsi yakınlıkları yok artık kelimelerin. Akışı bozuk, ritmi esrik, saçları hep kuru.

Kısacık bir koridorun kovalayan adımları da kaybolmuş görüntülerden. Bir yokluğa anahtarı çevrilmiş kapının, sesi susturulmuş, perdeleri kapatılmış. Başımı koysam şimdi ve birden geleceğe doğru saysam olur mu?

Meselâ uyku yok artık sıralanan geçmişte... Bir sonraki günün günaydını hep eksik. Sanki daima gece yaşıyor benliğim, ben olduğumu bildiğim "ben"... Her geçen gün biraz daha kendimizden katıyoruz uykusuzluğa(!) ve uyku aslında bir değiş tokuş, kimyası ilk buse düştüğünde değişen.

Kapı numarası kaçtı?

İçimdeki yorgunluğun burada bir karşılığı ne yazık ki yok! Alışılagelmiş kalıplardan sıyrılmaya başlamışken ufak bir notum olacak...
Az kaldı...
Yavaş yavaş pencerenin arkasından ortalığı karıştırmaya meyilli kaygılarıma yeniden karışmak üzereyim.

Ha, bu iyi bir şey merak ettiyseniz...

16 Mayıs 2010 Pazar

Günler ve Rüya Ekseninde Bir "Kıyı"

Kıyasıya bir yarışın daha sonunu göremeden başlayan bu ani başkaldırışın nedenini çözemiyorum. Hırpalanmış yaşamlarımızın en özgür bildirisi değil midir tanıdık olmayan bir yakınlığın, kimi zaman kendinize bile anlatamadığınız çekiciliği? Bir yerde yüksek seste dinlenilen müziğin, olası bir kaybedişe eşitlenmesi ne ile açıklanabilir? Ya da hiç bitmeyecek sandığınız bir cumartesi gecesinin, bilinmezden gelen öyküsüyle bir adamı, size, tanıdık kıyılardan getireceğini nereden bilebilirsiniz?

Pazar, her zamanki tanıdık telaşından biraz uzakta, can sıkıntısının fazlasıyla bedeni ve ruhu işgâl ettiği bir zaman diliminde geçip gitti. Filmler, okunan kitapların seyrinde alışık olmadık bir dürtünün aklı zorlayan davetkâr cümleleriyle izlendi. Arada bir farkına varılan geçmiş, çokça geride bırakılmış bekleyiş ve belki biraz da sitemli kayıtların duyguları linç eden okunurluğunda eksildi gün. Kıyasıya bir uyku bu. Yıllardır bir türlü rüya eksenine girememiş, bilinçaltının kulvarlarında zig zaglar çizerek yuvarlanan ruhun aldırmayışı...

Geldi. Bekledim. Gitti. Bekledim. Gelmedi. Bekledim. Gelmeyecek. Bekledim. Sustu. Beklemedim. Ruh aldırmadığından ötürü rüyalar sıra sıra her güne diziliyor.

Önce ahşap bir odada o iki adamı görüyorum. İkisi de yazar. İkisi de farklı egoların baş kahramanı. Birinin sırtı dönük. Belli ki aralarında hararetli bir tartışma var. Kavga ediyor gibi görünmüyorlar. Ancak tam karşımdaki adam, ellerini ve kollarını öyle çok kullanıyor ki bir şeylerin yolunda gitmediğini ya da karşısındakine olan neyse, kabul ettirmeye çalıştığını anlayabiliyorum.

Çok susadım. Kalkıp bir bardak su içemeyecek kadar yorgunum. Birisi de yok. Kimse yok. Kapkaranlık bu odada susuzluktan öleceğim. Kapı çalıyor. Kapının çalması normal mi? Ya yine onlar geldiyse beni almaya? Nasıl çıkacağım bu boşluktan? İçerideler, duyuyorum aklımı çalan sözleriyle. Kaçmak istiyorum. Yataktan dışarı fırlamak ve bütün o sözleri yırtıp atmak istiyorum. Yapamıyorum, olmuyor. Belki birilerine sesimi duyurabilirsem uyanabilirim.Bağıramıyorum. Sesim yok. Sesim de gitti. Rüyaları beklerken sesim de gitti. Geldi. Bekledim. Gitti. Bekledim.Gelmedi. Bekledim.Gelmeyecek. Bekledim.

Sırtı dönük olan adam ayağa kalkıyor. Eline aldığı not defterini yırtarak parçalara ayırıyor. Beni görmüyorlar. Kimse beni görmüyor. Oysa orada, tam arkalarındayım. Önümde duran ahşap sütunu yıkmak istiyorum. Sesleniyorum. Yapma, ne olur onu yırtma diye neredeyse çığlık atıyorum. Ama o hiç bir şeyden habersiz sayfaları birbirinden ayırmaya, yazılanları okunmayacak hale gelene kadar yırtmaya devam ediyor. Diğer adam, yazar, her neyse oracıkta hiçbir şey yapmadan öylece oturuyor. Az önceki halinden eser yok. Sanki içten içe kabullenmiş olanları. Yazılanlar umurunda değil. Aslında yazdıkları. Hepsi koca bir çöp yığınına dönüşene kadar izliyor. Daha fazla dayanamıyorum. Çıkıp odayı terk ediyorum.

Kapanış anonsunu duyamadan biten yayının ne zaman başladığını hatırlayamıyorum. Yok oluş sürecinin en acılı sözlerini duymak kadar itici değil midir farkına varmadan kaçırdıklarımız? Bir yerde kitap cümlelerindeki yaşamların, aslında olası bir tanıklığa meydan okuduğu ne ile özetlenebilir? Ya da hiç bitmeyecek sandığınız bir pazar gecesinin, artık tanıdık gelen öyküsüyle bir kadını, o'na, hem de İstanbul'un lacivert renkli gecesini izlediği herhangi bir köşesinden, bahsedilen tanıdık kıyıya götürmeyeceğini nereden bilebilirsiniz?



" Bugün rüyamda sizi gördüm. Ahşap bir çalışma odasında, sırtınız dönük oturuyordunuz. Beni görmediniz oysa tam arkanızdaydım."

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Yüksek Sesli Bir Tokat: DOT Shopping and F***ing

Sakin sessiz bir gündü. Cuma sabahlarının kokusunu seviyorum. Hele buna baharın o muhteşem ıhlamur ağacı ve hanımeli çiçeği kokuları da eklenince keyif bir kat daha artıyor. Kasım ayının başından beri planladığım ama bir türlü ya bilet bulamamaktan ya da gündelik olağan koşuşturmalardan dolayı DOT'un yeni oyununa gidememiştim. Zaman ilerledikçe gerek gazetelerin röportajlarında gerekse bazı dergilerde oyunla ilgili yazılar okumaya başladım. Merakım giderek artmıştı.

Uzatmaya gerek yok. Dün nihayet tam üç hafta önce aldığım biletimle, Shopping and F***ing' i izlemeye gittim. Kırk beş dakika önceden oradaydım. Heyecan işte!
Daha oyun başlamadan, dışarıda kapıda beklerken, oyuncuların yüksek sesli müzikle içeride bağıra bağıra şarkılar söylemesine tanık olmak keyifliydi. Samimi ve doğal... Oyunun heyecanı dakikalar kala iyiden iyiye içime yerleşmişti.

Mısır Apartmanı'nın insanı büyüleyen o atmosferinde zamanı doldurmak için birkaç kare fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedim. Kapılar açıldığında sahne dekorunun sadeliği ve yerin tıpkı bir kapalı kutu gibi oluşu dikkatimi çekti. Meselâ monitörlerin bana neler anlatacağı merak ettim. In Yer Face (Yüzüne/Suratına Karşı) tiyatronun Türkiye'de ilk defa DOT tarafından uygulandığını duymuştum ama işte karşılaşana kadar her şey koca bir muammadan ibaretti.

Oyun şiddet, eşcinsellik, bağımlılık konularını başarıyla işlemiş. Oyun süresince yüzüne bir tokat gibi inen cümleler, yüksek sesli ve iddialı. Yaşanan her şeye birebir dâhil oluyorsunuz. Sanki oynanan oyun adeta sizin içinizde oynanıyormuş gibi tuhaf bir ürpertiyle irkiliyorsunuz. Hızlı akan oyun içerisinde kendi gel-gitlerinizi ve yaşamınızın herhangi bir anını değerlendirebilme şansınız oluyor. Üstelik bunu yaparken öyle durup oyundan kopmanıza da gerek yok. Bu tıpkı seyir halinde giden bir trenin camından dışarıya bakıp geride bıraktığınız manzarayı görebilmek gibi...Hatta oyun içinden herhangi bir şey size gelip dokunabilir de :)

Bol küfürlü ve belki birçoğumuza itici gelebilecek cümleler, aslında çok da yabancısı olmadığımız bazı gerçeklerle yüzleşmemizi de sağlıyor. Bilmek bazen tedirgin etmezken izlemek o tedirginliği kimisinde daha fazla arttırabileceği gibi bazıları için de tam tersine, birilerinin bunu açık yüreklilikle dile getirebiliyor olmasından dolayı da rahatlıyorsunuz. Bu anlamda oyunun yönetmeni Murat Daltaban'a teşekkür etmek gerekiyor. Onun üstlendiği rol yadsınamaz. Cesaret işi. Oyun çoğu insana dik açılı, keskin bir çizgi gibi gelebilir.Ama o bana kalırsa bu ihtimâlin fazlasıyla bilincinde olup bir şekilde DOT'u bir anlamda formülize ederek yapısını kurmuş. Seyirci bir şekilde o sarmalın içine giriyor. İyi ki de giriyor.

Her ne kadar oyunu böyle güçlü etkilerle ve çoğu zaman yüzünüzde oluşan sert ve yaşama dair bir şeyleri anlamış olmanın verdiği ifadeyle gerilmiş bir halde izlerken, aniden gülmeye başlıyorsunuz. Ama o duyguya çok fazla yanaşmanıza izin vermeden, yeniden günlük yaşantımızdaki şiddetin o korkutucu yanıyla yüzyüze getiriliyorsunuz. Sadizmin kenarından köşesinden değil; direk içinden geçerek birebir yürüyorsunuz oyuncularla birlikte. Ciddi ve yadsınamaz bir performans sergiliyorlar. Kimi zaman yoruluyorsunuz ama tıpkı oyunun içinde anlatıldığı gibi bir şekilde bağ kuruyor ve bağlanıyorsunuz. Bu çoğumuzun hiç de yabancı olmadığı bir konu. Belki de hepimizin.

Daha anlatacak çok şey var. Ama siz oyuna gitmeden tam olarak ne demeye çalıştığımı, bırakacağı izleri, benim burada anlatabilmem olanaksız.
Oyun mayıs ayı sonrasında devam edecek mi bilmiyorum. Ancak kesin olan bir şey var ki bir defa daha, DOT'un, suratıma suratıma bu oyunu haykırmasını istiyorum. Oyundan çıktığımda uzun bir süre bedenime yükledikleri enerjiden nasibi aldım ve duygu kilitlenmesi yaşadım. Kişisel bir tokat yedim de denebilir. Oyun çıkışı, İstiklâl Caddesi'nin kalabalığına karışmak da bütün o izlediklerinizden ve anlatılanlardan sonra cabası. Unutmanıza imkân yok. Bir süre birlikte yürüyorsunuz Shopping and F***ing'le.

Ravenhill'in 1996 yılında bugünün dünyasına ayna tutan bu oyunun ve o dönem içerisinde söylenmiş cümlenin hali hazırda halâ geçerliliğini koruması ve çok uzun yıllar da koruyacak olması düşündürücü.

Ne diyordu "Para medeniyettir, medeniyet paradır!"

Gerçek olan şu ki DOT, yapılması gerekeni yapıyor. Kim ne derse desin, yüksek sesli bir tokat onların yaptığı. O tokadı yemiş olmaktan dolayı da mutluyum. Yüzleşmek isteyenler buyursunlar DOT oyunlarına.

Serkan Altunorak, Tuğrul Tülek, Ece Dizdar, İbrahim Selim, Cem Özeren ve elbette Murat DALTABAN hepinize birkez daha teşekkürler...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Fısıltı

Önce yavaş yavaş adımladı perdenin bir kenarından diğerine. Sonra usulca, neredeyse birkaç gündür kapalı kalmış perdeleri sol elinin yalnızlığına aldırmadan, duvarın en köşesine doğru sıyırdı. Güneş ışıkları tenine değer değmez geriye çekildi. Gözlerindeki parlama, bir an ufak bir karartıyla yer değiştirdi. Evin her yerinden yükselen viyolonselin içinde yürüyen sesi ve tarifsiz bir boşluk hissiyle, olduğu yerde kalakaldı. Zaman geçmişti... Çok zaman geçmişti. Belki o bulutun, belki de o sonsuz çağırışların etkisini yitirmesi için bu olasıydı. Bir odadan diğerine geçmeye başladı. Hızla, hızla ve bilinçsizce... Hatırlatıcısının bakışlarını, üzerinde an be an hissediyordu.

Dokundu...
Düşündü...
Bir diğerine geçti...

Zaman, ne de çok çoğaltmıştı gidenleri... Her eşya, bir mevsimin komşusuydu. Birinde bir şey bitse; diğerinden alıyordu. Ufak miktarlarda ama doyumsuzluğu önleyecek kadar. Sonra hızlı hızlı yatağına doğru ilerledi. Önce, üzerini saran bedenleri kalbinin sessiz kalacak olmasına bir an bile aldırmadan birer birer çıkardı yatağından. Tenindeki ısı birdenbire değişmeye, onu üşütmeye başladı. Odanın bir diğer köşesinden kulağına doğru yayılan kemanın tiz notalarından birinde, yere düştü. Daha zaman vardı oysaki... Çok vardı... Belki o düşüşün, belki de o usul gidişin varlığını alıp götürmesi için bu gerekliydi.
Bacaklarını karnına doğru sızlanarak çekti. Bir şeyi sürükler gibi acıyla... Usul usul... Odanın taş zeminindeki her ayrıntıyı her hareketinde daha da kuvvetli hissederek...

Çekti...
Sızlandı...
Öylece kapadı gözlerini...
Vakitsizlik, bir görüntüyle gelivermişti. Bir travma esnasında.
Yosun kokusu...
Konuşan eşyalar...
Çitlerin önünde bir gece yarısı sohbeti...
Akşamın sessizliğinde yan yana geceye adımlar atmak...

Öncesizliği kadar sonrasızdı da.

Bir ondan bir bundan derken fısıldanan sözcükler okyanusun derinliklerinde kayboldu. Hâlâ oralarda bir yerlerdeler...

9 Mayıs 2010 Pazar

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XV-

Bir koşturmacadır gidiyor. Saatin yayı az önce hiç beklenmedik bir anda kadranından kurtulup halının tam ortasına zıplaya zıplaya kendini bıraktı. Zamansal baskılardan o da nasibini almış olacak ki yılların birikimiyle kendini koyverdi. İtiraf etmeliyim çok güldüm. Küçük ve bir o kadar da işe yarar bir parça ama işte istediği oldu. Saat çalışmıyor. On ikiden vuruş bu değilse nedir?

Kol saatimi de çıkarıp tüm günü zamansız yaşamanın mutluluğuna vardım. Gökyüzünün kendini karartmasıyla akşam olduğunu anladım. Tik tak sesleri olmaksızın kitap okudum. Alışkanlıktan olsa gerek birkaç defa koluma baktım. Duvardaki saatin içi boşalmışlığını çok da umursamadım. Zaten o orada olsa da olmasa da tek baktığım yer kolumdaki saatti. Şimdi o da yok. Kolay olduğunu söyleyemem. Hayatının her anı planlanmış biri için bu duruma kendini uyumlamak biraz yıpratıyor.Yine de kimi zaman böyle deneyler yapmak hoşuma gidiyor.





6 Mayıs 2010 Perşembe

Tını

Adam düzensiz bir yolda, piyanonun yumuşak ortaklığına karışarak yürüyor. Sesler ve bıraktığı izler giderek siliniyor.
Kurumuş çiçeklerle dolu vazodan yansıyan güneş ışıkları, hüznün ve henüz dokunulmamış bir baharın meraklarını anlatıyor.
Kadın yüksek sesli bir dramın yazılmamışlığında, gerçeğin ta kendisiyle enseleniyor.
Piyanonun tuşları aceleci ve ürkek tınılarla pencereden içeri dolan rüzgârı besteliyor.
Zaman yok.
Dışarıda yalnızca titreyen birkaç yaprak,
onlar da bekliyor...

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Anafor

Baharın kapısı açıktı. Büyük ve kendini belli eden birkaç anlamın dışında, neredeyse sessiz ve kendi kabuğundaydı. Ertelenmiş mektupların, unutulmuş hatırı sayılır görüşmelerin ve tüm bunların farkında olan bilincin kırılmasıyla başladı her şey. Otobüs durağından eve dönüş yoluna girilen hızın birdenbire ivme kaybetmesi, belirli zaman aralıklarında heyecanla beklenilen ekim bozması başkaldırışın sessizliğe gömülmesi ve gün torbasının içinden, yalnızca birinin bellekten silinmesiyle de son buldu.
Kayıp defterler tarandı. Siyah uçlu kalemin alın teriyle bıraktığı izler silindi. Eşikte kalan son ayak izlerinin yerine, nemli bir ıslaklık peydah oldu.

Hafızamı zorluyorum. Rüyaların dilinde çözümlenmeye bırakılmış başlıkları yeniden gözden geçiriyorum. Bir yerde eksik kalan başlığın, belki de son bir kelimenin, atardamarlarımda yüksek çözünürlükte bir etki yaratmasını bekliyorum. Elektronik cihazların aldatıcı yakınlığından sıyrılıp kendi engellerimi kendim yaratıyorum.

Yazları bu bahçede açan çiçeklerin sayısı her zaman bellidir. Belki beş belki altı. İçlerinden birisi hepsine meydan okuyacak kadar asi ve cesaretlidir. Onun adını ben koydum. Hiçbir zaman ona verilmiş adın, ona ait olduğunu kabullenemedim. Tekti. Eşi benzeri yoktu. Yine de diğer çiçekler gibi vakti geldiğinde o da doğduğu yerde ölecekti. Baharın kapısı açıktı ve kendini saklamayan bir rüzgâr, o kapıdan hissettirmeden giriyordu. Önceleri mevsime tanık birkaç kişinin yüzünden anladım. İştahlı gözlerle kulak kabartılmış ayrıntıları dinliyorlardı. Sevecen ve arkadaş yanlısı tavırlarının ardında sakladıklarını görmezden geldim. Öyle bilmeliydiler. Hikâyemi ne denli özgürce anlatırsam o kadar yavan kalacaklardı. Onlar da tıpkı o rüzgâr gibi hissettirmeden hayatıma gireceklerdi. Oysa her şeyin farkındaydım. Çünkü o çiçeğin ve bu bahçenin adını ben koymuştum.

Kalabalıktılar. Ellerinde masalar ve sandalyelerle gelip kurulmuşlardı tam karşıma. Şehir hayatının o en güzel makyajını yapmışlardı yüzlerine. Sudan korkuyorlardı. Ben de suyu hiç eksik etmedim masada. Koca bir sürahi ve bardak aylarca o masalarda sessizce bekledi. Soru sorma zamanı değildi. Bütün soruları çantamda taşıdığım ufak bir deftere not alıyordum. Yüzlerindeki inandırıcılığın asılı kalması ve benim de biraz daha olan bitenden habersizmişim gibi onlarla birlikte oturmam gerekiyordu. Baharın kapısı hep açıktı. Belki de sırf bu yüzden konuşmamalıydım.

Birkaç ekstre, yarım bırakılmış kahve bardağı, sahnede kalp krizi geçiren solistin gece bültenlerine düşen haberi ve duş sonrası etrafa saçılmış havluların kendini kaybeden görüntüsü, gerçek hayatın hali hazırdaki izleriydi. Soluk almak için uyumuyorum. Biliyorum ki uykunun asli dilinde gözle görülür bir bozulma var.

İzin almadan dışarı çıkıyorum. Hiç kimsenin hayatına dair herhangi bir iz bulmak istemiyorum. Herkesin bahçesi kendine... Bahsedilen ormanı hiç tanımadım. Görmedim. Sevişmedim. Tanıklığım yok. Giydiğim bütün elbiseleri çıkardım. Gül kurusu, mavi, siyah, mor... Renklere dair bir hafızam kalmayana dek teker teker yok ettim.

Baharın kapısıysa hâlâ açık. Bir tek onun ruhunu silemiyorum. Bedenimde bir büyük debelenme, yerimde duramıyorum.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Ziller

Ziller çalıyor...
İçimde, dışımda, sesimde, sessizliğimde...
Ziller vuruyor düşlerime...
Çoğalarak, azalarak, uykumda, uykusuzluğumda...
Ziller, bir aşkın tüm güneşini gölgesine vura vura taşıyarak...


Karanlık bir sokakta bir başına yürümek kolay değildir. Sokak lambaları yalnızca ufak tefek ayrıntıları gözden kaçırmamanız içindir. Meselâ bir tümsek ya da yazılı bir gösterge. Hangi yola gireceğinizi ve o yol içinde yürürken nelere yöneleceğinizi gösteren, içinizde taşıdığınız aydınlıktır. Kimi zaman şüphe, korku, aşırı heyecan gibi unsurların da etkisiyle karanlığın içinden sıyrılabilme şansınız vardır ama bunlardan herhangi birinin yoğun bir baskısı varsa; değil aydınlık, karanlık bile kendi özgün duruşunu bir anda yitirecek ve yol bulmanız gittikçe zorlaşacaktır...
Karanlık bir sokakta, gündüz de olsa bir başına yürümek kolay değildir; ışığın yetersizliği kendi iç ışığınızla örtüşüyorsa eğer.

Ziller yükseklerden gölge gölge düşüyor gözlerime. Kapanmıyor hiçbir ses, susmuyor gece. Uğultuların üzerime bıraktığı yorgunlukta çekiliyorum kendi yerkabuğuma.
Fısıldayarak başladı her şey. Küçük bir vızıltı, belki yazdan kalma canlı bir duygu. Dilimdeki peltekliğin zamansızlıkla hiçbir alakası yok. İnce ince çekilen her bir karenin, belleğimde bıraktığı dermansız dokunuşları yokluyorum. Elimi çekmiyorum. Yürüyorum… Büyük büyük adımlar atıyorum çekimsiz…
Ben, çocukluk hallerinde asılı büyük bir kadın. Duruyorum, sorgularımla baş başa karşında!! Ben, dününe meydan okumadan, meydanlarda bağırmaya kalkışmayan yanlarımla, en saf halimle yani, doğrultamıyorum kendimi kızgın sözcüklerinin bakışlarında!
Ben, ‘adın’ içinde saklı olan yani…

Hileli… Biliyorum hepsi hileli. Geçecek bu sinsi başkaldırış. Aşk, suretinden dökülecek ve aslına sarılacak. Kalbi kırılmış her ne varsa güneşi kucaklayacak yeniden ısınabilmek adına…


Ziller…
Ne kaçıyor… Ne kendini açıyor… Ne de acıyor
Zillere her vurduğunda, karanlık bir ormanın sisli görüntüsü kaplıyor her yanı, en çok da yüzünü..
Ziller aklımı başımdan alıyor…
Söke söke, hafifliğince, ağırlığınca, ruhumda…
Ziller, kırılgan sözlerini yüreğime her gün ve her gece işleyerek…


Ne aydınlık ne de karanlık… Bu başka bir şey seni ele geçiren. Kendi özünden seni uzaklaştırıp içindeyken dışarıda olma durumunu ruhuna kazıyan.
Arıyorum günlerdir her türlü kelimenin altında, hak edilmemiş her anlamın içinde, geçmişimde, gördüklerimde, sıcaklığında ve soğukluğunda ve seni bana getiren o ilk günde… Arıyor ve yine de güzel bir şeyler bulabilmek uğruna, bile bile parçalanmak uğruna, kendimi önüne atıyorum. Bana ait olanı alamayacağına göre, yani özümü, nedir delik deşik ederek bulmaya çalıştığın? Umduğun, korktuğun, sakladığın, ulaşmayı beklediğin???
Yine cevapsız sorular. İnsan bazen önceleri haklılığını önemsemediği soruların içerisinde buluyor kendisini. Yeri göğü inleten nedenlerin içinde…

Kayıp bir derinlikten geliyordu sesi. Derinliği varolan ama derinliğin nereden olduğu anlaşılamayan. Elimde kalanlarla benden gidenleri karşılaştırıyorum, olmuyor. Yola neyle başladığımı hatırlıyorum ama sonu bir türlü oturmuyor. Beynimdeki uğultuların sonlanacağı gün için bekliyorum. Bunun adı neydi, inanın ben de bilmiyorum…


Ziller çalıyor...
İçimde, dışımda, sesimde, sessizliğimde...
Ziller…
Ne kaçıyor… Ne kendini açıyor… Ne de acıyor
Çoğalarak, azalarak, uykumda, uykusuzluğumda...
Söke söke, hafifliğince, ağırlığınca, ruhumda…