PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

30 Nisan 2010 Cuma

Var Mı Anlayan?

Bilmiyorum ne olacak. Özlemek kelimesini çürütmekten ürküyorum ve ne zaman özledim desem, onu oluşturan harfler birer birer yıkılmaya başlıyor. Sonra durup bakıyorum yazdıklarıma. Okuyorum. Okuyorum. Büyük, kocaman bir cümle yangını başlıyor o vakit. Yazdığım her şeyin önce yavaş yavaş sonra da hızla alev aldığını görüyorum. Ben yanmıyorum.Onlar yanıyor ve nereden geldiğini bilmediğim, yalnızca hissedebildiğimi düşündüğüm bir rüzgâr, bütün gücüyle yazdıklarımı savuruyor.

Söndürülmesi zor bir yangını yazıyorum. Parmaklarım alev alıyor. Önce onlar. Çünkü ilk kavgayı onlar vermişti dünden bugüne. Bir tek onları kurtaramıyorum. Rüyalarımda aklımdan çıkmayan sözlerin hışmına uğruyorum. Bir aralık gözlerimi açıp uyanacak gibi oluyorum ama sözler peşimden geliyor. Biliyorum, kaçamayacağım. Teslim oluyorum ben de her gece bir uyku boyunca rüyalarıma.
Artık eskisi gibi birden fazla kitap okumaya başladım. Kimisi kendi otobiyografisinden bahsediyor, kimisi savaş yıllarındaki yaşamlardan, bir diğeri kötü geçen çocukluğundan, aile ilişkilerinden... Her biri farklı konularda kitaplar... Sanıyorum ki eğer bir tek konuya bağlı kalmazsam, kendimi alıkoyabilirim sabitlenmiş bazı düşüncelerimden. Avuntu sepetinden inanması zor düşler seçiyorum.

Her şey koca bir yalandan ibaret! Ya da bunu yazdığını sanarak, anlamsız bir gücün etrafında dolaşıp kendine en çıkar yolu bulmak. Kısacası kestirmeden yok saymak!

Böyle zamanlarda şairlere kan kusturuyorum. Okumaktan keyif aldığım herhangi bir şairin, hali hazırda hemen başucumda duran kitaplarından birini alıp benimle baş edebilecek şiirler arıyorum. Aynı mısraları defalarca okuyup aşındırıyorum ruhlarını. Hani insanın hep böyle anlarında ilginç tesadüfler olur ya, yüzlerce sayfa arasından işte öylesi şiirlerini çekip çıkarıyorum. Üstelik bir geçmiş ayracı da yıllanmış bir otobüs biletiyle karşıma çıkıp tüm bunların üzerine kendini eklemeyi başarıyor. Sayfaların arasında kim bilir hangi zamandan sıkışıp kalmış eski bir şehrin eskimiş bir bileti... Adını söylemekten çekiniyorum. Ardına gizlenmiş sıfatı ayırıyorum şehirden. Anlaşılmasın istiyorum. Onunla neden böylesi bir kavga verdiğimi, satıraralarıma gizlediğimi bilmiyorum. Sevdiğim her şeye karşı gizli kapaklı işler çeviriyorum kendi içimde. Düşüncelerimdeki yol uzuyor. Kalp kaslarımda kimi zaman kendini fark ettirecek derecede incelmeler oluyor. O an bugünümdeki her şey siliniyor ve ben geçmişin ara sokaklarında yürümeye başlıyorum. Tuhaf ama sokak adlarını bile hatırlıyorum. Hasan Polatkan ve Savaş Caddesi'nin kaldırımlarında yükselen sesleri, Vişnelik'e yürürken yaptığımız o bayat esprileri ve panjurlu evimin kahkahası bol hallerini bir kez daha anımsıyor, yıllar geçse de o kuvvetli bağın hâlâ aramızda olduğunu biliyorum. 


Birden geceyarısını geçiyor saat. Adalar'da bir bardan çıkmışız dünya her zamanki dünya değil! Bağıra bağıra herkes o mâlum şarkıyı söylüyor kendi sarhoşluğunda: 'Birden çıktım viraneden koşa koşa indim kumsala. Acı acı sövdümmm sonra yüzümü kırbaçlayan rüzgâraaa...' Bıkmadan, usanmadan koca bir beş yıla sığan en belirgin melodi kulaklarımda. 
Onur İşkembecisi'nin yolunda herkes sarmaşdolaş. 


Sokaklarımız utanmadan kesişirdi sabahın erken vakitleriyle. Köfteci Ali'nin yerinde tren sesine karışan umutlarımızla sohbet ederdik. En ince ve en küçük biberlerini hep ben yerdim. Yolculuklarımızın, vakitsiz kaçışlarımızın -en çok da akşamüstleri- telaşla uğradığımız uğrak yeri; ekmekarası mutluluğumuzdu Köfteci Ali. 
Zaman bitmez, gece saklanmazdı. Birkaç adım sonrasında aile çay bahçesinin kocaman çocukları oluverirdik. Bardak sesi, kaşık sesi, ikiye bölmeye çalıştığımız şekerin oyunbaz halleri katılırdı sonra aramıza. Bilseniz ne de güzeldi orada paylaştığımız o koca şehrin büyük resmi...  Ama ben yine de özledim demekten ürküyorum. Harfler yıkılmasın istiyorum. 


Hüzünlerimizi eve kapattığımız, arada sırada mutfağın orada bir yerde saymaktan keyif aldığımız bira şişelerinde saklardık. Onları poşete yerleştirirken çıkardığı sesler, nicedir buğulu gözlerim ve kirpiklerim arasında duruyor. Düşürmüyorum. 


Sığındığımız şairlerle, akılda kalan özlü cümlelerle o eski şehrin aşığıydık. Aşıktık... Bülent Ortaçgil'in Mavi Kuşu, Fikret Kızılok'un Gönül'ü, Boğaziçi Ekspresi'nin ruhu hiçbir yere bağlı kalamayan kaçak yolcularıydık.


Otobüs biletinin çıkardığı yolculuk, bütün bir yok oluşu neredeyse devralıyor. Tanıdık tanımadık herkesin önünden geçiyorum. Hatta apartman sakinlerine yakalanacağız diye yalapşap öptüğüm sevgilimin şaşkın bakışlarına bile rastlıyorum.  'Ay Bahar' derdi bana. Ne demek istediğini, niye öyle söylediğini hâlâ bilmem. Bir defasında soracak gibi oldum, yüzüme bakışlarından ürküp konuyu olağanca serinkanlılığımla değiştirmek zorunda kalmıştım.

Ay! Bahar, bir ünlem miydi yoksa hüzün ve sevinçle karışık bir benzetme miydi hiç bilemedim. 


Otobüs numaralarının kısa bir süre sonra hafızaya kazınan rakamlarını aklımın altına alıp başımı cama yaslayıp yola düşüyorum. Gözlerimi açıp kapadığımda bugünün resmi içerisinde yeniden yerimi alıyorum.
Otobüs bileti de ömrünü dolduruyor. Şiirle başbaşa kalıyoruz.


"...Geri çeviriyor bakışlarını ansızın

Ben köprüden geçtim gittim çoktan

Peki

Ne olup bittiydi var mı anlayan."


                               Edip Cansever



Harfler birer birer yıkılıyor. Kocaman bir cümle yangını başlıyor. Bir yangını yazıyorum. Parmaklarım alev alıyor. Rüyalarımda sözlerin hışmına uğruyorum.

Var mı anlayan?

28 Nisan 2010 Çarşamba

Zincirleme Kaza

"Dilsiz ya da konuşan gölgeler hiç çekinmeksizin içimdeki en gizli yerlere yönelirler."

Böyle bitiyordu Ingmar Bergman'ın Büyülü Fener adlı kitabındaki son paragraflardan birtanesi. Başlangıçta nereye varacağını bilemediğiniz söz dizimleri vardır. Aklın yol göstericiliği bir yerde son bulur. İşte o an başlar düşlerin dünyasındaki o korkusuz yolculuk. Kiminin fotografik hafızası zorlar kelimeleri, kiminin de hemen az önce düşüncelerinde yer bulmaya çalışan birkaç yorgun başlık. Çoğu zaman sancılı sürecin yol arkadaşlığı, kocaman çizikler atar oluşmaya başlayan ancak henüz olgunlaşmamış cümlelerin başına. Odanın duvarlarına atılan anlamsız bakışlar, sağ elin parmaklarıyla çenenin orada bir yerde tutunmaya çalışan anımsamalar ve bir türlü o malum başlangıcı yapmaya muktedir olamayan parmaklar...Hepsi keskin birer çiziktir.

Evet, bir hikâyem var. Belki herkesin hikâyesine benzeyen ama herkesin olmayan. İtinayla "beni yaz, beni yaz" diye içimde bağıran ama bir türlü soluk almasına izin vermediğim hatta gündemin sıcak haberlerine denk düşen...Yine de olmuyor. O ne kadar içimde varlığını hissettirmeye çalışan hamlelerle beni alt etmeye çalışsa da bir yanım onu susturuyor. Sadâkatli, incitmeye izin vermeyen ve hep bir çağrışımın ertesinde gün yüzüne çıkan yanım...Ben'lerle savaşım hiçbir zaman bitmeyecek. Hiçbir zaman asıl öfkemin sahibi acımasız sözlere maruz kalmayacak. Burası bile yeterince can sıkıcı ve müşkülpesent. Yeni bir paragraf başı her zaman yenilenmek için en iyisidir.

Bir kadının kendi öz benliğinde sıkı sıkıya bağlı olduğu ama her nasılsa yalnızca değişken bir yapıda gün yüzüne çıkardığı, yanları vardır. En fazla kullandığı kelimelerin iklimi her zaman farklıdır. Belki de yazmak düşüncesinin ilk defa kendini belli ettiği yer de tam da burasıdır. On küsürlü yaşlarımın izleklerini sürüyorum. İmgelerle kucaklaştığım bir balkon masasının ayaklarının dengesizliğini sorguluyorum. İçinden kendi masallarını yazan bir kadının sessizliklerini ve kadınlığına karışan delişmen yanlarını kurcalıyorum. Bir hikâyenin boşluktayken nasıl kendine ait bir yer bulduğunu çaktırmadan izleyip gülümsüyorum.

Evin içinde neredeyse hiç ses yok. Tuhaf uğraşlar buluyorum kendime. Meselâ hemen yanı başımdaki kalemlerin renklerini, kâğıda anlamsız şekiller çizerek diğer renklerle buluşturuyorum. Üst üste geçiyor her bir renk. Hayatın bindirdiği kimi anları dolduruyorum devrik şekiller üstünde. Kolaya kaçmadan, zor bir yol haritasında, başkalaşan yüzlerin geride bıraktığı izlerle yürüyorum. Parmaklar çabuk yorulmuyor. İşaretle başladığım yol, hafif kasılmalarla bile olsa uzun bir süre pes etmeden ilerliyor. Belirtili nesnenin hazin çığlıklarını duyar gibi oluyorum. Herkes gibi o da bir bozukluğun, anlatımın içinden gelen eksik bir seremoninin, ilk tınılarını çığlıklarıyla duyuruyor. Biliyorum, kaçmanın faydası yok! Nasılsa gün gibi farkındayım son perdenin oynandığının. Yine de eksik bir nesnenin hayatında kalmak için diretiyorum. Dilin kuralları, anlamın köşe başında kısacık da olsa kendine uygunsuz bir yer edinsin istiyorum. Mola yerlerini hesaba katıyor ve ilk fren sesinde koltuktan fırlayıp kendimi sadece gecesine aşina olduğum bir şehrin, bilinmeyen sokaklarına atıyorum. Yüzlerce yabancı yüz arasında kendi yüzümü arıyor, yirmi beş dakikalık bir molada, kolay kolay silinmeyecek anılar biriktiriyorum.

Sigara dumanıyla dağılan bir gölge tanıdım. Akşam giderek geceye dönüyordu. Yol ortasında bir yerde aniden telefon çaldı. Birkaç günlük tek başınalığın merakını gidermeye çalışan bir ablanın sesiyle, yağmur kendini beklemeye aldı. Telefon itinayla seçilmiş bir kaç cümleden sonra kapandı.

- Ablam, nasıl olduğumu soruyor.
- Neden?
-Yalnızım ya...
-Anladım.


Mola bitti. 

Yanındaki koltukta öylece duran bendim. Kısa bir yolculuktu. Hepsinden biraz daha kısa... Apartman kapısının ağır demirleri terleyen ellerimle kavuştuğunda, evimin kapısı çoktan açılmıştı. Belirtili nesnemin imdat çağrısını ilk o zaman duydum. Olan biten her şey, zincirleme bir kazadan ibaretti.

25 Nisan 2010 Pazar

Birkaç Kelime

Zamanla sınırlı bir kaç kelimeyim ben. Birazdan, her şey kendini kapatıp sokaklar ıssızlığa gömüldüğü vakit, ben de çekip gideceğim buralardan. Geriye nasıl bir iz bırakacağımı, hangi pencereden fütursuzca gireceğimi bilemiyorum elbette. O mu? Belki de uykusundan uyanıp buraya gelecek ya da yorulmuş düşlerini burada yeniden onaracak.. Ama dedim ya ben, zamanla sınırlı bir kaç kelimeyim sadece... Birazdan gideceğim...

Yanlış bir hesaplama sonucunda, yanlış bir gecede karşıma çıktı ansızın. Beklemedikleriniz vardır hayatta, bekledikleriniz gibi olmayan... Yani koyacağınız yeri önceden hesaplamadıklarınız... Zamansızlığın gölge gibi düştüğü vakitlerde gelirler. Gölge gibi… Yalınayak ve siyah çizgilerle. Buluttan gövdeleri vardır. Bedenleri makyajlarıdır. Başka bir şey sürmeye ihtiyaç duymaz, arınmak için herhangi bir çaba göstermezler. Sizin oturmaktan itinayla kaçtığınız yerlerin müdavimleridir. Gün gelir de "bana neeee" diye haykırdığında iç sesiniz, o hiç istemediğiniz ama içinizin bir yerinde sinsice bekleyen diğer benliğinizle yola çıkarsınız. Nereye mi?
Oturmaktan itinayla kaçtığınız yere...

Evinizin kapıları daha önce hiç bu kadar sıkı sıkıya kapalı değildir. Meselâ bir arkadaş ziyaretine oldukça yabancıdır ya da ufak tefek tamir ihtiyacınızı giderecek bir tamirciye... Bir an kilitler açılır ve hiç tanımadığınız, yalnızca günlük koşuşturmacalar içerisinde yer verdiğiniz o "bilinmeyeni" içeri alırsınız. Kapıyı kapattığınızda başlar "anlam"... Kapanan kapının sesi gerçeğe dönüştürür yaşananları ve işte o an anlarsınız beklemeyen zamanlardaki beklenmedik insanları...

Ufak adımlarla dolaşır önce. Tanımadığı bir ortamın vermiş olduğu tuhaf bir yüz ifadesiyle. Her şeye hâkimsinizdir. Sağ veya sol eliniz bir şeyleri göstermeye muktedirdir o an. Yaraları bulur, gösterir ve geri çekilirsiniz... O dakikadan itibaren her şeyin yönü çoktan değişmeye başlamıştır.  Zaman kendi ağırlığınca işlemeye başlar.
İşler...
İşler...
İşler...
Ya olanı biteni izlemek için kendinize uygun bir konum belirlersiniz ya da aklınızın bir kenarında az sonra olacakları düşüne düşüne evin geri kalan işlerini yapmaya koyulursunuz. Dayanamaz, yanına tekrar gider ve onu izlersiniz. Olası sorularınız için önceden belirlediğiniz bir yeriniz aslında vardır. Orada durur ve bugüne kadar yapmaktan kaçındığınız, belki cesaret edemediğiniz ya da tembelliğe hapsettiğiniz şeyi, (adı her neyse) sorularınızla algılarınızın içine tıpkı bir duman gibi çekmeye çalışırsınız.

İlk soru önemli. Anlatılan veya görünen sahnenin her olgusunun değişikliğe uğrayacağı yer burasıdır çünkü. Güç dengeleri birazdan değişecek ve az önce, kapıyı açtıktan hemen sonra başlayan hâkimiyetiniz, o "beklenmedik" insanın tarafına kayacaktır... Seçiminiz o an için çok da bilinçli olmasa bile, her ikinizden kayıp giden hâkimiyeti algılamanız çok zor olmayacaktır. İşte o dakikadan sonra olanların sırasını değiştirmek için elinizden bir şey gelmeyecektir.
Meselâ o kapıdan içeri giriş anını başa alamayacak, kilidin her zamanki iki anahtarlı açılışındaki yalnızlığa ulaşamayacaksınızdır. İki harekette alt kilidiniz ve üç harekette üst kilidiniz açılmıştır bir defa ve adımlar vakit kaybetmeksizin evinizin içine kadar girmiştir. Yani "beklenmendik" bir zamanda, "beklenmedik bir insan" "beklenmeyen" bir yere, evinize girmiştir!!!

Zaman doldu. Demiştim… Ben sadece zamanla sınırlı birkaç kelimeden ibaretim. Sokağın ıssızlığını hissedebiliyorum, bakmasam da! Peki, nasıl bir iz bırakmış olabilirim?  Ya da uğursuz bir karşılaşma anında  sesinde saklanıp kimin bedenine sızmışımdır usulca...
O mu?
O çoktan…

22 Nisan 2010 Perşembe

Peki Ya Sizin İstanbul'unuz Nasıl?

III Numaralı Ubor Metenga Buluşması'nda Murat Gülsoy, Yekta Kopan ve Ayfer Tunç bu defa, Füruzan’ın Ah Güzel İstanbul’unu konuştular. Bu da diğer iki buluşma gibi oldukça keyifli ve zamanın nasıl geçtiğini anlamanın zor olduğu bir buluşmaydı. 

Yaklaşık olarak 01:15 saat süren bu paylaşımı bütünüyle birebir aktarmak istemedim. Hem okuyanlar için Ubor Metenga Buluşmalarının nasıl geçtiğini anlatmak hem de yazarlarımızın öyküyü inceleyiş biçimlerini kısa da olsa paylaşmayı daha uygun gördüm. Çünkü yerinde izlemek ve dinlemek elbette daha yararlı ve keyifli olacaktır. 


Belki de bu buluşmaların en güzel yanlarından birisi de ele alınan öyküleri incelerken yazarların kendi aralarında -kimi zaman öyküden bağımsız- kurdukları diyalogun dinleyiciyi sıkmaktan çok öte, sevimli, tatlı şakalaşmalarla oldukça keyifli bir oturuma dönüşmesidir. Onlar Füruzan'ın Ah Güzel İstanbul'unu anlattılar, peki ya sizin İstanbul'nuz nasıl?

19 Nisan 2010 tarihinde İKSV Salon'da gerçekleşen bu buluşmayı yazarlarımızın birebir cümleleriyle size bir nebze de olsa yaşatmaya çalışacağım. Ancak dediğim gibi gelin, görün ve siz de bu buluşmayla güzel, sıcak  bir edebiyat sohbetine ortak olun.


Anlatıma geçmeden önce Ubor Metenga Buluşması'nın hemen ertesi günü gelen sevindirici bir haber de oldu. Yekta Kopan'ın "Bir de Baktım Yoksun" adlı kitabı YUNUS NADİ ÖYKÜ ÖDÜLÜ'nü aldı. Bu fırsatla kendisini birkez daha tebrik ediyorum. Dilerim kurşunkaleminden sayfalara dökülen kelimelerin, okuma yolculuğumuzu daima aydınlatır. 




Buluşma, Füruzan ve Ömer Kavur’un bu öyküden birlikte senaryolaştırdıkları, başrollerini Kadir İnanır ve Müjde Ar’ın paylaştığı, aynı zamanda Altın Portakal film festivalinde de 2.lik almış 1981 tarihli filmden kısa bir kesitle başladı.  

Y.K:

Ah Güzel İstanbul 1981 tarihli bir film ama öykü, Eylül 1971’de Yeni Dergi’nin 84. Sayısında yayınlanmış ve derginin giriş yazısında Mehmed Fuat : “Füruzan’ın Ah Güzel İstanbul’u için ağustos ayı içerisinde tamamladığı, yankılar uyandıracağını tahmin ettiğim bir hikâye” demiştir.

Füruzan’ın bütün bir edebiyatında aslında merkeze aldığı ve söz konusu ettiği 12 Mart 1971 dönemidir. Çünkü tam da 12 Mart’ın hemen üstünde ağustos ayı içinde, o dönemlerde yazdığı bir öyküdür.
Bu öyküde, Füruzan’ın genel izleklerinin birçoğunu; ezilmişlerin, kenardakilerin hikâyesini ve onların dünyasını özellikle imgeler üzerinden ve o imgeleri kapsayan hikâyeciliğini arada bir filme de gönderme yaparak konuşacağız.

AT:  ( Kısa bir özet )

Füruzan’ın Ah Güzel İstanbul öyküsü aslında filmden görülen kısacık parçadan da anlaşılacağı gibi bir genelev kadının hikâyesi ama filmdeki en büyük farklardan birtanesi, onun için filmi ayrı tutmak lazım. Öykü üzerinden konuşmak daha doğru olacaktır. Çünkü bu bir Zürafa Sokağı fahişesinin hikâyesi. Yani bu filmden gördüğümüz kadarıyla kalitesiz bir randevu evine dönüştürülmüş ancak bildiğimiz, meşhur bu bir zamanlar edebiyatımızda çok yer tutan, Abanoz ve Zürafa Sokak genelevlerinden birinde çalışan bir kadının hikâyesidir. Aslında bir hiç dünya üzerine kurulu bir öykü.

Özetlemek gerekirse; Sarı Kamil genelev seferlerinin birisinde Cevahir’le tanışır ve ona bir ev açar. Birlikte yaşamaya başlarlar. Biz hikâyeye Cevahir’in kısa bir iç ve dış dünyasının, yaşadığı ortamın tanıtımından sonra gireriz ve asıl merkezde Cevahir vardır. Cevahir bize, Sarı Kâmil’le birlikte kurduğu hayatın ayrıntılarından başlayarak geriye giderek, geriye doğru bir zaman dilimi içerisinde genelev hayatını, ondan sonra kendi çocukluğunu oraya dönüşünü vs anlatır. Tekrar aynı yere döndüğümüzde biz Cevahir’i bir ümitsizlik bir kırgınlık bir boşluk içinde olduğunu görürüz. Çünkü Sarı Kâmil ona nikâh vaat etmiştir. Ama 2 seneyi geçmiş ve hala ortada bir nikâh yoktur. Sarı Kamil’in çok ciddi ekonomik sorunları vardır ve bunları pek aşamamıştır. Anladığımız kadarıyla normal bir çift gibi yaşamalarını sağlayacak bir iletişimleri yoktur. Dolayısıyla öykü Cevahir’in umutsuzluğuyla ve o iki senedir birlikte yaşadığı ve çok özendiği evinin kapısını kilitleyip İstanbul’a gelmesi ve Galata köprüsünden kendisini atmasıyla sona erer.

Y.K: 

Öykü Cevahir’in bu durumunu ya da kaderini, Sarı Kamil’in kırık dökük, yarım yamalak belki fazlasıyla erkek merkezli, kendisinin de değiştiremeyeceği genel izlerini taşırken; yine sinemadan şöyle bir noktayı da söylemek lazım.

Ah Güzel İstanbul adını aslında biz sinemada ilk kez, 1966 tarihli bir Atıf Yılmaz filminde duyuyoruz.  Senaryosunu Safa Önal’la Ayşe Şasa’nın birlikte yazdığı, biraz pigmalyondan esinlenmiş ama daha buralı hale getirilmiş, başrollerinde de Sadri Alışık ve Ayla Algan’ın oynadığı bir filmdir bu.
Orada da düşmüş, eski bir İstanbulluyu, artık eskiden kendisinin sahip olduğu konağın müştemilatında yaşayan alkolik sokak fotoğrafçısının, şarkıcı olma umuduyla İstanbul’a gelmiş sokak kızıyla yaşadığı –ki biraz pigmalyonvari ama daha fazla komedi dram arasında gidip gelen hikâyesine tanık oluruz.  Füruzan, 66’dan sonra sanki( bilmiyorum böyle bir çıkışı var mıydı Füruzan’ın) yeni kurgulu, bu yeni kenardakilerin hikâyesiyle pek de o kadar sevimli, pek de o kadar umutkâr olmayacağını söyleyen bu yeni hikâyesinin, sanki o filmin Ah güzel İstanbul’una, pek de öyle Ah güzel İstanbul olmadığına dair bir gönderme gibi de düşünebiliriz.

M.G:

Evet Cevahir’in hikâyesi dedik ama girişinde, daha doğrusu öykünün genel kurgusunda böyle bir, nereye gideceğimizi başlangıçta çok da kestiremediğimiz bir akışla aslında giriyor öyküye yazar ve o şekilde de gidiyor.  Birazcık bu bence öykünün ruhuna da uymuş. Çünkü izlediğimiz zaman hakikaten bizde kalan çok büyük bir hüzün, büyük bir ümitsizlik, çıkışsızlık kenardaki insan hikâyesi gibi olsa da kolaylıkla insanların varoluşsal sorunlarıyla özdeşleşebiliyoruz. Çünkü onları çok iyi canlandırıyor zihninde.  O nedenle Sarı Kâmil ve onun muaviniyle yola çıkışıyla başlıyor. Sonra anlıyoruz ki aslında bu rastlantısal bir giriş de değilmiş. Yola çıkış aslında son yola çıkış ve o yolun bir daha da dönüşü olmayacak. Ama neden olmayacak? Belki de bizde bambaşka bir çözümü var ama burada başka çözümleri ima ediliyor.

Öykü biraz da onun karakterleri nasıl canlandırdığını görmek için çok uzun kendilerini anlattıkları diyaloglarla, yani artık onlara diyalog mu denir yoksa tiyatroda çıkıp kendini tanıttığı bir monolog mu denir bilemiyorum- yazılmıştır. Zaten Füruzan’ın tiyatro bağlantısı da konuşulmaya değerdir. Çünkü bir dönem oyunculuğu da denemiş bir yazardır. Meselâ burada Sarı Kâmil’in Erdoğan’la bir diyalogu var:

“ - Ne demek, bugüne bugün 34 atız. Yani İstanbulluyuz… İstanbullu ne demek bilirsin. Hele Mardin ilinde. Herbir şey demektir. Bunlar hanım evladı yerine alır bizi. Bizim Galata yöresinde ne fedai uçurmuşluğumuzu, ne el ayak öptürmüşlüğümüzü bilmezler. İstanbul şehrinde birine küfür mü edeceksin, beddua mı edeceksin, şoför parçası, imansız, Allah seni uzun yol sürücüsü yapsın demenin yettiğini bilmezler. Ne de olsa taşranın yabanları koca kamyonu yürütmenin bir ustalık,  bir hüner olduğunu bilirler.”

Sarı Kâmil, kendini bir yandan anlatan İstanbullu bir karakter ama İstanbul dışına sürgün bir karakter diyebiliriz. Yani aynen Cevahir gibi- belki Füruzan’ın birçok öyküsünde olduğu gibi-  o göçen, yer değiştiren, gittiği yere bir türlü adapte olamayan, oraya kök salamayan karakterlerinden bir tanesidir de aynı zamanda.

Bir yandan da karakterlere eşit mesafedeyizdir. Yani hikâyeleri çok fazla melodrama yakın olabilecekken, bizi o melodramın tuzağına düşürmeyen, onlara hep bir objektif mesafede tutmaya çalışan bir üslubu vardır. Bence bu çok önemli ayırt edici özelliğidir bana kalırsa. Yani biz Sarı Kamil’i tanıdıktan sonra birdenbire o zayıf, ince muavin adayına, Erdoğan’a geçiyoruz. Ki zaten Erdoğan’a yönelik konuşuyor. Ama burada biraz tekniğini incelemek açısından şunu da söylemekte yarar var. Orada bu çocuğun onun yanına nasıl verildiğini bir anda bir flashback tekniğiyle -ki aslında o dönemde çok da sık kullanılan bir teknik değil- yapıyor. Hatta Füruzan’ın bunu kullanmasını eleştirmenler  “böyle bir özelliği var, geri dönüşleri kullanıyor” diye o dönemde not etmişlerdir.

Çünkü biz kamyonun içinde İstanbul’dan yola çıkarken Sarı Kâmil’in yanındaki Erdoğan’ın aslında annesi tarafından Sarı Kâmil’e nasıl emanet edildiği ve onunla ilgili bir sahneye geri dönüyoruz. Hatta orada da kalmayıp kamyonun patronundan nasıl aldığına geri dönüyoruz. Ve işte orada: “ Kâmil oğlum büyük para bağladım bu işe. Kollayacaksın beni.” diye başlayan patronun tiradı vardır.  Bu bölümde Man, yeni alınmış kamyon hakkında küçük güzel ayrıntılar vardır. 

Sarı Kâmil patronuna: “Adını ne yazıyorlar bizim MAN’ın?” diye sormuştu.
“Açılın Yolların Kartalına diye yazdırdık. Ön motor kafesine de dağdan inen kartal resmi çizdiler.”

“İyi ya,” demişti Sarı Kâmil gene hep şişelere bakarak, “madem uzun yol kamyonudur; bir de ‘ Ömür Biter Yol Bitmez’ yazalım.”

Şimdi bu yaşayan gündelik hayatımızın, taşımacılıktaki kamyonların resimlerle, desenlerle hatta daha eski modellerde başka şekillerde kaplandığını görüyoruz. Aslında bunun geleneğinde eski at arabalarının süslenmesine kadar giden bir şey var. Yani o atla, at arabasıyla yolcusunun, sürücüsüyle kurduğu ilişkiyi artık kamyon şoförü, kamyonuyla kurmaktadır. Çünkü o bir taşıyıcı ve beraber onun üzerinde gidip gelmektedirler.

A.T:

Aynı zamanda ekmek parası, ekmek teknesidir de. Zaten konulan isimlerin birçoğuna baktığımızda uğura, berekete, kısmete yönelik isimlerdir. Bütün her türlü römorköre, ekstra taşıyıcıya, kamyonlara, minibüslere, otomobillere çeşitli adlar verilmiştir. Ama 80’lerden sonra giderek değişime uğramış ve gündelik hayatın bir resmi olarak karşımıza çıkmaya başlamıştır. Asıl önemli olansa kültür tarihi farklılıklarına tanık oluşumuzdur.

M.G:

Füruzan’ın burada özellikle yaptığı bir şey var. Antropolojik bir dil kullanıyor. Sanki biz burada bir grup insanın gündelik yaşamını, onlarla derinlemesine söyleşi yapmışız ve kaydetmişiz. Şimdi evet, Kamil’in hayatını tanıyoruz. Daha sonra geneleve girildiği zaman Cevahir ve oradaki diğer kadınların hayatını da tanıyacağız ve zaten oralara geldiğimizde de üslup o şekilde devam ediyor.

Y.K:

Bu antropolojik dil meselesi önemli. Füruzan kendisi de kimi söyleşilerinde bahsetmiştir. Öyküden önce resim sanatıyla çok ilgilendiğini, zaten daha sonra sahne sanatlarına yöneldiği dönemde de konuyu hep buraya getirmiş bir yazar ve resmetmek konusunda da mahir bir kalem. Bazen çok nesnel resmediyor bazen de bizi o karakterle aynı çizginin üzerine alıyor. O karakterin duygusunu hissetmemize izin veriyor ama birebir empati kurarak bu karaktermiş gibi hissetmemize çok izin vermeyecek kadar hızlı bir şekilde, resmin diğer bir tarafına özellikle imgeler aracılığıyla geçiyor. Yine flashback tekniğini hissettirmeden yumuşak geçişlerle kullanması ve bir de birçok öyküsünde olduğu gibi bu öyküde de beş duyuya doğrudan hitap edebilme yeteneği açısından, aslında ders niteliğinde bir metin. Gerçekten renkler, kokular, dokular bütün bunlardan kimi zaman imgelerle kimi zamansa görüntülerle geçebiliyoruz.

M.G:

Resimle ilgili bir örnek verirsek; Mardin’e giriş bölümü Füruzan’ın resmetme, gözde canlandırma konusunda ne kadar usta olduğunu gösteriyor.

Mardin’in ovasına vardığımızda ne şehir beklersin görünecek, ne dam, ne ağaç… Sanırsın ki kıyamete dek sürecek bir yolun hep başındasın. Tekerler dönüyor da koca Man yürümüyor. Hep tıpı tıpınadır yol. Neresini noktalasak şu yerin dersin. Vay anasını, bir suyu çekik kuyu belirir. Nereden bildim susuz olduğunu? Yahu kuyu dediğinin şunun şurasında yanında yöresinde iki tutam çimen yeşerir. Ora kuyularında arama öyle şey. Kovaları çekmelik direkleriyle toz toprak içinde salınıp durur. Bozkırın rüzgârı da toprağın yüzünü yalar geçer alttan alttan. Toz döne döne yerle bir yayılır ovada. Saatlerce sonra Mazı Dağı’nı gördüğünde, hah dersin yahu, yol yaparmışız desene. Ve birden dik yamaçlarda apak Mardin’i görürsün. Mardin taştan şehirdir. Dar sokaklarında serinliğin kol gezdiği, bahçeleri ağaçsız, ağaçsız olmanın yaraştığı bir şehirdir Mardin. Bizim MAN tek sesle yönelir bozkırda. Ama Mardin’i gördüğünde gürülder. Allah hakkı için aynen göreceksin sen de bu aslanın Mardin’e girerken gürüldemesini. Serinde gireriz. Güneş bir mızrak boyu çıktığında sıcak bastırır. Öylesine sıcağın tarifi yoktur. Boynundan ter tane tane durmadan içine süzülür. Toprak altlarından yansır güneş. Ne yana baksan güneş hep. “Ah canım İstanbul gibisi var mıdır?” dersin. Şöyle yürekten. Ama buralar da bir içine işler ki insanın. Haddine düşmez unutmak.

Y.K:

Tam da resmettiği yerden itibaren öykü aslında ikinci evreye geçiyor. Buraya kadar biz, Sarı Kâmil merkezindeyiz. Sarı Kâmil’in Kocamustafapaşa’dakilerle ilişkisi, patronuyla ilişkisi, uzun yolla ilişkisi, MAN’ ı ile ilişkisini görmekteyiz. Örneğin:


“Uzun yol arabalarında İstanbul’a varıp işsiz dinlenme günlerinde lokumuna, gazozuna tavla oynarken bile arkadaşlarından daha yukarıda oturuyormuşçasına bir tavır içinde olurdu.” gibi bütün, hem onu resmeden hem duygularını anlatan bir yerdeyizdir.  Resmin üstünde onun psikolojisine girmemizi sağlayan, burada çok önemli bir noktada “ Erdoğan Sarı Kâmil ustasının coşku dolu anlatışını saygılı dinliyordu.” İle başlayan cümlesiyle biz, Erdoğan eksenine geçiyoruz.  Erdoğan’ın Kocamustafapaşa’daki varoluş çabalarını, on beş yaşındaki bir delikanlının yine kenarda kendini var etme, Kumkapı’ya kaçıp arkadaşlarıyla sahilde güneşlenmesi gibi olaylara tanık oluyoruz.

Bütün bunları gördükten sonra, aslında bir şekilde yırtabilme ihtimali hâlâ olan, masumiyet yüzü olabilecek, -yani o Sarı Kâmil gibi ya da Kocamustafapaşa’dan veya kenardan çıkacak diğer insanlar gibi- o büyük çarkın içerisinde yok olmayacak Erdoğan’ın, masumiyetle gerçek ve vahşi hayatın arasındaki o karakterin ağzından ilk kez öykü boyunca duymadığımız bir ismi duyuyoruz.  Asıl ondan sonra uzunca bir süreden sonra,  merkez karakterimize öykünün kalbine gidiyoruz. Cevahir.



Buraya kadar Sarı Kâmil'i, Erdoğan'ı, MAN'ı, Mardin'i çeşitli anlatımlarla tanıma fırsatını buluyoruz. Bundan sonra sevgili Yekta Kopan'ın da dediği gibi öykünün merkez karakterine, Cevahir'e, yani bir anlamda kalbine giriş yapıyoruz. En keyifli yerinde kestiğimin farkındayım. Merak edenler Füruzan'ın AH GÜZEL İSTANBUL adlı öyküsünü okusun. 

Girişte de söylediğim gibi Ubor Metenga Buluşma'larını yerinde izlemek, yazarların öyküyü ele alış şekillerini dinlemek daha anlamlı olacaktır. Hatta belki edebiyattan ve kitaplardan hoşlanmayanlar için de bu dünyaya anlamlı bir giriş yapmalarını sağlayacak, bir ilk adım bile olabilir. Ne dersiniz?

Bir dahaki buluşma 31 Mayıs 2010 tarihinde yine İKSV Salon'da saat 20:00'da. Bu defa hem söyledikleriyle hem de söyleyiş biçimiyle edebiyatımızda çok önemli bir yazar olan Oğuz Atay'ın Beyaz Mantolu Adam adlı öyküsünü konuşacaklar. Çoğumuz Oğuz Atay'ı modern şehir yaşamı içinde bireyin yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşlarını, tutunamayan bireylerin iç dünyasını anlattığı TUTUNAMAYANLAR adlı romanıyla tanıyoruz. Gelin bir de bu öyküsüyle onu tanıyalım. Hatta dilerseniz öyküden kısacık bir bölümü de buluşma öncesinde yazarlarımızın affına sığınarak alıntılayayım:

"...
Hafif bir rüzgâr çıktı; iriyarı, esmer ve görünüşü taşralı satıcısının elbiselerini belli belirsiz havalandırdı. Yalnız beyaz manto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış olmalıydı. Bir süre durdular mantoyla karşılıklı. Onu seyreden satıcı, sessizliği bozdu sonunda: "Ne o? Satın mı alacaksın?" Karşılık vermedi. Gülümseyerek yere tükürdü satıcı; yüzünde yarı kurnaz, yarı ilgisiz bir ifade vardı. Önce satıcıya, sonra tekrar mantoya baktı; elini cebine soktu."


Gelmek isteyenler mutlaka pazarlama@iksv.org adresine kayıt yaptırmayı unutmasınlar. Görüşmek üzere.

Unutmadan Can Yayınları'na ve Hare'ye de teşekkürler. 






19 Nisan 2010 Pazartesi

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XIV-

Ardına kadar kapalıydı kapılar. Bir iki zorladıysam da faydası yoktu. Sanki çok uzun zamandan beri bu kapıyı açan olmamıştı. Zile bastım. Olur ya belki biri kapıyı açar diye. Belki de küçüklükten kalma bir alışkanlık. Her gittiğimiz evin zilini büyük bir gayretle çalma isteği. Parmaklar yetişmeyince birkaç zıplama, sonra hop baba omzuna kestirmeden çıkış. 'Ben çalcamm, bennn'. 'Anne sen çalmaaa n'olurrr.' 
Anlaşılan o ki hâlâ uslanmamışım.


Birkaç adım geriye gittim. Pencerelerden birine gözümü diktim. Perdelerin uzun süredir kullanılmamışlığı renklerinden kendini ele veriyordu. Niye bu ısrarcılık? Yok işte kimse. Defol git şu kapının önünden. İlla olmayan şeyleri ortaya çıkartacaksın öyle değil mi? Neye güvendiğini anlayamıyorum. Git işte. Duvar gibi kapalı. Geçit yok. Kimse yok. Uzaklaş.


Hava soğuk. Ellerimi birleştirip sıcak hava üflüyorum. Isınmıyorlar. Eldivenlerimi de almayı unutmuşum. Eve girebilseydim, kapı açılsaydı bu kadar üşümeyecektim. Unuttuklarım için yakınmayacaktım. -Se, sa'lar... Koşullu ruhsal debelenmelerimiz arasında savrulup gidiyoruz. Hayal kurmanın ilk evresinde her şey normal. Ancak ilerledikçe, koşullar kendini ortaya çıkarıyor. Sevmiyorum. 


-Neden kapı açılmadı? Niye evde kimse yok?


Yol boyunca yürüdüm. Sağlı sollu taş binaların üzerindeki reklâm afişlerinin okumaya çalışmaktan yorularak tünele kadar gittim. Oturduğum yerden geçip giden insanları izledim. İçimden küfrettim. Ne zamandır gidemediğim tiyatro oyununu düşünüp, bunca zamandır gitmediğim için kendime kızdım. Çantamdan kitabımı çıkardım. Son kalan bir sayfayı okuyup diğerine başladım. Çay sıcaktı. İçmek için elime her alışımda, geri bıraktım. Sonra da kaybolduğum cümleler arasından çıkmayı başaramadım. Soğuk çayı kafama dikip kalktım.
Kapıyı unutmaya çalışsam da aklımdan bir türlü çıkmıyordu. Oysa o kadar inanmıştım ki orada olduğuna. 


Ellerim... Soğuklar... Uzun süre de ısınmayacaklar. Ev yok. Evde kimse yok. Eldivenler yok. Çay soğuk. Zilini çalmadan açabileceğim tek kapı, kendi evim.Orası da kimi zaman soğuk kimi zaman sıcak. 


Anlaşılan o ki hâlâ uslanmamışım.











17 Nisan 2010 Cumartesi

Kararsız -yorumlar

Sevimsiz renklerle örülmüş bir el örgüsü kazağın, sökülen ilmekleri gibi bu kelimeler. Neye benzediklerini kestiremiyorum. Unutulanlar arasındaki yerlerinin tam olarak neresi olduğunu sezinleyemiyorum.Unutmak üzerine konuşacaktım. İçimde ne var ne yoksa o sivri uçlu şiş örgülerin ucuna ekleyip bitirecektim. Çok zaman geçmiş. Kayıp adresler silinmiş, değişen hayatlar eklenmiş telefon defterlerine. 

Müzik çalarken vazgeçilen bir dünyanın resmini çiziyorum. Dünyanın her yerine ufak notlar yapıştırıyor ve o notları tek bir renge boyuyorum. Biliyorum, düzensiz bir yolda ilerliyorum. Onu ve onunla geçen kalabalık bir İstanbul sabahını yapıştırıyorum her yere. Dünya doluyor. Gözlerim doluyor. Görüş açısını kaybediyorum.

(...)

Çok zamanım yok. Olacakları bir sıraya koymak için kararlarım da... Ölü gibi yorgun, keyifsiz uyuyorum. Tıpkı küçük bir bebeğin kararsız ama heyecanlı kalp atışları sayesinde belli belirsiz de olsa yaşıyorum. Anlatmak için ayrı ayrı cümleler kurmaktan boğuluyorum. 
Her şey tersine bir düzende. Kahveyi cezve yerine fincana, küçük sevimli kurabiyeleri de poşetinden çıkarıp tabak yerine çöpe koyuyorum. Aklımın içinde yörüngeden çıkmış titreşimler içinde yaptıklarıma şaşırıyorum.

(...)

O adam bana yalnızlıklarından, biten evliliğinden bahsettikçe ben ona ne kadar anlayış gösterdiğimi düşünüyor, sorunları ve acıları arasında kendimi kaybediyorum. Bir temmuz sabahının gözlerimin gerisinde bıraktığı yansımayı görüp hızla uzaklaşıyorum boğazımda bıraktığı hırıltılı nefesinden.

(...)

Hiç değilse geniş zamana yayarak yazabildiğim mektuplarım var. Bazen cevap gelmiyor. Suskunluğu sevmez oysa. Biliyorum bütün derdi benimle ve açıkça kendini belli eden sözcüklerimin anlamlarında. Kaçıyor. Matematiksel denklemlerin içerisinde bir sonuç bulmaya daha hevesli. Şu kitapları okuyamadan öleceğim. İzleyemediğim filmlerin her sahnesini ince ince yorumlayamadan yitip gideceğim. Yok olmak!

(...)

Ankara Numune Hastanesi'nin özel bir odasında büyük ve acılı çığlıklarla beni dünyaya getiren annemin sızılarını hiç tanımıyorum. Ağlama sesimi ilk defa duyduğunda yüzünde gülümsemeler bıraktırdığım babamın, çocukluk yıllarındaki yalnızlığını bilmiyorum. Onlarsız olmak nasıl bir şey, onu da bilmiyorum. Ama bunu birgün yaşayabilecek olduğumu iyiden iyiye biliyor olmak beni korkutuyor. Onları düşününce kendi ölümümü unutuyorum. Kendi ölümümü hatırladığımda onları unutuyorum. Unutmaktan yorgun düşüp dönüşü olmayan bir uykuya dalıyorum. Yol çizgileri durmadan renk değiştiriyor. Yoldan çıkıyorum. Kan ter içinde uykudan uyanıyorum. 'Bak buradayım' diyen bir ses arıyorum. 

(...)

Kırık dökük bir masa. Sinema girişinde ayakkabılarını çıkarıp oturmuş bir çocuk. Yüzünde kirle doldurulmuş bir hüzün. Yalın. Yakın. Yalnız. Yorgun. Tenha saatlerde gelip oturuyormuş burada. Sessizliği mi seviyor acaba yoksa kimsesizliği mi? Oysa bir çocuk, daha küçücük, sevebilir mi kimsesizliği? Bütün bir yıl boyunca çaldığı kapıları kapatmışlar. Olan bu. Anlatıyorlar. Herkes bir şey anlatıyor. Kimse susmuyor. Bütünüyle bir şehre benziyor yüzü. Boşluk...

(...)

Kim bu konuşan? Yazdıklarımı sayısız harf vuruşuyla herkese okutan ben miyim? Konuşmasam. Biraz içimden çekilse(n). 
O ki bana bir gün şunu söyledi: "- Kaçıyorum. Özlediğim her şeye uzağım. İnsansız bir yer yok! Gün batımı sadece okurken çiziyor resmini gözlerimin önüne düşen hayal perdesine."
Ben ki O'na şunu söyledim: " Hiçbir şey çizilmiyor."

Sevimsiz renklerle örülmüş bir el örgüsü kazağın, sökülen ilmekleri gibi bu kelimeler. Neye benzediklerini kestiremiyorum. 

Bahsi Geçen Uçuş

Bahsi geçen uçuşta usul usul duruyordum oysa ben. Önce belime sardı ellerini; sonra da yavaşça bıraktı sihirli kelimelerini dudaklarından içime doğru. Bahsi geçen yükseklikte ben hiçbir şey yapmadım…

Kaç tane soru sorduysam, o kadar suskunluk döküldü gecenin nemli bakışlarından. Altı üstü oyun oynuyordum. Kızacak, ortalığı viran eyleyecek ne vardı sanki. Hani bilirsin beni, bazen içim içime sığmaz ya, yaşıma bakmaz dalar giderim küçük bir çocuk gibi oyuncakların sevimli hallerine yani, kelimelerin sesli bahçesine. Oraya seni kaç defa çağırdığımı ve senin de kaç defa beni bir şekilde kandırmayı başarıp gelmediğini iyi biliyorum. Benimkisi biraz da gönüllü bir kabulleniş oluyordu her seferinde nedense. Elbette bana sorsan, anlatılabilecek bir şeyler bulurdum malum kaçışlarınla ilgili. Ama işte, bazen yol vermek geliyor insanın içinden. Irmağı bulandırmanın manası yok!

Dur bakayım saat kaç olmuş.
15.30

Niye benimle bu kadar uğraştığını bilmek isterdim. Sinirlerimi alt üst etmeyi başarabilen yanlarını niye bu kadar çok sevdiğimi de.
Yakın bir zamandaydı, unutmayacağım kadar yakın. Bazı tuhaflıklar peydah olur da şöyle kılınızı bile kıpırdatasınız gelmez demiştim. Birkaç gündür keyifle izliyorum olan biteni. İçimi şeytani bir gülümsemeyle dolduruyor, sonra da o dolan yanları, aklımda kalan bazı izlerle yeniden boşaltıyorum. İçimdeki sokakların arnavut kaldırımlı yollarında eski bir şarkı dolanıp duruyor… dur bakayım nasıldı: “ Kadınım söyle sen mutlu oldun mu? Bu deli adamı unuttun mu? Sevdin mi gerçekten ah, seviştin mi söyle onları da öptüüünn müü?” Nereden musallat oldu bilmiyorum. Akıl perdesindeki kararsızlıktan mı; yoksa ciddi kararların ertesindeki durgunluğumdan mı anlayamıyorum. Bunun üzerinde neden bu kadar duruyorum derseniz, eh o da bana kalsın.‘Merak adamı suya götürürmüş de susuz getirirmiş,’ öyle diyorlar…

Sınırları zorlarken, sınır çizgisi üzerinde eğri büğrü adımlar atan bir adam tanıyorum. Ne zamandır bir şeyler yazacak oluyorum sonra vazgeçiyorum. Tam sırası. Hazır oyun sırası bendeyken… Herkeste bir kumar merakı. Zarları eline al, sesinden tanırsın hayatın kaç geleceğini. Ola ki elinden kaçırdın, tutturamadın bir dahaki sefere inan olsun ki başarırsın! Yok, ben bunu anlatmayacaktım…

Bu da kim?
Ara sıra suyunu değiştirmek lazım. Bu kadar az ile doyan başka bir tür var mı bu hayatta? Ya da fazla bulduğunu bir an önce tüketip diğer dünyayı boylayan? Ben her türlüsünden korkuyorum. Dışarıdan bakıldığında canını yakmazmış gibi duruyorlar. Sen de hiç düşünmeden kaptırıyorsun kendini. Sonra bir bakıyorsun ki işin rengi öyle değil. Birdenbire, beklenmedik bir anda, kendisinden beklenmeyecek bir tepkiyle, olduğunun tam tersi bir yüzle karşılaşabiliyorsun. Canın yanıyor… Dediğim gibi ara sıra suyunu değiştirmek lazım.
İşin aslı bu da değildi…
Gün geçtikçe eskiyen yanlarım var. Çarşı pazar ruhum…

Bahsi geçen koltuk numarasında sakince zamanın geçmesini bekliyordum. Saçlarımı elimle her toplayışımda havaya yayılan kokumun bu denli farkında olacağını düşünemezdim.
Bahsi geçen yükseklikte kemerimi sıkıca bağlamıştım oysa.

Yanaklardaki sürtünme hızı arttıkça dudaklara değen mesafe daralıyor. Yalnızca nefes alıp verirken, buz kesmiş hava ısınıyor. Parmaklarımla kazıdım seni o masum bakışların düştüğü geceye. Şehir kan revan içindeymiş, İstanbul geceden habersiz uykudaymış, ne çıkar! Dağılmışsa bir defa yürekte filizlenen bekleyiş, ilk ürperişin yalan dolanlı yollardan gelişi sarsmıyor! Senin pazarın yok... Senin bir düzenin de yok.

Saate bakmalıyım. Hay lanet olası ters dönmüş. Bir saniye.
00:11..

Bu kokunun tenine sen doğduğun vakit düştüğünü biliyor gibiyim. Sanki hiçbir değişiklik yok. Bu tıpkı sihir gibi! Biliyor musun dilim tutuluyor anlayamadıklarımı düşündükçe. Bunun adı ne ve ben niye bu denli sarhoş bakıyorum gece gözlerine?

Araya biraz zaman girdi. Unutmayacağım kadar bir zaman... Bazıları için sayılı gün çabuk biter; bazıları içinse azaptan beter olur. Çok bekledim. Çok soru sordum. Çok konuştum. Böylesi durumlarda aklıma hep aynı şey geliyor nedense. Uykudayken bir gece ansızın gözlerim açılacak ve birdenbire kendimi, kendi hayatımı oynarken bulacağım, olduğum yerde... Perde bir tek ve daima benim için açılacak. Kısıtlı bir süre içinde, görmediğim ne kadar yanım varsa, hepsi birer birer sahne alacak karşımda. Peşimi bir türlü bırakmayan en güçlü ya(la)nımsın gerçek yanımla savaşan... İçimde döner durur bir büyük gece ve sen olmazlarınla çıkagelirsin yaşamın orta yerine; kuralsız, hesapsız, umursamaz, boşvermiş...

Herkeste bir tahmin hakkı...
Asılsız suçlamalarım var aşka dair!
Kimsenin, 'kimvurdusu' olacak kadar yabanıl değil sözleri/m
Önce ilmek ilmek nota dökülür; sonra en can alıcı yerinde pat diye bitiverir ezgi...
Anlatmayacağım dediğim vardı burada en çok, bilmem anladınız mı?
Biliyorum, sensin! Ara sıra suyuna gitmek lazım. Bu kadar yırtıkken hayat, bu dikiş tutturmak da neyin nesi?

Bahsi geçen uçuşta koridor kenarında o oturuyordu. Ben yalnızca o küçük pencereden dışarıya bakmaya çalışıyor, bulutların üzerindeki bir masalın, beyaz yalanlarının içinden geçiyormuşçasına gözlerimi kapatıyordum. Bahsi geçen yolculuğun, neden uçuş saatinden önce başlamış olduğu konusunda ise hiçbir fikrim yok!












14 Nisan 2010 Çarşamba

Zaman Ayracına Takılan "Karşılıksız Bir Hikâye"

(00:04):
 Özledim. Bak yine buradayım. Sesin olmadan, tekinsiz. Bugün bir kuş kondu ayaklarıma.  Korkmadan. Korkmadım. Oysa ani kanat çırpışlarından hep korkarım.

(00:05):
 Eğildim. Tutmak istedim aslında biraz dokunmak. Kanatlandı birdenbire. Ardından baktım. Uzaklaştı... Uzaklaştı... Kayboldu birdenbire apartmanların arasında.
 Yaşam da böyle bazen dokunmak istediğinde kaçıp gidiyor.

(00:06):
 Sonrası işte bildiğin gibi tanıdık telaşlar ve ara sıra bilinmezlikleriyle heyecanlandıran belki kızdıran büyük bir muamma.

(00:07):
 Kitapları karıştırdım biraz, eskiden okuduğum altlarını çizdiğim yerlere baktım. İnsan ne garip oluyor geçmişte alıntıladığı yazıların ardından yıllar sonra dönüp yeniden okuduğunda.

(00:09):
 Bazı şeylerin değiştiğini, eskisi gibi yerinde durmadığını anladığında kekremsi bir burukluk yerleşiyor ruhuna.
 Bazen de inceden gülümsüyor tanıdık bir şeylere rastladığında, seviniyor. Öyle ya da böyle altı çizilmiş cümlelerin sarhoşluğu bir süre peşini bırakmıyor insanın.

(00:12):
 Yine çokça kahve içtim. Oysa benim de senin gibi bitip tükenmek bilmeyen mide ağrılarım var. Umursamadan yudumladıkça, ilerleyen saatlerde keskin bir baş ağrısıyla birlikte bedenimi zorluyor mide ağrısı da. Her zamanki gibi göz ardı etmeye çalışıyorum. Niye böyle? Yani bazen insan, canını yaktığını bile bile neden zorlar ki bir şeyleri?

(00:14):
 Apartmanın merdivenlerinde bir sürü yazı vardı bugün. İrili ufaklı harflerle kurulmuş, yazan için anlamı büyük cümleler. Çocukken bayılırdım ağaçların köklerinden çıkardığım topraklarla, kum saati akışında yazılar yazmaya. Hani avuçlarsın toprağı ve sıkarsın avucunun içinde. Badi parmağının orada ufak bir aralık kalır. İşte tam oradan akıtırsın. Kum saatleri de böyle değil midir? İnce bir aralıktan sızar zamanı usulca.

(00:15):
 En son hangi ağacın altında oturduğumu bile hatırlamıyorum. Aylar önce, zorlu bir yürüyüş sonrası dinlenmek için uzandığım tepeyi saymazsak.

(00:22):
 Kim bilir ağacın altına yazdığım o yazılara ne oldu? Benden sonra birileri gelip okusun diye hiç bozmadım yazdıklarımı. Sahi, bir okuyan olmuş mudur? Çoğu zaman birbirinden farklı, bir yere varmayan kelimeleri dizerdim. Hani olur ya ruh halinin devingen olduğu zamanlar vardır. Hızlı hızlı geçersin içindeki köprülerden sanki yıkılacakmış gibi...

(00:25):
 Kimse istemez düşmeyi, bu kendi kurduğu köprüler bile olsa. Tamam, bazen umutsuzluğun kapıları ısrarla çalar. En kestirme yol buymuş gibi düşünürsün. O kapıyı ne kadar çabuk açarsan, o kadar çabuk kurtulursun sanırsın. Biliyorum, hiçbir zaman böyle olmaz.

(00:33):
 Karşılıksız hikâyeler vardır. Hiç kimsesiz. Öylece dururlar sahibinin düşürdüğü sessizliklerin koynunda. Kendi aralarında, bağırır durur kelimeler.

(00:37):
 Su isterler, yemek isterler ama duyan olmaz. Boynu bükük tıkanıp kalırlar sararmaya yüz tutmuş defterlerin arasında. Ne kadar özgür de olsa içimizdeki ruh, bir yerde sıkışıyor işte. Belki de böyle düşünmek anlamsız insanoğlu için. Benim için...

(00:42):
 Söylemeliyim. İnan bu kadar süre kalacağımı tahmin etmemiştim. Özlerken geçip gidemiyor insan hiçbir şey olmamışçasına, biraz soluklanmak belki biraz gündelik hayatın yorgunluklarını tatlı tatlı paylaşmak istiyor.

(00:45):
 O kuş gibi doğasına uygun hareket etmek istemiyor. Huzurlu bir misafirin karşılıksız kelimelerinde, o varmış gibi onunla konuşmak ve günlerin, anıların sepetinden çıkanları heyecanla anlatmayı tercih ediyor.

(00:52):
 Bir düşteyim. Yeniden okuduğum kitabın sayfalarına dönüyorum. Eskiye dönmek zor ama birilerinin yazdıklarıyla bazı şeyleri hatırlamak mümkün olabilmekte. İhtiyacım olduğundan değil; birileri bunu iyi yapabildiğinden. Çünkü zamanında sahip çıkılmayan birçok şeye, kitaplar bir şekilde sahip çıkmayı başarabiliyor.

(00:53):
 Sonra da ölümün kıpırtısız kucağına usulca bırakıyorlar kendilerini. Yazanlar kayboluyor ama sahne yazdıklarına kalıyor.

(00:54):
 İyi ki gönül verdiğimiz şeyler var bu hayatta. Bulamayacağımız bazı yaşamlar olsa da...

12 Nisan 2010 Pazartesi

Mühür

Yalınayak geldiğin gecelerde çaresiz susuşlarının ardına sakladığın, kurşuna çalan sözleri düşünüyordum. Aşk, tavan arasına sakladığın kıskanç bir ölümlüydü. Yıkık dökük, durmadan kemirdiğin ve ancak ısırdığında kanatmayı bildiğin, nabzına hükmeden bir ölümlü.
Kaç fırtına yaşattığın umurumda değil! 
Hiçbir yalnızlık avutamaz şimdi içimdeki kandırılmışlığın öyküsünü. Sessizliğin de tükenecek elbet.Her yanımda sayıklamalar ve her yanımda dokundukça anısı kanayan kızıl bir sancı. Yüreğimdeki çocuğun gözyaşlarında, parçalanmış bir aşkın yalnızlık mührü. 

11 Nisan 2010 Pazar

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XIII-

Direncin sorgulara takıldığı koca bir geçmişten arta kalanları öğütmeye çalıştığım zaman aralıklarında, kitaplar arası kovalamalarım başlar. Duygu tortularını en iyi saklayanlardan birisi de onlardır. Kelimelerin içinde geçmiş ve bugün arasındaki bağı kurabileceğiniz, çoğu zaman şartları ağır, detaylar saklıdır. Ya şundadır ya bundadır derken aslında içinizdeki haritanın yeri çoktan bellidir…

Sırnaşık kelimelerin yakınlığında kurulmaya çalışılan zarif köprüler…
Hiç kimse “bunu ben biliyordum” demesin…
Çünkü ben, bilmiyordum…

Titreşimlerin sarıp sarmaladığı bir yörüngeye girmeyeli ne kadar oldu ki? Acaba nasıldı? Huzura adanmış yaşamın çizgisinde, yeni bir noktanın yakınlığı ne demekti?
Defalarca dinlediğim ezginin tanıdık vuruşlarına dokunur gibiydi kelimelerin. Açılan pencerenin bir köşesinden başımı uzatınca, hep aynı sokağa bakıyor gibi hissettim kendimi. Soru şuydu: Sen o sokağın neresindeydin? Geçitlerinin buluşma noktasına olan aşinalığım, beni duraklamaktan alıkoydu. Yavaş yavaş yürüyecektim oysa. Kontrollü ve ölçerek. Adımlarım hiç bu kadar heyecanla gitmemişti bir yere. Ellerimi açtığım günü anımsıyorum, yıllar öncesinden. Ortak paydaların kavuştuğu kolları çağırışım ve sonrasında uzun bir uykuya dalışım…

Bir gece öncesinin damağımda kalan tatlarıyla yola koyulmak... Çantada, az sonra acıkacak olmanın verdiği rahatlıkla bekleyen birkaç hazır yemek(!) Gümüş özlemler... Değeri dudak arasına katlanılıp bırakılan beyaz yaşamlar... Akıp kaldığım söz dizimlerinin, boğazımı yakan baharatlı tadı...

Yine satırların özgürlüğü benim elimde bugün anlaşılan. Konuşmayacaksın. Anladım. Tek şeritli yolda gitmenin zorluğu... Senden gelen tek ses :

" İyi pazarlar..."