PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

30 Mart 2010 Salı

Beyazlar Arıyorum, Neredesin Dolunay?

Akdeniz’de bir limandayım. Güneş denizde söndürüyor ateşini. Öyle çok renk bir aradaki!
Sessiz kalmaktan başka çarem yok. Susuyorum. Ta ki o uğursuz gemiyi ufukta görünceye dek! Siyah bir nokta oluyor önce. Sonra yavaşça karartıyor tüm gökyüzünü. Bilemediğim bir öfkeye kapılıyorum.

Düğümün merkezinde sonlanan yarım ay vakti bir gecede dinledim senden o ağır geçmişin sesini. Ağaçlı yolun en başındaki bankta oturmuştuk. Havadaki dingin rüzgârın sesi kulaklarımızı tırmalıyor sanırken, ruhumuzmuş aslında tırmalanan. Bir tek zaman durmuyordu o günlerde, bir tek o dursun diye düşlerken. Yoğun bir kavga, karşılıksız söz düelloları, hacimsiz bir sevgi...
Sonra duvarlar girdi aramıza. Bir gece, o frekansın ayarını yapmaya çalışıyorken, eski ve bilinen bir şarkının sözlerinde anladım senin de giderek uzaklaştığını benden. Oysa o sandalyenin tıpkı bir salıncak gibi salınışında ilk defa ben, "git" demiştim sana. İlk ben, yolların çizgilerini belirsizlikten çıkarıp bembeyaz bir renge boyamıştım. Henüz şiirlerin kirlenmediği, kitapların ayraçlarında önemli notların barındırıldığı, seninse kendinden vazgeçmediğin zamanlardı... Suskunluklarımız bir tek gülüşlerimizde saklıydı...
Suskunluklarımız saçlarımız gibiydi... Rüzgârda naif ve umarsızca dalgalanan...

Akdeniz’de bir limandayım.
Siyahın içinde ufak, beyaz noktalar gibi güzel anılar
Oldukça uzakta parlayan.

Bütün bir gece aynı soruları sorup durdum kendime. Körkütük bir geceydi, körkütük dudaklarım bağlanmıştı. Odalar arası adımlarda, küçük heyecanların masum düşlerinde, her sayfayı o küçücük an içinde teker teker çevirip geride kalan yıllarıma baktım. Kaçırdığım bütün gecelerime. Bahsettiğin limandaydım. Akdeniz’de.

Yavaş yavaş kendini kapatmaya hazırlanıyor bir sayfa daha. Az kaldı. Bak, o ağaçlı yolun başında bankta oturan bir geçmiş de ayağa kalktı, gitmek için. Birkaç kayısı uğruna pantolonunu yırtan genç kız da çoktan ağaçtan indi bile. Daha ne duruyorsun?

Bekle beni uğursuz gemi
Geliyorum.







28 Mart 2010 Pazar

Küçük Kahverengi Patikler

İlk ne zaman cemre düşmüştü ellerimin çocuksu düşlerine. Baharı tanımazken, sonbaharı içten içe gözetlerken mi yağmurlar başlamıştı dizelerin üzerine. Şimdi içimin daralan sokaklarında bir ses, şaşkın...

Karanlık şehre usul usul indi dün gece. Yağmur kokusu her zamanki gibi bir gölge misali üzerime sinmiş, benimle birlikte geçiyordu caddeleri. Sol yanımda, kirpiklerinde kocaman ışıkları olan ve göz kapaklarında taşıdığı o ahenkli duruşu bir türlü çözemediğim adamın bedeni konaklamıştı.
Hani, bilirsiniz daha küçükken oynadığımız o sevimli oyunların içinde yaratılan diğer oyunları. Haylaz bakışlarımızda taşıdığımız, nereye koyacağımızı çoğu zaman kestiremediğimiz, yaratıcılığımızın sınırları içerisinde sürekli devinen, o oyunları. İşte ben, o oyunların içerisinden sıyrılıp gelen bir yüzün taşıdığı gözlere tutuldum. Anlattıkça devrilen gözyaşlarımı hiç sorgusuz ve sualsiz kabullenen, kalabalık cümlelerimi birdenbire toparlayan, her sözünde gülümseyen sevgisini içime taşırmaktan çekinmeyen ve bir mucizeyi yeniden avuçlarının içerisinde doğuran, o gözlere...

Kaç yıl geçip gitti içimdeki ölü ruhlara can vererek ve kaç savunmasız özlem tortusu yuvalandı yüreğimin en aydınlık köşesinde... Bu öyle bir zamanki, bütün korkularımı yeniden ayaklandırıp hepsini tek celsede boğazın sularına serebilecek kadar güçlü ve kudretli. Tanrı'nın sesiyle yükselen bir aşkın, bir gece vakti ansızın tenimde yer buluşu... Benden yitip gidenleri, yeniden bana anımsatarak beni temizleyen ve içimi arındıran sessiz bir yol arkadaşı.

"Bak, işte burası sana bahsettiğim bahçe. Hani çocukluğumun geçtiği. İşte ben bu bahçede oynardım hep"

Pencereyi açıp evin geri kalan odalarına doğru yola çıktığında sen, o pencereyi hiç kapatmak istemedim. Ağaçların rüzgârda savrulan yapraklarında o günleri, içime çektiğim taptaze nefesle geri çağırmak ve seni oradan oraya, o bahçe içerisinde koşup oynarken görmeyi diledim. Gözlerimi kapadım. Saçlarımın arasına yayılan serinlikte önce o küçük ayaklarını, sonra da bedeninin yaramaz adımlarını gördüm. Elimi uzattım. Elimi göremeyecek kadar küçüktün ve bir gün bu eli görebilecek kadar da büyük...
İç içe geçmiş apartmanların, birbirini kucaklayan pencerelerinden yükselen sesleri dinledim bir süre. Saçlarının kokusunu, parmaklarına bulaşan toprağın rengini, ağaçların gövdesine dokunan oyuncaklarını, çocuk kalbini, yalnızlıklarını, haylazlıklarını, gülüşlerini, elmacık kemiklerine dokunan komşuları ve aklına değip geçen bütün o cin fikirleri izledim durdum.
Sen görmedin.
Gamzelerime bıraktığın tebessümün farkında olmadan, kapadım pencereyi... Tülü parmaklarımda tutarken tek bir şey diledim o bahçeden:

" Ne olur beni de al yanına çocuk ruhlum."

Bir ömrü işleyebilmek dizelerde ve bir ömre can verebilmek yürekte. Yılların içinden geçip bütün her şeye beyaz bir gecede gülümseyebilmek... İçimdeki hücrelerin rengine her nasıl olup da dokunabilmeyi başardığını hala anlayabilmiş değilim ama bu yüreği, bir başka çocukluk ve küçük sevimli bir anı bahçesiyle yeniden ayağa kaldırdın...

Benim tükenmeyen gözyaşlarım vardır... Ardı arkası kesilmeyen dudak büzüşlerim... Ellerimi eline aldığında kaybolacak bir ruhum ve o ruhu ayazda bırakabilecek kadar keskin sevdam...
Kendi ayazında bir yüreği ısıtabilmenin ne kadar zor olduğunu belki bilirsin. İçimdeki o çocuk bunu her defasında başardı biliyor musun? Şimdi benim içimde nereden geldiğini çözemediğim o ışığı, senin gözlerinden alıyorum. Sabahtan beri düşünüyorum adını, o kirpiklerin gözlerinle birleştiği duygunun ne olabileceğini...
Bir mucize ve bir ışık...
Koca bir çınarı ayaklandırdık farkında mısın? Tek bir gövdeden yayılan geçmişin tarihini devraldık birbirimizden... Senin bana verdiklerin ve benim sana getirdiklerim. Biz seninle çocukluğumuzla çarpıştık... Farklı bahçelerin aynı yaramaz çocukları...

" Ayaklarım üşüyor... Bugünlerde parmak uçlarımda bir soğukluk, anlayamıyorum..."

İşte tam bu sırada evin odalarında dolaşmaya başladı içinin sıcaklığı. Aklında dirilmiş küçük kahverengi patiklerin arayışıyla, kayboldun gözden. Bir gün o patiklerle bir mucizeyi ısıtabileceğin aklına gelir miydi? Eski sandıkların naftalin kokusunu anımsatan tatlı benzeyişindeki gibi, önce kokusuyla geldi yanıma. Ayak bileklerimi elini aldığında kayıp gitti soğuk içimden... İki küçük kahverengi patikten önce, sen ısıttın içimi... Şimdi her gece, yanı başımda tıpkı bayram öncesi hediyesini almış küçük bir kız çocuğu gibi uyuyacağım onlarla...
Bir bahçe...
Bir çocuk...
Bir geçmiş ayracı...
Bir çift küçük kahverengi patik...
Yani, tek bedende konaklayan iki farklı yaşanmışlık...

Sabaha karşı çoğaldı her şey içimde. Uyurken düşlerime bırakılan her neyse, gözlerimi açtığımda yanı başımda duruyordun. Yüzüne dokundum. Saçlarını okşadım. Yıllardan sonra belki de ilk defa sonsuz bir huzura gözlerimi kapadım...

"Dün gece gördüm seni...
Gözlerimi açtığım her sabah yanımda ol diye..."

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XI-

Kim derdi ki o sokağı döner dönmez geçmişten bir elin beni kendine çekip:"Bak işte seni buldumm!" diyerek boynuma atlayacağını. Demezdi. Kimse böyle bir karşılaşmanın gerçekleşeceğini ben dahil düşünemezdi. Yıllar, yıllar önceydi.

Oysa üşüyordum. Alkollüydüm. Arnavut kaldırımlarını saymak gibi saçmasapan şeyler yapıyordum. Hatta bir ara sek sek bile oynamış olabilirim. Nasılsa anlatırlar kendime geldiğimde. Kendimde miyim peki şu anda? Değilim. Sağ işaret parmağımla, uyku ve ağrıyan başımla inatlaşarak yazmaya çalışıyorum. Yaşamla inatlaşmayı seviyorum. Gereksiz gerginliklerden, en olmadık yerlerde kasılmaktan -aslında zorunda bırakılmaktan- sıkıldım. Neyse ki bunaldığımda, evin kapısı çarpıp çıktığımda ardımda hesap vereceğim birisi yok. Hesap vermek fena halde can sıkıcı. Gittikçe çekilmez buluyorum bazı kavramları. Geleneksellik ve modernite arasında yalpalayan bir sürü insanın kurduğu muazzam(!) cümlelerin o ekşimsi hissiyatında kafamı nereye vuracağımı şaşırıyorum.

Ne oldu bulunca beni? Evet İstanbul'dayım. Gerçeklerimin arasında Ankara'yı solmuş takvim yapraklarının arasında bırakmayı başaran şehirdeyim. Değişen bir şey yok. Çok şey var. Meselâ, aklına gelmeyecek kurallarımı yıktım. Bilirsin, gidince bir dönem seninle birlikte gelen her şey zamanaşımına uğruyor. Unutmak değil kastettiğim. Şimdilerde birçok kişinin yeni yeni öğrenmeye başladığı bazı düşüncelerimi, sen herkesten iyi bilirsin. Pencere önünde sabahlayan sohbetlerimizde anlatmıştım. Bunun da bir önemi yok. Zaten artık pencere önünde de sadece çiçekler var. Saksıların içinde devekuşluğu yapan çiçekler. Duygularını umarsızca bedenlerinin içine gömen insanlar gibi.
Es kaza sokaktan geçerken birinin evine, penceresine bakacak olsan artık suçluymuşsun gibi bakıyor insanlar. Yirmili yaşların heyecanını Ankara'da, seninle karşılaşabilmek uğruna sokak aralarında dolaştığım o yıllarda bıraktım.

Zamanaşımına uğramayan, istesem de uğratamayacağım bazı şeyler var elbette. Hani o hep dediğin bir cümle vardı ya bana:


"Ne deli, ne güçlü bir kadın olacaksın sen ileride görebiliyor musun hiç aynaya baktığında kendini? Delilik ve kadınlık senin özünde var. Şimdi farkında olmadığın, duygusallığının yamalı bir kumaş gibi gösterdiği her bir özelliğini, yıllar sonra parçalayıp bulacaksın. Gerçek kendini,  kendi gerçeğini. Belki o zamanda bile hâlâ, o neredeyse bir ölüyü bile yattığı yerden kaldırabilecek kadar güçlü olan bakışlarındaki parıltıyla yağmurun sesi olacak, yağacaksın. Ama bu karışım çok zehirlidir, unutma. Yine de bilirim, içindeki doğallığı hiç kaybetmeyecek bir ruha sahipsin. Huzurlu bir ruha. O yüzden sen hep uç noktalarda gidecek olsan bile, kadın olmanın verdiği gücü tanıyınca sıyrılacaksın. Bugün beni lime lime ettiğin cümlelerinde birkez daha gördüm bunu." 

Bunu hiç unutmadım. Unutulacak gibi değildi ki. Neredeyse hep söyledin. Aklıma kazıdın. Acaba nelerden bahsediyordum da sana bana bunları söylemiştin. Aklı bir karış havada değil miydim o zamanlar?
Tamam tamam. Hem aklı bir karış havada hem de o aklın orada olduğunu bilecek kadar da saçma bir olgunluktaydım. (Sen olur da bir gün okursun diye senin yerine yazdım bu kısmı. Bilirim, bayılırsın beni düzeltmeye.)

On koca yaş vardı aramızda. Şimdi yaşların bile bir önemi kalmadı. Otuzlarında bir kadının söyleyeceği çok şey oluyormuş. Kadınlığının sınırlarını, bedenindeki özgürlüğün değerini daha iyi anlıyor ama ruhuna yansıyan asıl gerçeklik, her şeyi yerle bir ediyor. "Öz"... Yalınlığım... Bunlar nedense önemsenmiyor.

O zamanlar benim için söylediklerin ve daha bir çoğu, yavaş yavaş yaşanıyor. Bilgi ve zekânın ağzında durmak kimi zaman ürkütüyor. Fark etmediğimi sanıyorlar ama bir zaman sonra korkuyorlar.
Biliyor musun bazen bir aynanın içinde hapsolmuşum gibi geliyor.

Demek istediklerini artık daha iyi anlayabiliyorum desem, geride bırakılmış onca yıldan sonra en fazla "demiştim sana" sözcükleri dökülürdü ağzından. O yüzden bu sokakta karşımda olmanın da hiçbir anlamı yok.
Yine de o hep alıştığın gözlerle baktım sana. Bırakacağımı bilerek sarıldım boynuna sıkı sıkı. En fazla yirmi dakika süren bir karşılaşmanın sonrasında, üstelik de alkollü bir gecenin ardından sana daha başka ne diyebilir ya da ne gösterebilirdim ki? Sen konuşma meraklısıydın. Bense saçmalamakta özgürdüm bu gece. Sığınacağım tek kapının bu olduğunun farkında olup olmamam önemli değildi. Zaten bekleyen arkadaşlar da kendi aralarında gereksiz sohbetlere yavaş yavaş girmek üzereydiler. Sıyrılmam gerekiyordu. Sağ omzuma baktın. Gülümsedin. Başını salladın. O tanıdık mimiklerin yıllar öncesinden yeniden gelip yerleşti gözlerimin önüne. Öksürdüm. Öksürürsem bedenimin sarsıntısıyla dökülürler sandım. Kirpiklerim hızlı hızlı birbirine değerse dikkatin dağılır, sıkıldığımı anlar, susarsın diye bekledim. Hiçbiri olmadı. Sen yine diyeceklerini dedin. Saçlarında üçlü bir renk ordusu vardı. Yaş almak ne kadar yakışmıştı sana. Ve evet, hâlâ çok seviyorum omzu açık şeyler giymeyi.

Biliyor musun tutsan beni ne çok şey anlatırdım sana. Bilinçli aldanışlarımı, tutulmayacak ne çok söz aldığımı, okuduğum yeni kitapları, yazdığım romanı, bazı kelimeleri değiştirip kendimce yeniden türettiğim komik kelimeleri, ne çok özlediğimi, her şeyi anlatırdım sana. Ama işte zamanaşımına uğruyor bazı şeyler.

Değişen çok şey oldu. Eve gitme zamanı.
Sana hoşçakal demekse yıllar sonra ne yazık ki yalnızca kısacık bir bakışa sığdı. Delilik böyle bir şey mi?

27 Mart 2010 Cumartesi

Karmaşa

Tanıdık korkular sana en fazla beş cümle daha yazdıracak. Siyaha boyayacak, “Gönder,” dediğinde gidecek ama okuyanlar arasında, kurguyla gerçek köprüsünü ben atacağım. Ve sen yeni bir renk bulduğunda, hayallerin bedeni değişecek sadece... Sen bedene hükmedersin oysa arka kapıdan çıkarken hayat, notunu bırakmıştır düştüğün yere. Bense kendimden yola çıktım ve senin de kendinden çıkan bir yolu nasıl izlediğini görmek istedim sadece...

İşte, senden anlayabildiklerim bu benim. Sendeki anlayışsızlığım... Yazmak kadar kolay bırakacağım İstanbul’u. Kimsenin ruhu bile duymayacak.

Sonra papatyalar yeniden açar. Sulak yerde yetişecek bir aşkın süt memeleri şişer ve ezbere okunan bir geçmişte bir iki damla gözyaşına bulanır iki gülümseme...
Sevmediğin bir şehirde yaşadığın zaman, o şehrin çıkış yollarını görmek daha kolaydır. Çünkü her yerde başka bir kapı vardır. Birinden çıkarsan, diğerlerinin de sırası gelmiştir... Böyle olur. Şimdi bu şehirde hiçbir kapım yok... Şehir istediği zaman tükürebilir beni, biliyorum.
İstanbul… Öksürükleri bol şehir... Kendini böyle kotarıyor.

24 Mart 2010 Çarşamba

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -X-


Bugün küçük otobüsle geldim eve. Yol boyunca, İstanbul’la arama giren görüntülerin tamamında dolaşıyordum.  Önce seninle bir alışveriş merkezine giriyor sonra da sinemaya gidiyorduk...
Yolları izliyorduk birlikte, geçen arabaları. O yaşamların içinde olanları... Yanımdaki koltuğa baktım. Bir adam oturuyordu. Cama yasladım başımı.  Tekrar daldım görüntülere... Ne ses duydum ne de durakları gördüm. Sadece ineceğimi hatırlattı muavin çocuk. Her zamanki gibi.

Üst geçitten birlikte geçtik. Sana alttan geçen ışık hüzmelerini gösterdim. O kadar parlak şey, ışık nehri oluşturuyordu.  Hepsi de gözlerinden bana yansıyordu... Eve gelmeden gazete aldık. Bir ekmek... Sigara... Şimdiyse karşımdasın ve sanki sen yaşamamışsın gibi sana anlatıyorum olanları. Seni özlemenin keyfini böyle çıkarıyorum. Öyle boş boş özledimler yok...  Özlediğim ayrıntıların…

Böyle döküldüğüm anlarda içimde kademesiz bir yükseliş sürerken, ruhum ve bedenim o yapının genişliğine kendini uydurmaya çalışıyor... Özlem bu yüzden. Belki de tam anlamıyla çıkmışken kafesimden, nereye kanat çırpacağını bilemeyen o küçük kuşların yüreği gibi atıyor kalbim... Anla ki o kadar hızlı. Yani bir anlamda bağışıksız bırakıyor aşk... Bir yandan tüm hücrelerini yeniler ve geliştirirken, bağışıksızlık bazen özüme, bazen güne, bazen yalnızlığa dokunuyor. Çünkü herhangi bir savunma sistemi yok içimin, sardığın kollarından başka. Çok düşünüyorum böyle zamanlarımda. Nedenlerini yoklamıyorum aslında, nasıllarında yürümüyorum, hangisidir diyemiyorum... İstanbul’a benziyor bulutlu hallerim... Yer yer yağıyor... Evlerin kapı numaralarında sayılıyor günlerimiz..

20 Mart 2010 Cumartesi

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -IX-

Bazen sadece uzaklığın kalbinde atar sevdanın susuzluğu. Yatağın bir köşesinde aşk; diğer bir köşesinde sayılı saatlerin tedirgin bekleyişi asılı kalır. Kollarından yakaladığın, doyumsuz bir sabaha sarıldığın gece rüzgârı merdivenlerden aşağıya doğru yavaşça kaybolur. Geride kalansa ılık bir kelimedir içten içe derinlere yayılan...

Özlemin merdivenlerinden aşağıya kaç adımda inilir ki...?

Bazen de ilmeğinden geçirmek öyle zorlaşır ki geceyi, ne yana dönsen hep aynı çıkmazın gözlerine değer bakışların... Sobeleyecek bir beden ve ertesi geceye sarkacak bir yaşam, parmak aralarından sızar tahta boşluklara...
Yakalayamazsın...

Sadece uzaklık var diyorsun ya; şimdi sen gecene dolan neme hapset her bir damlamı ve bir sarkacın yinelenen sesinde uzan, sesimin seninle gülümseyen çağlayanına...

Uykunda ve uykusuzluğunda... 

17 Mart 2010 Çarşamba

Bilinmeyen

Bilmezler onca mayhoşluğun tabakasında neyi sarar yürek ve bilmezler sessizliğin ağları
ne denli çıplak ne denli umursamaz...
Ay, bir yaz akşamında tam da denizin üstünde, nasıl yoklar can damarını uzaklardan ve nasıl titretir sözcüklerin belini. Küçük bir taş düşer yüreğin sıcaklığına. Bir sepet anımsanır çocukluğun sesli dizelerinden. Dalga sesi Ankara'nın tahta masalarında, bir özlemle baş verir...

Bilmezler küçük bir kalp atışıyla ayağı takılan yüreğin öyküsünü ve bilmezsin parmakların acısını her dokunuşta ne denli acıtır uzaklığı...

13 Mart 2010 Cumartesi

Emanet

Altı üstü siyah beyaz bir geçmişti hatırlamaya çalıştığım. Uykusuz geceler yatağının hemen altına, iteleye kakalaya fırlattığımı düşünüyordum. Yok... Nereye baktıysam, hangi kitabın ara sayfalarına baktıysam bulamadım. Kir pas içerisinde, dolambaçlı yollarda düşe kalka gittiğim yerden geri dönmekle yetinebildim. Birikmiş bir anı sepetinin içerisinden ne bulmayı ümit ederek bu işe giriştiğimi inanın bilmiyorum. Sanırım bugününüzde duyulması beklenilen gündelik sözlerin karşılığını, vakti zamanında duydukları arasında, hayal de olsa bitmiş de olsa bir şekilde bulmayı ümit ediyor insanoğlu. Ya da ümit ettim.

Yok işte!!
Siyah beyaz sandığım o geçmiş artık bana ait değil. Yaşanılanlar her ne olursa olsun, yaşayana ait değil midir oysa? Peki ya bu ne şimdi? Kendi haricimde benimle oyun oynamayı seven birisi daha mı var benim tanımadığım yahut varlığını bilip de önemsemediğim? Tuhaf bir karmaşa, karışıklık... Acaba diyorum, ne kadar debelensem de bir türlü ulaşamadığım bu geçmişi, farkında olmadan, yorgun bir ruh halinde mesela, birine mi emanet edip çıkıp geldim bugüne? Böyle bir olasılık mümkün olabilir mi?

Ne yaptıysam çıkamıyorum bu işin içinden... Hani bazı anlar vardır insan kendisiyle bile barışamaz. Susar, konuşmaz. Yalnız kalmayı tercih eder ama sonra bu sessizliğe katlanamaz. Kalabalığa karışayım der ama kalabalığın içinde dolaşamaz. Geleni geçeni izleyip garip bir ruh halinde gider gelir. Kısacası varlığına dair en ufak bir iz barındıramaz bedeninde...
Çekilmez bir çekimserlik...

Emanet... Emanet... Emanet...

Her yaşanmışlığı yıllarca boynumda sanki marifetmiş gibi taşımasını bilen ben, şimdi hatırlayamadıklarımla boğuşuyorum. Unutmak diye bir şey yok! Biliyorum, yalan bir kelime bu. Varsa yoksa daha nasıl kendimi kandırabilirimin boyut değiştirmiş halinden başka bir şey değil.
Bir insan nasıl unutabilir ki?
Geriye dönüldüğünde hatırlanabilen her şey unutulmuş mudur gerçekten?
Yoo, hayır. Biliyorum unutmadım. Biliyorum ben bu emaneti günün birinde geri almak için birine verdim. Güvenilir biri olmasaydı böyle bir cesaret örneği sergilemezdim ne de olsa... Ama işte, zayıf düştüğüm bir anda ya da malum titremelerimin geldiği bir acı sonrasında, hiç tanımadığım birine de verebilme olasılığım var ve ben şimdi bu olasılığı düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum.
Bir geçmişi birine emanet etmek!!! Kimi zaman insanın kendisi bile yüklenemiyorken böyle bir sorumluluğu, birine bunu bırakıp hayatına devam etmek...

Yok yok, dayanılır gibi değil bu sorularla başbaşa kalmak... Bir şeyler yapmalıyım en kısa zamanda. Mesela hali hazırda bir gün lazım olur diye tuttuğum defterlerimi gün ışığına çıkarmalıyım. Kıyıya köşeye savurduğum isimleri ayıklayıp her birini yeniden yaşamaya çabalamalıyım. Hissetme duygumu geri kazanmalıyım. Kaybedilmiş acıları kavlatmalıyım. Biliyorum hiçbiri kaybolmadı. Hala ruhumda bir yerlerde, benden habersiz dolaşıyorlar. Yoksa haberim var mı?
Çıldırmış olabilme ihtimalimi sorgulayabildiğime göre, hala sapasağlam kalan bir yanım var demek ki... Düşünebiliyorsam ve düşündüklerimi sıraya koyabiliyorsam, benden iş çıkar. O halde geriye, tüm bunları harekete geçirebilmek kalıyor.

Bugün her şeyden izin alayım bari. Evimin hiç kullanılmayan pembe tüllü mor perdeli odasındaki gülkurusu renklerden oluşan koltuk takımının, ikili olanına kurulayım. Uzun süredir kullanmadığım bir tütsü bulayım. Günün birinde kullanılacak dediğim mumlardan bir kaçını hiç acımadan yakayım ve olanı biteni bir kez daha sakin kafayla anlatayım kendime...

Emanet vermek mi? Olur şey değil!

10 Mart 2010 Çarşamba

Susku

Tarih...
Görüntüler...
Kısa notlar...

İlk karşılaşma...
İlk hediye...
İlk sözler...
İlk sesler...
İlk uykuya hazırlık vakitleri...
İlk uykusuzluk...
İlk ilmek...
İlk dokunuş...
İlk günaydın...
İlk kavga...
İlk göz yaşı...
İlk kaçış...
İlk terk ediş...
İlk vazgeçiş...
İlk cümle...
İlk istek...
İlk bekleyiş...
İlk yolculuk...
İlk kavuşma...
İlk sarılış...
İlk yemek...
İlk şüphe...
İlk bağırış...
İlk sessizlik...
İlk çaba...
İlk tedirginlik...

*İlkler...

Sonra yaşam, çemberi bir kez daha çevirmeye başlar ve tüm ilkler, yaşanmış olmanın verdiği tuhaf bir haz ve hazımsızlık duygusuyla, yeniden başa sarar. Her şey yanı başınızdan geçip gider. Ayna sadece yansıtan görevini üstlenir... Bilinç bu denizde, aynanın kendisinden başkası değildir. Olaylar akış hızına bağlı olarak gelir ve gider. Gelip giden siz değilsinizdir! Bilincin uçurumundaki bu yansımalar, sonsuz bir şekilde dalgalanır.
Zihin aldatıcı olabilir. Zihnin duvarları gerçeğin sözcüklerini kendince değiştirebilir.

Bu bir çember...
Çemberin neresinde olduğumuzsa, bu "susku" içinde...

O melek, kanatlarını açıp çoktan yatağına doğru havalanmaya başladı bile.
Perde bu defa içimde açılıyor...

Peronlar...
Yol çizgileri...
Kavuşma...

Son buluşmalar...
Son seslenişler...
Son yanyanalık...
Son görüntüler...
Son savurganlıklar...
Son dillenişler...
Son serzenişler...
Son bağırışlar...
Son düellolar...
Son korkular...
Son çarpıtmalar...
Son tehditler...
Son bakışmalar...
Son fotoğraflar...
Son sallanışlar...
Son kelimeler...
Son avuntular...
Son umutlar...

*Sonlar...

Önce ölüm gelip yerleşir damarlararası bir yolculuğun hemen sonrasında ve her son, bitmiş olmanın verdiği garip bir aldanış ve inkâr hikâyesiyle, bir öncekinden daha da kısa sürmeye başlar. Damar yolundan hızla girilir. Başlangıç anından itibaren seçilmiş ve ortaya konulmuş tüm veriler teker teker fotoğraf kareleri halinde gözler önüne serilir. Bu, yaşam içindeki acı, katlanılmaz, evet hayır döngüsünün hızlandığı ve kana karışması en güvenilir olan yoldur. Güvenilirliği belki de hızdandır.

Kısa bir süre için bilinç mekanizması devre dışı bırakılmıştır oysa bu da bir oyundur. Kişinin, savruluşun eşiğine adımını atar atmaz başlayan bu oyunda kurguların müdavimi yine kendisidir. Yaşam tiradı için sufle veren birine ihtiyacı yoktur. Ön hazırlıklar, kostümler, ışık, ses, sahne, perde, seyirciler... Her şey tamdır!

"...
*Ve siz, ey evreni sarsan gök gürültüleri,
Yamyassı edin şu semiz dünyayı o korkunç kükremenizle.
Paramparça edin doğanın insan döken kalıplarını,
Yok edin hemen nankör insan üreten tohumlarını! ”
* KRAL LEAR
William SHAKESPEARE

Oyun son bulabilir. Oyunun kahramanları, yerleşik bir zamanda hali hazırdaki varlıklarını devam ettiriyor da olabilir...

Bu bir çember...
İç içe geçirgenlikler dışında, asıl duruşundan hiçbir şey kaybetmemiş. Çemberin neresinden tuttuğumuzsa bu "susku"nun katmanları içinde..

O melek, kanatlarını açıp çoktan bedeninin sınırlarını anlatmaya başladı bile!
Perde bu defa suskunluğunda(!) açılıyor.


Düşler...
Girdaplar...
Yanılgılar...

Sağım

Mantıksız...
Üç boyutlu düşünme...
Muhakemesiz...
Şairane...
Müzik ve ritim...
Platonik...
Sezgi...
Boyut...
Yaratıcı...
Romantik...
Mistik...
Hacim...

*Loplar...

Düşünce okyanusunun içerisinde ağır aksak ilerliyor zihin. Kuytu bir yerde sığınmacılık yaparken ve bulduğu yerin dokunulmazlığını içten içe özümserken güçlü bir sesle irkiliyor.
"AŞK"
Varoluşun tüm bütünsel öğrenmelerinin çevrelediği, bu görünüşte küçük ancak çemberin etrafında yürürken, günden güne genişleyen ve olası değişkenleri içine hapseden olgu sayesinde zihin, önce yaklaşma sonra kaçınma kulvarlarında dolaşmaya başlıyor.
Varlığını tek bir haritada göstermeye çalışan aşk, loplar arası dengeyi sağlayamadığında alaşağı olabilir. Ki bu yalnızca aşkın sınırlarında dolaşmak anlamına gelmiyor. Yaşamın tüm adımlarında birbirini itekleyen bu iki güçten birini, diğeriyle eşitlemek ve aradaki köprüyü bir yerde buluşturmak gerekiyor. Zihin, tıpkı bir bulut gibi bütün bedenimizi sarıp sarmalıyor. İçte ve dışta neler oluyor ve biz bu olanların ne kadarını görebiliyoruz?
Göz gözü görmüyor...
Zihin her yeri fark ettirmeden kaplıyor...

* "Vücutlar bahçemizdir; niyetlerimiz de bahçıvanımız."

**W. Shakespeare

Ah kadınlar ve erkekler!
Sahnenin en orta yerinde tutuştukları düelloda, yaralarına aldırmadan devam ediyorlar köprünün üzerinde dolaşmaya...

Bu bir gökyüzü...
Her türlü hava muhalefetine karşı ayakta ve gururlu...
Gökyüzünün hangi noktasında olduğumuzsa bu "susku"nun mevsimlerinde...

O melek, kanatlarını açıp çoktan dokunuşların tensel hazzını kelimelere işlemeye başladı bile!
Perde bu defa duygularında açılıyor!


Gerçekler…
Uçurum…
Yüzleşmeler…


Solum

Mantıklı…
Matematiksel…
Hesapçıdır…
Doğrusal…
Analitik…
Ayrıştırıcı…
Plancı…
Detaylara odaklı…
Rasyonel…
Bilimsel…
Konuşma...
Diziler…


Yüzyıllardır durmaksızın süren, erkeklerin hükmederek devam ettiği ve kadınların başkaldırılarının sessiz çoğunlukta sınırlı kaldığı bir iktidar savaşı. Duyguların burada sözü geçmiyor. Hesaplarla kurulu bir düzenin alçak sesli haykırışlarını duymak neredeyse imkânsız... Kelimelerin duygusal yandaşlığını devralan mantık abidesi, doğrusal bir düzlem üzerinde gerekli hesap ayarlamalarını yaparak yola devam edecektir. Açılan hesabın planlarında yaratabileceği olası bir değişikliğe karşı alınan önlem oldukça gerçekçidir yani herhangi bir sömürüye olanak tanımayacak kadar akılcıdır. Savaşmak için birinin hesapçı olması gerekir.

Bu bir döngü…
Zamanı geldiğinde değişir diye beklenilen ama bilinen senaryolarla yeniden gün yüzüne çıkan.
Döngünün neresinde dâhil olduğumuzsa, bu suskunun asla sonlanmayacak cümlelerinde…

O melek çoktan, iç-suskunluk ve duygu karmaşasında yolunu kaybetti.
Perde bu defa “yok saydıklarımız” için ka(pa)nıyor.




7 Mart 2010 Pazar

Duvar Katında


 Duvar katında ölçeklenir bakışların düştüğü boşluk… Direnç, parmak uçlarında şekillenen sohbetin konuğudur.

Sınırlar…
Tel tel düşüncelerin altından, tıpkı bir girdap gibi dönerek içe uzanan sessiz ve ılık bir yolculuk...
“ « Zaman demiştin » içinde yer bulabilmem için… Ben de merdiven basamağında yokluyorum kapını “

Yaşam sularında kilidi olmayan kapılar…
Suya dokunan ritimler ve perdenin [ ses ve siz-’lik ] arasında, çaktırmadan zihnin rotasında kendine bulduğu, rüzgâr olma sevdası. Sanki gökyüzü satmış kendi yerini göz bebeklerine.
Göz bebeklerim…
Göz bebekleri…
Göz, bebek…
Göz…
(G)öz…

“ Hala kaçıyorsun!! Oysa kül tablasının içine bıraktığın sigaranın sıcaklığı hala çok taze… Dumanı kendinden ağır yükünün… Üfle ve dağıt! Sis, duman yok bundan böyle ! “


I. Kat

Aklımda kalan en belirgin görüntüden yalnızca birisi… Resimler, geçmiş ve gelecek, geçmiş ve şimdi, şimdi ve gelecek arasında zaman hızıyla geçip giderken, maviliğin ve asimetrik duruşun tıpkı seni ilk gördüğüm gün kadar taze.
Hatırlıyor musun?
Düşünce hız(l)ı…
Ne(rede)ydim???


İşte senin görevin bu!!! Alıp götürmek. Yavaş yavaş içime kadar girebilmeyi başardığına göre, seni kabullenmeye başlamışım demek ki!
Hiç kendine dışarıdan bakmayı denedin mi?
İster miydin onca karmaşıklığın içinde, bir an olsun göz göze gelmeyi sana ait olanlarla? Şimdi seni, kendi içinden çekip çıkarmadan, kısa bir yolculuğa hazırla… Sen mavisin ve mavi olarak kal…
Gidiyoruz…


II. Kat


Biraz beyaz…
Biraz yeşil…
Bolca derinlik…


Çünkü bu noktadan sonra, kat sayısı diye bir şey yok! Yalnızca derinliğe açılan perdenin çizgileri ve görünen son koyu nokta…

Her şey ikilikten ibaret. Yeryüzü şekillenmeye başladı başlayalı içimde, var olan tüm kavramların yarattığı tek duygu bu. Kimi zaman kararların tam orta noktasında savrulurken, kimi zamansa verilmiş kararların ertesi sabah dimağda bıraktığı kıstırılmış düşüncenin içerisinde kayıp giderken…
İkilik…


“ Şimdi, giderek içime vuran sesinin loşluğunda salınıyor gece. Mevsim dokunuşları kalp kapakçıklarımda sağlam bir yerde, kendini sana bırakmaya hazırlanıyor… Öylesine uzun bekledim ki seni. “


Duvar ve içine nakışlanmış küçük resimlerin dairesel bakışlarında şaklatılır parmaklar.. Hangi katta olduğunuz aslında çok da önemli değildir. Şarkı başlar ve siz farkında olmadan içinde bulursunuz kendinizi…

4 Mart 2010 Perşembe

Lodos ve "O Kadın"

“İsyanına tebessüm,
Sevdasına su katılmış kadınlar
Lodosta dağılmıyor onların saçları.”
Gökçehan Daçe

Bir kadının ruhuna lodos çarparsa ne olur hiç düşündünüz mü? Size soruyorum ama ben henüz düşünmedim. Aklıma sıralanmış cümleler arasından birdenbire kendini orta yere atmayı başarıp sıyrıldı bu soru. Demek ki içimde bugün lodos var. Zapt edemiyorum geceyi. Evin içindeki kuvvetli dalgaların sanki oyun oynarmışçasına beni kendine azar azar çektiğini hissediyorum. Dalgakıranlarım yerle bir olmuş, sular yüzüme yüzüme çarpıyor. Bir adam var. Resmin neresinde durduğunu hepiniz benden daha iyi biliyorsunuz. En azından tahminleriniz bir kişinin tahmininden daha fazla. Siz çoksunuz oysa bu gece ben, yalnızım.

Lodosta kadının saçlarının dağıldığını ve bu dağınıklıktan, bütün bir toparlanma hikâyesi yazdığını varsayalım. Hikâyenin içinde o adamdan başka kimlerin olduğunun ne ben ne de siz farkındasınız. Yalnızca bunun, dağılan birkaç şeyi toparlamaya çalışan bir kadının hikâyesi olacağı konusunda hem fikiriz. Kadın kim? Lodos ne kadar sürecek? Bu toparlanmanın başkahramanı adam, her şey olup bittiğinde ne yapacak? Kadın gerçekten var mı?

İşin kolayına kaçtığımın ve kendimi bir şekilde bu örgüden soyutladığımın farkındayım. Çekip gitmeden önce size ufak ipuçları bırakıyorum. Ben o kadın olamam. Kadının sesiyle ve ona ait bir bedenle, dalgakıranlara karşı duramam. Ama eğer kadın bensem, o kadından yola çıkarak sizin kadınlarınızı vakit kaybetmeden size anlatabilirim.

Sizin hiç lodosta saçları dağılan bir sevgiliniz oldu mu? 
Cevapları hemen almayacağım. Biraz beklemeli. Bazı şeyler dinlendiğinde daha güçlü iz bırakır. Beş çayının zevki, kahvenin suya katılma miktarının önemi yahut ön sevişme sonrası başlayan ve tıpkı müzikte kreşendonun yaklaştığı anda iki bedenin gittikçe artan hızda birbirine bir şeyler söylemesi gibi... Herkesin biraz da olsa zamanı vardır değil mi? Sakın ola ertelemeyin kendinizi, olabildiğince dozunda bırakmalısınız dinlenmeyi. Ne de olsa 'hissetmek' kadar coşkulu, 'acı' gibi kuvvetli, 'tam olarak nerede' durduğunuzu anlatan bir cevap vereceksiniz eninde sonunda. Siz bile şaşıracaksınız demeyeceğim ama cevaplar biraz beklemeli.



Bir kadının ruhuna lodos çarparsa:


Tek tek aklımdan geçen kelimeleri burada sıralamakta zorlanacağımı biliyorum. Hangisini alıp nasıl bir gövde kuracağımı ve o gövdenin uzuvlarından ortaya ne çıkaracağımı düşünemeyecek kadar dağınığım. Ruhumun ayak izi diye bir şey varsa eğer -ki var- kendimden çıkıp o ayak izlerini takip ediyorum. Gece yarısını biraz geçmiş olması önemli değil. Dışarı çıkıyorum. Bedenimin iki ayrı mekânda konaklamasından güç alarak ve bir benliği diğeriyle yer değiştirerek, sokak taşlarını eze eze yürüyorum. Ses yok! Belki karşı kaldırımda soğuktan titreyen kedinin iç mırıltılarını saymazsak, neredeyse bu hikâyenin sessiz bütünlüğünü bozan hiçbir şey yok.

Hızlı hızlı eve gelmiş, üzerimde işi anımsatan ne varsa çıkarıp atmıştım. Her zaman böyle olmazdı. Genellikle bir giydiğimi bir daha giymeyeceğim için o günün kıyafetlerinin yeri hep kirli sepeti olurdu. Eğer ki üzerinde kokumun kaldığı ve onu çıkarırken başımı döndürecek kadar içine benden bir şeyler saklamış bir kıyafetim olursa, onun yeri de "kıyılamayanlar" gardrobu olurdu. İnsan bazen böyle tuhaf bağlar kurabiliyor eşyalarıyla. Kıyılamayanlar gardrobu, vazgeçilemeyen takılar sepeti, olmazsa olmaz fincanlar, alınan ama bir türlü kullanılmayan kalemler, küçük defterler… Bunların hepsi sadece varlıklarıyla bile olsa, içimizi ısıtan, kendi küçük yuvamızda bizi mutlu eden şeyler.

Üzerimdeki kıyafetlerden kurtulur kurtulmaz kanepenin en görkemli yerine kurulmuş, son günlerde okumaktan büyük keyif aldığım kitabı alıp okumaya koyulmuştum. Kitabın yazarıyla aramda kurduğum o büyük aşk, yazdığı her cümleyi benimmiş gibi sahiplenmem ve sonrasındaysa içinde onun da olduğu rüyalar âleminin kapısında konaklayan tam iki saat geçirmiştim. İşte her ne olduysa uyandıktan ve kendime geldikten sonra oldu. Sanki biri odaya girip müziğin sesini açmış, bütün odayı birbirine katmış gibi bir duyguyla kalktım kanepeden. Odanın ruhu içime girmişti. Yorgunluğun izleri bedenimden silinmişti. Saatlerce dinlemişçesine kendime gelmiştim. İçimde tarifsiz bir heyecanın durdurulamayan bağırtısı duyuluyordu. Şuursuzca bir odadan diğerine gidip geldim. Elime aldığım, dinlediğim, içtiğim, baktığım her şey yarım kalıyordu. Şıpsevdi bir rüzgâr gelip bana dair ne varsa ele geçirmişti. Biraz kendimle uğraşırsam bu duygudan kurtulurum diye düşündüm. Kırmızı rujumu alıp bir iki kat sürdüm. Serçe parmağımla taşan yerlerini düzelttim. Çantamda taşıdığım yuvarlak pembe aynamı alıp nasıl durduğuna baktım. Her şey yerli yerindeydi. Ben hariç.

Saçlarımı göremiyordum. Banyoya gidip büyük aynaya bakarak onlarla uğraştım biraz. Ne yapsam bir türlü düzen tutmayan işler gibi yoluna girmiyordu saçlarım. Ruhumdan yayılan rüzgâr sanki gerçek olmuş ve evin içinde esmiş gibi onlar da darmadağınıktılar. Güldüm geçtim. İçeri gidip uykuya dalmadan önce okuduğum kitaba kaldığım yerden devam ettim. Bir türlü bitiremediğim ve bir sonrakine geçemediğim cümleye baktım.  Cümlenin içinde kendime bir yer buldum. Oturup karşısına konuşmaya başladım:

Sözcüklerden kocaman cümleler kuran kadınların vardı senin. Teninin kokusunu kalemlerine hapsettiğin kadınlar… Üzüm buğusu gözlerinden (ç)alıyorlardı tutkuyu ve belki sesinde çalkalanan, yalnız bir adamın hüzünlü alevinden. Bilmem hatırlıyor muydun kim olduklarını? Kim bilir sana ait olan hangi sen’i vermiştin onlara. Hangi zehirli yarandan sağaltıp aşk diye, metrelerce dibe vurmuştun gözyaşlarını. Oysa bir tek sen biliyordun karanlık mavi sularda tıpkı bir ölü gibi nefessiz ve hareketsiz kalmayı. Bense yalnızca sana gelirken geri geri giden adımlarımın farkındaydım adresi olmayan sokaklarda. Uzaklaştıkça değişen rengiydin denizin yüzmekten korktuğum. Şimdi, hiçbir karşılık vermeden ve bu havasızlık beni öldürmeden, çekip gidiyorum kalbini (s)attığın satırlardan. Anladım ki; okyanusların kalbi olmazmış!

Yazar sanki beklenmedik bir hamleyle karşılaşmış gibi irkilmişti söylediklerim karşısında. Günlerdir dilimi bağlayan cümlelerinin karşısına dikilip  ‘al işte, bunlar da bana ait söz dizimleri’ demiştim. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez tavırlarını büyük bir keyifle izledim. Birkaç gündür bana yaptıklarının bedelini ödetmek istercesine başlattığım karşı koyma savaşı, başarıyla sonuçlanmıştı. Daha önce de üzerinde düşündüğüm çok cümle olmuştu. Ama yazar, o cümlenin içine kendinden her ne kattıysa sanki beni de oraya çekmek istermiş gibi bu kitabı, İstiklâl Caddesi’ndeki sokak arası kahvecinin orada otururken durup dururken yerimden kalkmış ve en yakın kitapçıya girip almıştım. Gerçekliğe şu kadarcık inanmasam diyeceğim ki bunun adı kader ve yazar bu kaderi, bütün bunları bilerek hazırladı. Ama işte inandıklarımızla inanmak istediklerimiz her zaman aynı olmayabiliyordu. Nasılsa ben de bu hikâyede basit bir anlatıcıdan ibaret değil miyim? Ya da ‘o kadının’ yerine geçen herhangi bir kadın. O halde şimdilik kader demekte herhangi bir sakınca yok.

Bir süre yazar, kitap ve benim cümlelerimle baş başa oturduk. Sanki herkes göz ucuyla bir diğerine bakıyordu. İçimizden biri hareket edecek olursa diğeri, onu susturacakmış gibi tetikte bekliyordu. Ani çıkışım, yazarın belleğindeki birçok şeyi alt üst etmişti. Planları arasında olmayan hayali bir gerçeklikle karşısına dikilip ona kendinden bahsetmiş olmamı belli ki kendine yedirememişti. Sessizliğe ve olanların kontrolünden daha fazla çıkmasına izin vermemek adına ayağa kalkıp : “Ne kadar ömrüm kaldı bilmiyorum. İki kere kapını çalmıştım. Açmadın. Benimle bir daha konuşamayacak olduğunu düşünmüş, geldiğim yolu aklımda ‘kendimi bu yokluğa nasıl alıştıracağım’ sorusuyla geri yürümüştüm” dedi. Sonra yeniden kanepede, bacaklarımın hemen önünde, kaldığı yerden bana bakmaya devam etti.

Hiçbir şey anlamamıştım dediklerinden. Hızla kitabın kaldığım sayfasını açtım. Okuduğum ve bir türlü okuyamadığım bütün cümleleri gözden geçirdim. Oysa burada, bu sayfada olmalılardı. Ne de olsa yazar konuşuyordu. Kafam karışmış, hikâye baştan aşağı yerle bir olmuştu. Kendimden emin olmasam ‘ben de kimim?’ diye sorardım. O kadın, anlatıcı, hikâyenin gerçek sahibi ve belki de yazarı, kimdim?

Evden bir türlü dışarıya çıkamadığımı fark ettim.  Oysa şimdiye kadar çoktan çıkmış olmalıydım. İşten dönmüş, elbiselerimi çıkarmış, biraz kitap okumuş ve uyumuştum. Sonra aniden, kitabın bir sayfasında bir türlü geçemediğim o cümle sonrasında kendimi burada bulmuştum. Okuyucuyu bilgilendirmek amacıyla yaptığım ara anlatım, bitmek bilmiyordu. Bu kadar ayrıntı kimin işine yarayacaktı ki? Hem bir kadının ruhuna lodos çarpmasıyla tüm bu gereksizliğin ne ilgisi vardı? Madem bu bir toparlanma hikâyesiydi; o halde toparlamalıydım.

Kedinin mırıltılarını geride bırakıp yavaş yavaş ışıklarını söndüren caddeye çıktım. Her defasında elektrik idaresine veryansın ederdim sokak ışıklarını bu kadar kısık tuttukları için. Yine bilinen cümleler bir bir döküldü içimden. Yalnız bir kadının, tek başına yürüyemeyeceği kadar güvensiz bir ülkede ne işim vardı benim? Bacaklarımın yarısını bile kapatmayan şu mini eteğin görünmemesi için üzerime geçirdiğim uzun siyah hırkayı giymeyeceğim bir gün olacak mıydı? Böyle basit ve sıradan yaşamsal kaygılarım vardı. Babam olsaydı yanımda: ‘Biraz da toplumsal olaylara ilgi göster, etrafında neler oluyor dikkat kesil’ derdi kesin. Zaten en olmadık zamanlarda onun o bilgiç yüzü gelip dikiliyordu karşıma. Ve ben kim bilir daha kaç defa, ‘en olmadık’ zamanlarda babamı ve çıkmayan bir leke gibi üzerimde kalan sözlerini hatırlayacaktım.

Üzgünüm baba, senin kadar o hep bahsettiğin topluma bağlı olamadığım ve bir türlü seninle ortak bir siyasi kaderi paylaşamadığımız için gerçekten üzgünüm. Eteğimin boyu ve sokak lambalarının neredeyse gözle görülemeyecek kadar belli belirsiz etrafı aydınlatması, daha önemli benim için. Biliyorum, her koşulda senin için büyük bir sorunum. Bunu hiçbir zaman dile getirmesen de oturaklı sözlerinden bunu anlayabiliyorum. Ama işte bazen benim adımlarımla yürünen bu dünyanın hissettirdikleriyle, senin anlattıkların uyuşmuyor.

Aniden yola koyulmuştum. Nereye gideceğimi, kiminle buluşacağımı ve ne yapacağımı bilmiyordum. Can sıkıntısı bazen iyidir özellikle de alınması gereken bir kararın hemen öncesindeyse. Sıkıntı bir zaman sonra ilk başlardaki savsak düşüncelerden kendini sıyırmayı başarır. Yerini ya sonucuna katlatmakta zorlanacağın bir şeylere bırakır ya da bilinçli bir kabullenişe kaldığı yerden devam edilir. Dışarıda kış mevsimine göre oldukça iyi bir hava vardı. Sadece esen rüzgârın insanın içini üşüten sertliğini saymazsak. Akşamüstü haber bültenlerinin hava durumunda, lodosun ilerleyen saatlerde daha da etkili olacağı söylenmişti. Evin karmaşası içinde belli belirsiz de olsa bu cümleyi duyduğumu hatırlıyordum. Demek ki lodos, hem benim evimde hem de dışarıda bugün iş başındaydı. 
Saçlarım rüzgârın şiddetiyle yine darmadağın olmuştu. Elimle bir iki defa kontrol etmeye, düzeltmeye çalışsam da faydası olmamıştı. Öyle şiddetli esiyordu ki üzerimdeki her şey uçuşmaya başlamıştı. Çantamda her zaman bir saç tokası taşırdım. Hani bazen olur ya birdenbire bir sıkıntı gelir insanın içine. O anlarda üzerinizde ne fazlaysa, kendini oradan dışarı atmak için sizinle cebelleşir. Benim de saçlarım daima ilk önce ayaklanan olurdu. O yüzden mutlaka bir toka bulundururdum. Her zamanki gibi neredeyse gövdemden bile büyük çantanın içinde, aradığımı bulmak için bir o yana bir bu yana aranmaya başlamıştım. Ufak bir defter, birkaç parça banka dekontu, cüzdan, güneş gözlüğü, mp3 player, makyaj çantası, oynarım diye aldığım sayısal loto kuponu ve telefonlardan başka hiçbir şey yoktu. Bir de her zaman çantada bir şeyler ararken elime batan çengelli iğne. Böyle tedbirli olmayı bana annem öğretmişti. Olur olmaz yerlerde küçük bir çengelli iğne, insan hayatını kurtarabilecek kadar büyük bir öneme sahip olabilirdi. 
Üniversitede bir sabah sınava yetişmeye çalışırken, yeni aldığım ama üzerimde henüz denemediğim uzun ve derin yırtmaçlı eteğimi giymiştim. Alış veriş kültürüm hiç olmadı benim. Mağazaların kalabalık dokusu oldum olası beni ürkütmüştür. O yüzden gözüme kestirdiğimi alıp çıkmakla yetinmişimdir. Ne zaman kendime bir şeyler alacak olsam apar topar mağazaya girer, şöyle bir uzaktan bakar ve gözüme kestirdiğimi alıp çıkardım. Bu eteğin hikâyesi de böyleydi.

Sınav saatini kaçırmak üzere olduğumu fark edince, sandalyeye koyduğum eteği giyip üç dört parça kitapla birlikte koşarak otobüs durağına gitmiştim. Sınav zamanları otobüs her zamankinden daha fazla kalabalık olurdu. Herkesin elinde notlar, kimisi yüksek sesle çalışır kimisi de yanındaki arkadaşına çalıştıklarını anlatıp sınava hazırlanırdı. Kitapları sırt çantama koymayı aceleden unuttuğum için elimdeki kitaplarla ayakta gitmekte zorlanıyordum. Aynı bölümden bir çocuk, halime acımış olacak ki yerini bana verdi. Ama ne olduysa işte tam da o anda oldu. Otobüsün sağa sola yaptığı manevralarla düşmemeye ve elimdeki kitapları tutmaya çalışırken, kendimi sert bir şekilde koltuğa oturmuş buldum. Eteğin derin yırtmacı neredeyse iç çamaşırımı gösterecek kadar açılmıştı. Elimle bir yandan yırtmacı kapatacağım diye çabalarken diğer yandan kitaplar, otobüsün koridoruna saçılıverdi. Eğilip almaya çalıştıkça yırtmaç ve çıplak bacağım arasındaki mesafe daha da açılmaya başladı. Çok utanmıştım. Ne yırtmacı kapatabiliyordum ne de kitapları alabiliyordum. Kitapları koridorda bırakmaya karar verdim ve hemen sırt çantamı açıp ön gözüne iliştirdiğim çengelli iğnelerden birini alıp yırtmaca iğneledim. Kimsenin yüzüne bakamamış ve bir an önce o yolculuğun bitmesini istemiştim. Zaten bu kötü tecrübeden sonra da o eteği bir daha hiç giymedim. Oysa yırtmaç o kadar da derin gözükmemişti gözüme alırken.

İşte, bir çengelli iğne insan hayatını böyle kurtarabiliyordu. Genelde annemin sözünü dinlememekte ısrar etsem de bazı şeylerdeki haklılığı zamanla ortaya çıkıyordu. Böyle zamanlarda söylediklerini sessizce kabulleniyordum. Onun haberi olmuyordu. Bilmesini de hiçbir zaman istemedim zaten. Sonra o hep bilinen teraneleri dinlemek zorunda kalacaktım yoksa. ‘Ben sana dememiş miydim? Anne sözünü hiçe sayma kızım. Ah, bir de benim söylediklerimi yabana atmasan,’ gibi daha bir sürü şey. Fazladan cümle duymaya tahammülüm yoktu. Hayatımın hiçbir evresinde de olmayacak.

Tokayı bulamamıştım. Herhalde koyduğumu zannetmiştim. Çanta değişimi sırasında farkında olmadan çıkarmış olmalıydım.  Mecburen rüzgârın dediği olacaktı. Ben de zaten boşvermiştim. İnat edip toplamaya çalışmanın bir faydası yoktu.

Sahil kenarına gitmeye karar verdim. Oraya kadar yürüyemeyeceğim için yoldan geçen ilk taksiyi durdurup Yeşilköy’e doğru yola koyuldum. Gecenin bir yarısı şehrin içinden geçip giderken, evlerin yanan ışıkları bana hep manav tezgâhlarını anımsatırdı. Turuncu portakallar, kırmızı domatesler ve sarı elmaların yan yana olduğu kocaman bir manav. Tek çeşit bir ışık göremezdiniz evlerde. Tabii aralarında yanıp yanıp sönen ışıklar da yok değildi. Ama genelde bu üç renk şehre hâkim olurdu.

Yol boyunca bir sürü şey düşündüm. Ama en çok o cümleyi. Senin cümleni. Neden orada takılı kalmıştım. Hayatımdaki hangi benzerliğe denk düşmüştü de o cümle kendisinden kopmamam için bu kadar mücadele veriyordu bana karşı. Yoksa sen mi bana karşıydın ha adam? Ben bunu mu anlayamamıştım onca zamandan sonra. Sana âşık olduğum, yani o kitabı ilk defa elime alıp okumaya başlamamdan bugüne, arada kaçırdığım bir yer mi olmuştu. Hani okursun da okuduğundan bir şey anlamadan geçip gitmişsindir satırları. Öyle bir şey miydi?

Şimdi bu uzun gecede, seni unutturmak istercesine lodosun baskın çıktığı dakikalarda, bir kez daha karşıma dikilip benimle konuşur musun acaba? Bu defa kendi cümlelerin olsun ve bir anlamsızlık olmasın aramızda olur mu?

Sahile geldiğimde etrafta tek tük dolaşan insanlar, parkın hemen köşesinde duran bir kokoreççi, rüzgârdan bir balıkçı kayığının brandasının altına sığınmış birkaç köpek vardı. Deniz kendinde değildi. Demirlenmiş tekneler lodosun şiddetiyle adeta ürkütücü bir ölüm dansına eşlik ediyor gibiydi. İki elimle hırkamın yakasından tutup kollarımı göğsümde birleştirdim. Üşümüştüm. Saçlarımın dağılmasını artık iyiden iyiye umursamıyordum. Dalgakıranların oraya doğru yürüdüm. Düz bir kaya bulup oturdum. Deniz, siyahla lacivert arası bir renkteydi. Uzakta demir atmış gemilerin ışıkları belli belirsiz de olsa görülebiliyordu. 
Dalgaların sesini dinledikçe ve lodos onları gittikçe hiddetlendirdikçe ben, uysallaşıyordum. Çocukluğumdan beri yüksek sesli hiçbir şeye dayanamazdım. Ne zaman ortalık karışsa, biri diğerine bağırsa hep susardım. Aklıma salyangozu anımsatan o deniz kabuğu gelirdi. Böyle anlarda onun içine kıvrılıp uyumayı ve her şey bitene kadar da oradan çıkmamayı dilerdim. Şimdi kim bilir nerededir o deniz kabuğu. Ankara’dan ayrılırken yanıma almadığım için o kadar pişmanım ki! Neredeyse iki yıl oldu. Bir gün yeniden gidecek olursam, onu almadan dönmeyeceğim İstanbul’a.

Yazara söylediğim cümleleri hangi arada yazmış olabileceğimi düşündüm. Birdenbire vakitsizce gelen hesaplaşmanın içine öylece atıvermiştim kendimi. Oysa asla haberi olmayacaktı söylediklerimden. Ben de bahsi geçen ‘o kadın’ hiçbir zaman olamayacaktım. Ama yine de o cümlenin yazılış hikâyesini merak ediyordum. Belki de bu merak bütün hikâyeyi yerle bir etmeme, kendime o cümlelerin içinde bir yer edinmeme sebep olmuştu. O sırada daldığım rüyanın etkisiyle gerçeklik duygumu kaybetmiş olabilirdim. Kaybettim de. Yine de büyük bir ısrarla hikâyenin başkahramanı olmak için uğraşıyordum. Bir kadının yerine geçmek değil; ben, ‘o kadın’ olmak istiyordum.  Boşverin en başında dediklerimi. Ben o kadınım ve işte bal gibi de dalgakıranlara karşı durabiliyorum.

Kitabı yanıma almamıştım. Zaten bu karanlıkta ne onu okuyabilirdim ne de bu rüzgârla aynı anda baş edebilirdim. Sonra, okuduktan sonra kitabın diğer cümlesine bir türlü geçemediğim o iki kelimeden oluşan cümleyi düşündüm yeniden. Yazar ‘ben verdiğim sözleri mutlaka tutarım’ diyordu ama ben tutmayacağını bilerek direniyordum. Böyle apansız gitmemesi için O’na ve kendime rağmen direniyordum. Demiştim. Çabuk kanarım. Bu cümleyi belki de hiç söylememeliydim. 
Biliyordum, o kitabı okumaya başladığım ve o cümleye geldiğim günden beri beni dinliyordu. Dokunuyor ve sarı sayfalara düşmüş ‘onun’ kelimelerinin üzerinden parmaklarımla geçiyordum. Her şeyden haberi vardı. En güzeli böyleydi. Önce kendi hayatından derkenarları usulca paylaşacak, her gün kendini anımsatacak sonra bir zaman pişmanlık duyup beni terk edecekti. Yine de ufak da olsa bir parçasını bende bırakacaktı ki gerektiğinde onun sayesinde bana hâlâ bağlı olduğunu hissedebilecektim. Tabi ya, nasıl fark edemedim. Küçük, anlamı olmayan sevgi kırıntıları… Yoklamalar, varmış ve aslında hiç gitmemiş gibi yapmalar…

Dağınıklık bütünüyle her yanımı ele geçirmişti. Lodosta saçlarım ve ben karışıp gidiyorduk birbirimize. Hangimiz daha güçlüydük? Hangimizin tabiatına uygundu yaşadıkları?

Ağladım. Dalgakıranların üzerinde denize karşı saatlerce ağladım. Bir tek umursamazlığın gölgesinde yaşayan kadınların saçları dağılmıyordu lodosta ama ben tepeden tırnağa inanmıştım. Dağılmıştım. Çabucak kanmıştım. Yazar, bütün o kaleme aldığı öyküleriyle beni ele geçirmişti. Aşk böyle bir şey miydi adam, yazar, her neysen? Birkaç itinalı vuruştan sonra kaybolup yitmek miydi zamanın içinde? Bir metnin içine sıkıştırılmış kurmaca kahramanların sesi miydik aslında biz? Hani rüyaların ardına saklanan ve her şey olup bittikten sonra okuyucunun hep bir ağızdan “Aaa meğerse rüyaymış tüm anlattıkları”, dedikleri cinsten.

Öyleyse hiç zorlamayacağım daha fazla sizleri. Adam tüm bunlardan sonra bir daha hiç aramadı ‘o kadını’. Kadın, hikâyenin başındaki varlığından sıyrılıp daha önce böyle bir şey yaşamamış olmayı tercih etti ve hafızasının en kuytu yerlerinden bile adamı sildi.
Yazar, söyleyeceklerini çok önceden söylemiş ve kitabı bitiren son cümleyi düşmüştü. Kadın bir süre o cümleye bakmamakta diretse de bir gayret, peşini bırakmayan cümlenin olduğu sayfayı geçip son sayfayı açtı. Bir sonrakini çoktan unutmuştu bile. Arada kalan bölümleri okumak için artık hiç zamanı kalmamıştı. Daha fazla bekleyemezdi. Gitmeliydi. Kendi cümlesinin aynası olacak son cümleyi okuyup, o adama son defa kendi dilinde iyi uykular dileyip sayfayı kapattı.

Bense yani o kadının yerine geçerek sizin kadınlarınızı anlatan kadın, yazar, anlatıcı -ne derseniz deyin- olarak bile, tıpkı sizler gibi o kadının yerinde olmak istemezdim.

Sorunun cevabını şimdi alabilirim sizden!











1 Mart 2010 Pazartesi

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -VIII-

Az önce uyandım. Yaptığım bir yorumun rüyada peşimden gelmesi normal mi? Adamın biri kahkahalarla gülüp ardından son söylediğim cümleyi sesli bir şekilde okuyordu. Tiyatro sahnesindeymiş gibi. Nasıl da sahiplenmiş tiradını. Ben bu sahnenin dışarıdan bakan yüzüydüm. Adam beni hiç görmedi. Zaten ben de onu görmemiştim ama o alaycı sesi yok mu, onu çok net hatırlıyorum. Unutmayacağım.

Canım yanıyor. İçimde koca bir boşluk var. Birdenbire oldu. Böylesi daha iyi mi oldu bilemiyorum. Meğer ben ne kadar çok şeyi bilmiyormuşum. İtinalı birkaç kelimemden biri bu "bilmiyorum". Elbette durup bunun üzerine düşünmeyi seçiyorum. Bildiklerimden korktuğum zamanlarda "bilmiyorum" demek tuhaf bir şekilde beni rahatlatıyor sanki. Şimdilik en yakın bulduğum cevabım bu. Yani en azından düşünmemin ilk etabını geçebileceğim ölçüde bir tatmin sağladı. Bu bile yeterince korkutucu. Peki bu kadar cesaretli bir kadınken nasıl olur da her şeyin içinde bir "korku" duyuyorum? Gerçekten korkuyor muyum? Cesaretin içinde olmaması gerektiğini düşündüğümüz "korku" parçalarını etrafa saçınca, biri diğerini pekiştiriyor olabilir mi? Bu soruyu da bir kenara not etmeliyim.

Bu günlük bu kadar yeter. Hiçbir şeyin karşılığı gelmedi. Demek ki bundan böyle benim bir karşılığım yok! Kalemleri tüketene kadar açmak istiyorum! Ama yapamıyorum.

Bahar gelmiş hoş gelmiş...








(İtiraf etmeliyim bu yazı gün devrilsin ve1 Martta yayınlansın diye beş dakikadır bekliyorum. İyi baharlar)