Az önce uyandım uykudan. Bilseniz ne gariptir, günün en ıslak saatinde olmayacak bir düşe dalmanın insana getirdiği bedeller. Taşıyamazsınız. Çoğu zaman yokluğun beyinde bıraktığı hasardır. Ya da varlığın bir türlü kondurulamayan gerçekliği. Her şey, size ait olmayan bir geçmiş gibi akar gider uykunuzda misafir olduğunuz bir rüyada. Başlıkların ne denli anlamsız olduğunu kavrarsınız. Bugüne kadar oluşturduğunuz tüm cümleler artık sizin değildir. Çıkıp gitmiştir bir defa o kuyudan. Geriye dönüp toplamak için çaba sarf etmeniz ne kadar boşaysa; bir o kadar da gereklidir. Çünkü sizi ispatlayacak tek çözüm oradadır. Çözümsüzlüğümü arıyorum...
Korku hemen gözlerinin ucundaydı kızın. Daha az önce karşı karşıya kalmıştı kocaman bir köpeğin bedeniyle. Şans bu ya, burada da peşini bırakmamıştı aynı gözler. Aslında diğerinden bir farkı vardı. Olmalı mıydı? Ya da o kız için bu farklılığın bir önemi var mıydı? Ne de olsa her ikisi de aynı korkunun, tek sahibiydi.
Arabadan inmeden, göz göze gelmişti yerde uzanarak sabahı bekleyen köpeğin o kırılgan bakışlarıyla. Ne olmuşsa olmuş, bir cesaret arabanın kapısını açmış ve aşağıya inmeye karar vermişti. Ama yanındaki adamın 'dur, bu tehlikeli olabilir' diye atılmasıyla birlikte, kapıyı kapatıp yerine oturması bir olmuştu. Sadece dakikalarla sınırlı aynı korkuyla yeniden yüzleşmiş olması, bedenini öylesine yormuştu ki dermansızlığıyla, yerde yatan o köpeğe bakakalmıştı. Ardı arkası kesilmeyen ısrarlar ve 'ya şaka yaptım, lütfen arabadan iner misin?' cümlelerine daha fazla karşı koyamayıp yeniden bir cesaret kapıyı açıp arabadan inmişti. İşte yürüyordu. Masalar bomboştu ama bir türlü oturamıyordu. Çünkü o peşlerini bırakmıyordu. Korkuyordu. Adam, 'korkma bir şey yapmaz' dese de güven kalkanlarını kapatmıştı kız. Ne zaman köpek uzaklaşacaktı yanlarından, belki az da olsa oturduğu yere güvenebilecekti. Bazen sözler ne kadar anlamsız olabiliyordu kendi korkularımıza yenilince. İnanç, inanmak yalnızca kendi akıl süzgecimizden geçirebildiklerimizle sınırlı kalabiliyordu.
Biraz uğraşmıştı adam ama sonunda ikna edebilmeyi başarmıştı kızı. Sabaha karşıydı. İstanbul daha henüz çapaklarını silmemişti boğazın sularına düşerken günün ilk ışıkları. Çengelköy'ün arnavut kaldırımlı bir sabahçı kahvesinde ya da modern adıyla bir cafesinde, iki hayat oturmuştu masaya. O ağacın daralan bakışları arasından İstanbul'u izlemek mi keyifliydi yoksa adamın anlattıkları mı bilinmez ama kız etkilenmişti.
İki bilinmeyenli denklem gibi başlamıştı her şey. Anlattıkça tanınan kimlikler yavaş yavaş yayılıyordu sessiz boşlukta. Kim bilir uyku kimin gölgesinde kalmıştı. Olağan döngünün dışında kalışlar, neleri beraberinde getirecekti. Bunu kimse bilmiyordu sabaha yaklaşırken zaman. Bilinmemesi en güzeliydi. Çünkü işte o zaman, daha saf ve yalın dökülüyordu içten gelip o masaya düşen sözcükler...
Hesapsız yaşamayı bilmeliydi insan. Olurunda geçirmeliydi bazen yaşadığı ânı.
Birkaç defa yanlarına gelmeye çalışsa da köpek, çok fazla yaklaşamamıştı oturdukları masaya. Her fırsatta kızın, köpeği izleyen gözlerine takılmıştı adam. 'Bir daha kesinlikle buraya gelemez merak etme. Senin onu sevmediğini ve benim de onun buraya gelmesine izin vermeyeceğimi çok iyi biliyor,' diyordu adam kendine güvenen o tanıdık sözleriyle. Gelmedi de...
Zaman ilerledikçe tanık olduğu bir geçmişin sularında gidip gelmeye başlamıştı kız. Anlatıldıkça kendi içinden seslendiriyordu olup bitenleri. Öyle ya, kimi zaman da yorumsuz kalabilmeliydi insan duyduklarına. Sessizliğin ağır ve taşıması çoğu yerde güç olan sorumluluğunu sırtlanabilmeliydi. Seçimler her zaman asıl tercih nedeni olmasa da..
Sohbetin en koyu yerinde bir mola istedi kız. Kalkıp yerinden ahşap renkteki cafenin koridorlarına doğru yürümeye başladı. Yüzünü yıkamak belki de iyi gelecekti. Saat sabahın beşi olmuş, henüz dinlenememişti. Masadan daha kalkar kalkmaz, aklına düşen bir düşüncenin az da olsa ürkekliğiyle gitti. Biliyordu. Geri döndüğünde, adamı o köpekle oynarken bulacaktı. Önce uzaktan onları izleyecek, sonra da 'biliyordum bunu yapacağını' diyerek içindeki ufak cesaret kırıntısıyla, yanlarına gitmeye çalışacaktı.
Düşündüğü gibi olmuştu her şey. Adam, yerinden kalkmış ve birkaç saat önce oturr diye bağırdığı köpeğin yanına gitmişti ve onunla oyun oynuyordu. Her şey ne kadar da tanıdık diye aklından geçirdi kız. Banklara doğru yürümeye başladı. Üzülmüştü. O sokak köpeğin kırılgan ve ağlamaklı bakışlarını görmeseydi eğer belki de böyle hissetmeyecek ve yanlarına gitmekten vazgeçecekti. Nasıl yapacaktı bilmiyordu ama o köpekten bir şekilde özür dilemeliydi.
Köpek, adamın otur demesiyle hemen yanı başlarındaki bankın ayaklarına oturuvermişti. Belli ki o da uykusuzdu. Kızın gözlerine baktı. Kız ona uyu der gibi elini başına götürüp onu uykuya bıraktı. Şimdi sadece İstanbul ve iki hayat başbaşa kalmıştı.
Denizin kadifemsi görüntüsü, tan vaktinin baş edilmez güzelliğiyle içiçe geçmişti. Önce sessizlik kolaçan etti etrafı sonra 'İstanbul'un en sevdiğim saatleri bu' diyen adamın sesi... İlk defa şahit olmuştu yeni günün ışıklarına kız. Belki de bundandı sessizliği. Tanımaya çalışıyordu ona ait olmayan saatleri. Ne kadar huzurlu olduğunu düşünüyordu. Sabahın o saati ve deniz yeterliydi huzurlu olabilmek için o ân. Kısa bir geçit halinde kayıplarını düşündü. Denizden gelen ılık rüzgâr, unuttuklarını yeniden hatırlattı. Aslında unutulmayanları ve hiç bir zamanda unutamayacaklarını...
O gün güvercinler ve serçeler hakkında hiç duymadıklarını öğrendi. Bir kuşu izlerken sesine ses katan adamın söyledikleri ve kızın konuşamadıkları dağıldı İstanbul'a. İçinden konuşmasını kim öğretmişti. Oysa kaç yıl geçmişti çocukluğunun ve bilmediklerinin üzerinden. Her yeni yaşta yepyeni bir bilgiyle donanmıştı. Anlatacağı ne çok şey olmalıydı ama o bu defa gerçekten sessizliği seçmeyi tercih etmişti. Gözleriyle sevdiklerini anımsatmıştı minicik serçeler ona. Sevip de doludizgin yaşayamadıklarını. Yaşamın kapılarını henüz sürgülemese de yüreğine, bir ömür yetecek kadar sebebi olmuştu bir şeylere.
Kalkma zamanı gelmişti. Şehir gittikçe büyüyen bir hızla yeni gün için uyanmaya başlamıştı. Kalkmadan bir söz istedi adam kızdan. 'Onu sevmek, okşamak ister misin? Emin ol çok mutlu olacak bundan. Sevdiğini gösterir misin yoksa hiç unutmayacak seni'. Tamam, dedi kız. Nasıl olsa bir özür borcu vardı o köpekten. Yanına gitti. Usulca parmaklarını ensesinde dolaştırmaya başladı. Mutluydu. Başını oynattıkça biraz ürkse de 'Hayır, dedi adam. Bunu yapma, öyle çok hoşuna gidiyor ki şimdi vazgeçme'.
Kız, ona dokunurken ondan özür diledi ve usulca ayağa kalkarak onu uykusuna, Çengelköy'deki o sabahçı kahvesini yeni güne ve İstanbul'u da günlük telaşına bırakıp arabaya binip gittiler.
İlk defa bir şeylerin tanıklığına birebir şahit olmanın verdiği tuhaf bir duyguyla eve gelmişti kız. Yorgun bedeni artık daha fazla dayanamıyordu. Yatağına uzandı ve uykuya daldığı anı kestiremeden dalıp gidiverdi.
Az önce uyandım uykudan. Bilseniz ne gariptir geceden arta kalmayan bir zaman diliminde uykuya dalmış olmanın verdiği yorgunluğu. Yeni bir güne başlarsınız. Birkaç saat de olsa bedeni kandırabilmeyi başarmıştır uyku. Oysa tam anlamıyla verememiştir kendini. Hazırlıksızdır. Günün hangi anında, çaldığınız saatleri sizden alacağı belli değildir. Er geç bir şekilde ödeyeceksinizdir çaldığınız zamanın bedelini. Beklentisiz bir şekilde yol aldığınız gece, yarının çoktan bugün oluşuyla yerle bir etmiştir bir defa dengenizi. Çözüm yolu bulmak bazen olası değildir. Önceden planlanmış herhangi bir başlangıç, yerle bir edebilir planlarınızı. Çözümsüz kalmaksa kimi zaman en iyisidir. Kim bilir belki de bambaşka, yaşanmayacak sandığınız bir ânı beraberinde getirecektir...
Çözümsüzlüğümü arıyorum...
Herhangi bir yerde...
Bilinmeyen bir zaman diliminde...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder