PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

31 Ocak 2010 Pazar

Bulut

“Apaçık sorulara yenilmiş şu adamın
düşlerini, gözyaşlarını, öfkelerini
yorumlayacak bir addan yoksun.
Diyaloglarımız da değişmiş şimdi bak
saçmalıklar da mümkün olmada.”

Salvatore Quasimodo

…ve perdeden çok önceydi tanışıklığı aşkla… Susuz toprakları en iyi o bilirdi ya da bildiğini sandığı şeyi iyi anlatmasını. Masal bu ya, elbet göz kapakları düşerdi günceye, hiç beklenmedik bir zaman diliminde. Bazen şarkılar tanık olur gecenin damarlarından geçen öykülerin vurdumduymazlığına, bazen düşler… Kimsenin ortak bir hesabı olmaz. Yalnızca süresiz bir gölge ve ışık takibinde kovalanır gülümsemeler. Hani bilirsiniz, en çok da tek başınayken usulca, içten içe gülümsetir ya sizi. Gülüp geçmek gibi ya da ne bileyim bir anda ufacık, haylaz bir tebessümün dudak kenarlarınızdan küçük bir kas hareketiyle dokunup geçtiğini hissetmek gibi. Bir benzetmeyi sözcüklere ilmek ilmek dokumak ve ondan koca bir dünya yaratmak. Sonra da o dünyanın hareketlerini umursamayan tavırlarla kollamak. Hayır, sinsice değil; oldukça derinden ve yakından.

Konukluğunun bir zaman dilimi hiç olmadı. Gelmek istediğinde geliyor, gitmek istediğindeyse ondan iyi bir evin odalarını boşaltıp ve kapıyı sıkıca kilitleyip giden olmuyordu. Belki de bu yüzden düşlerin dili daima sürçüyordu sessizlikte. Kimi zaman, inceden yağan bir yağmur damlasının şehrin üzerinden kendini bırakışına takılan gözlerin loşluğu; kimi zamansa bir bulutun, kendini bırakmaya en yakın olduğu anda kabaran gövdesiyle, dile geliyordu kadın ve erkek. O buluta âşıktı. Bunu iyi biliyordum…

Bir ressam için bir kadını çizmek belki kolay olabilirdi; ama onun için bir kadını çizmek, sanıldığı kadar kolay değildi. Yani bir bedenin hatları değil aslına bakarsanız anlatmaya çalıştığım. Kolay olmayan o kadının hatlarındaki bağlardı… Öyle herkesin “aşk” dediğinde dokunamayacağı, çözemeyeceği, hissedemeyeceği bir bağ… Bir bağ ki sözcüklerin kuvvetinden daha kuvvetli. Bir bağ ki eriyen karların onun içinde bıraktığı soğuktan daha soğuk ve bir bağ ki uykulu gecelerin omuz omuza düşen tenselliğinden daha sıcak… Aşk bir kuvvetse, onun kadınlarının kuvveti daima onunla varoluyordu. Yokluğuna katık ettiğindeyse kuvvet, yerini zamanla olması gereken sıradanlığa bırakıyordu ve elbet er geç, yola bir şekilde devam ediliyordu… Yol çizgilerinin belirginliği düşlerden ırak olsa bile.. Çünkü bir tek düşlerin izini silebilmek için yeterli bir kaybediş yolu bulunamıyordu. Bu tıpkı bir enjeksiyon gibiydi. Bir parça kahve, bir dilim sarella ya da belki de bir tutam düş tozu… 
Şimdi şehrin gerdanına düşen yağmurlarla birlikte, eski ve tanıdık cümleler yavaş yavaş piyanonun tuşlarındaki salınışa teslim ediyor kendini. Her dizede bir başka tanıdık yaşam ağacının dalları ve o dallardan sarkan, yüzlerce gecesi sabaha zorla dönmüş kadın suretleri… Aynadaki karşılığın sahibi unutuşa bırakınca kendini, gözlerden yansıyan koca bir boşluk oluyor.

An kollanıyor…
An derlenip toparlanıyor
Ve yine an, sarhoş gövdelerin kırılgan yalnızlığına doğru ilerliyor…

Resmi kayıtlarımdan kısa ve küçük bir not düştü biraz önce… Ne diyordu:

“ Kelimeler her zaman daha önce yola çıkar ve senin yol çizgilerin olurlar senden önce. Yine ağrılarla uyanacak kalbim, sensizliğe tıpışladığım geceden…”

Her halini benimsediğim ve her haliyle koca bir dünyayı ayaklandırdığım adamın gözleri düşkünü olduğum sonbahar gibi…
Sonbahar gider, sonra yine gelir.
Sonbahar biter; sonra yine başlar.
Sonbahar bir türlü içimden geçmek bilmez.


“Hayat düş değil. Doğrudur insan
ve onun kıskanç yakınışı sessizlikten.
Susku tanrısı, açık yalnızlık.”

S.Q

28 Ocak 2010 Perşembe

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -V-




Gece düştü. Düşmesi illa da fiziksel bir eylem olarak algılanmamalı. Mecazen düşmüş de olabilir. Enerjisi düşebilir... Yorgunluktan düşebilir... Ayağı takılıp düşebilir... Bu, gecenin sakarlığı ve kaderiyle doğru orantılı gelişen bir şeydir. Ama düşme eylemi gerçekleştiğinde devamı da gelir. Bu, gecenin ruhunda geliştiği gibi aynen zamanın ruhunda da insanın ruhunda da gelişebilir. Ayağına yıldız takılır düşersin. Yüreğine yıldız takılır yine düşersin, fark etmez. Yani eylem tamamlanana kadar sonucu bilmek imkânsızdır. Gece sadece gecedir! Mesaisi biter ve gider. Mesaisi bittiğindeyse gün ışıyacak. Düşmek istemediği halde de pekâlâ düşebilir.


Burada basit bir kaç eylem var:


1- Bir insanın diğer insandaki bir duyuyu fark etmesi.
2- O insanın hissettiği şeyin gerçekten ne anlama geldiğini yada karşısındakinin bu durumunun neden kaynaklandığını öğrenmek istemesi..
3- Fark edenin fark ettiği anda kendini karşısındaki insanın cevabına götüren yolun başında olması
4- Fark edilenin durumdan haberdar olması ya da olmaması.
5- Fark edenin karşıya geçebilmesi için gerekli olan durum.
6- Fark edilenin o yolun başında gördüğü insanın elinden tutması ya da tutmaması
7- Fark edenin, fark ettiği şey konusunda karşısındaki insandan öğrendiği bilgiler.
9- Fark edenin gerçeğe ulaştığındaki durumu. Yanılgı ya da değil.


Yani fark eden, meraklarını ve gerçeğe ulaşma isteğini beraberinde sana getirir. Bu aslında her yol için yeterlidir. Fark ettiysen demekki ulaşabileceğin yolu bulmuşsundur. O yoldan neden gidemediğindir asıl soru. Yanılgı, eğer kesin bir ifadeyle gerçeğe gidiyorsan yaşanan bir şeydir. Yani sonuç kafanda kesindir ve gerçekle karşılaştığında yanılgı da bir gerçek olabilir.


Bunlar sade, anlık... 
Velhasıl dünya büyük bir galeri. Durum bundan ibaret.











26 Ocak 2010 Salı

Sana Bir Sürprizim Var!

Yorucu bir gündü. Hâlâ da deliler gibi yorgun hissediyorum.  Şarap dudaklarımı gittikçe uyuşturmaya başladı. Bordo bir tutsaklık! Uykum var. Yenilmek istemiyorum bu gece ona. Ne çok özlemişim seni. Bazen olur ya giydiremezsin duygularını. Denediğin hiçbir şey onun üzerine olmaz. Giyersin, çıkarırsın; sonra bir başkasını alır ve yeniden denersin. Kimi zaman böyledir. Gemide olmak ve kıyıda olmak! Derken, gelir aklıma o sevimli şarkı : “Ah, deniz olayım, tuzumu rüzgârda savurayım, deliyim. Ah, ne yelken ne yel, köpüklerde kaybolayım, deliyim.” Sen de işte hem o deniz, rüzgâr, yelken, yel ve köpüksün. Sen yokken seni yazmayı, içime hesapsızca bırakıp o denizi, yani seni anlatmayı seviyorum. Küçük hediye cümlelerim bunlar benim sana. Baş etmeyi öğrendiğim sessizliklerim. Bir kâğıdın, hani kurşun kalemle buluştuğu o an vardır ya cızırtılı bir ses bırakır düştüğü yere, koyu karaltısında buğulanarak akıtır kendi rengini sayfalara. Sen benim bazen bir benzetmeden bile kıskandığım parçamsın. Bir adamın ne güzel düşüşüdür bu bir kadının aklına ve yüreğine. Öpebilsem şu anda, tam da şimdi seni! Ki bilsen hep dudaklarımın ucundasındır. O rengi sabahla belirginleşen uslu/yaramaz tazelikte.


Bazen yeryüzünün damarlarını hissederim yürürken. Bu, tarifsiz bir sancılanma duygusu uyandırır. Ayaklarımın altındaki yerden geçen insanların duyguları düşermiş gibi olur yüreğime. Onların sevinci, mutlulukları, ayrılıkları, hüzünleri, kavgaları, tek başınalarken akıllarından geçen düşünceleri gelip oturur aklımın bir kenarına. Misafir ederim onları. Yorulacağımı bilirim bilmesine de yine de vazgeçmem, kapılarımı açarım. Sonra değişen her duygu yoklamasıyla irkilir bedenim, gözlerimi kısarım. Alnımda koca koca çizgiler oluşur. (Karmaşık düşüncelerin yol haritası gibidir ya onlar) Annem hep kızardı bana: 'Yavrum bu genç yaşta iz bırakacaksın yüzünde, yapma şöyle' diye. Gülüp geçerdim.
Yüzüme koca bir mimik ordusu çöreklenir. Kendi duygularımla baş etmektense onların, hiç tanımadığım yüzlerce, binlerce insanın duygusuyla uğraşırım. O yüzden sancılanırım. Kimi zaman keyiflidir. Kimi zamansa işler sarpa sarar. Onca değişkenin olduğu bir dünyada, bizi en çok meşgul edenleri yaşantımızda daimi kılma çabasının verdiği mücadele, zora sokar bazen her şeyi. O mücadeleler geçip gider ayaklarımın altından. Belki de bu yüzden yoğun hissederim. Bu yüzden tutunmak isterim sıcak bir ekim gürültüsüne... Sonbaharın aynası, rüzgârındaki melodide gizlidir. O melodiyi duyarsan, insan ruhu daha bir derinden algılar bu mevsimi ve böylece kendi içindeki yansımasını görebilir. Ayna kırılabilir ama bu melodi ölene kadar duyulabilir. Farz edelim sağır oldu kulakların; o zaman rüzgâr sana yol gösterir, tenine bıraktığı nağmesiyle...


İşte böyle, ben bugün senin geçtiğin yerlerdeydim. Seni hissettim. Ya bıraktıklarını topladım senden sonra ya da aynı anda başka başka yerlerde bırakacaklarına doğru yürüdüm. Yani bugün, seni saatlerce gördüm kesişmesek de! Ben gülümsemelerimi bıraktım geçtiğim her yerde senin için sen ise adımlarını. Böylece yüzyüze geldik ve ben işte o anda sana sarılıp seni doyasıya öptüm.
Bu akşam çok içtim gece olmadan. Bu akşam seni sevmenin ne kadar güzel olduğunu düşündüm. Kayıplarımın önemsizliğini, yaşamın sessiz mırıltılarla gelen coşkunluğunu. Sesinde, gözlerinde, göz kenarlarındaki çizgilerde bulduğum sendeliği ama çokça bendeliği. Parmak izlerimin seni her an anımsatan gücünü.


Ben bir deniz kızıyım kendi derinliklerinde yüzen. Ellerim çok küçüktür benim. Kadınlığım saklıdır o küçüklüğün içerisinde. Dokunduğunda sevginin damarlarına sızmayı iyi bilen ama onları uzaklaştıranlar olduğunda bir tek kendi içine sızan, dışarı taşmayan. Bütün duygularını derdest edip toplamayı bilen ve çekene zarar vermekten her ne olursa olsun ölesiye çekinen... Bu yüzden durmadan bir merak içerisindedir bu kadın. Şüphelerinden, sorularından öte en çok neyi bulduğunu merak edip durur. Çünkü bulmak zaman ister çünkü bulmak kimi zaman kayıtsız olmayı gerektirir. Neden ürker bu kadın bilir misin en çok, 'ürktüğü şeylerle gün gelir karşılarsın' düşüncesinden. Karşılaştığında er geç yol üzerinde gidecek bir yön seçer kendine. En çok da bunun için bir armağandır kalbi ona.  Yine de ürker onlardan. Tanrı'nın özenle yerleştirdiği bir parçayla yol alıyorum. Hiçbir zaman tamamlanamayacak olsa bile. Onun sende olmasını çok isterdim. Şimdi kısırlaşan sözcüklerimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Oysa bir ömür boyu susmayacak kadar çok sözüm var.

Unutmadan, yeşil renk yakışmıştı o gün. Çok heyecanlanmıştım sen girince salona. Sandalyede kalakaldım. Ara sıra böyle arkana yaslandığında, gözgöze geleceğiz diye tutmaya çalıştım kalbimi. Anlatılmaz bir güzellikti seni dinlerken, orada olmak. Nefes aldığım odaya nefesinin karıştığını bilmek... Gözbebeğine değmese de bakışlarım, gözbebeğimin karşımda oturuyor olduğunu görmek. Kısacık bir zaman diliminde, başbaşaymışız gibi o salonu boşaltabilmek zihnimde. Sözcüklerine gülümsemek, karşımdaymışçasına tepki vermek…

O yüzden susmak bazen iyidir. O yüzden saatlerdir bana bıraktığın harfleri kolaçan ediyorum. El yazına düşmüş harflerin gölgesinde oturuyorum. Orası sıcak. Orada sen varsın ve ben, yarınki yokluğunu böyle avutacağım evden çıkana kadar.

 ... Gidiyorum. Seninle birlikte, seni de yanıma alarak. Bakalım bu sürprizin içerisinde daha neler varmış.

Eldivenler... Peki, Ya Siz?

Eldivenlerim, eldivenlerim yok! Bir cinayetin kelimelerini çıplak ellerle yazmak istemiyorum. Utanıyorum, kaçıyorum, sıkılıyorum, korkuyorum, saklanıyorum ama en nihayetinde donup kalıyorum. Birkaç gün önce aradığımda bulayım diye en sevdiğim ahşap takı kutumun içine koymuştum onları. Her gün mutlaka bir şeyleri orama burama takıştırdığımdan unutmam mümkün değildi. Görebilecektim her sabah işe gitmeden önce o kutuyu açtığımda ama şimdi yoklar!

Yok, çıplak ellerle olmaz. İpucu bırakmamalıyım. Bu cinayeti benden başka bilen olmamalı. Olanı biteni bütün ayrıntısıyla anlatabilmemin bir tek yolu var: O eldivenler. Her biri birbirinden farklı sekiz parmak rengi -ikisi mecburen aynı renk- ve sadece on harften oluşan, suç mahallinde bir iki kitabı bulunan o adamı başka türlü yok edemezdim. Öldürmeliydim. Kızmayın bana, yapacak başka bir şey yoktu. Hem denemedim mi sanıyorsunuz. Kaç gece peşinden gittim. Gelme artık buraya dedim, gelme bak bir gün canıma tak edecek tüm bu yaşananlar. Dinlemedi. Ağladım, yalvardım, kapris yaptım, yalan söyledim. Sırf bana ulaşamasın diye o en sevdiğimiz oyunu bile kırmayı göze aldım. Yaptım bunu da! Kırdım o oyunu. Saatlerce başında beklediğimiz, zamanın içinde kullanmaya ürktüğümüz sözcükler varmış gibi birbirimizi iteklediğimiz o oyunu, ortadan kaldırdım. Parçaladım. Bir tek sesini esirgemeyenleri bıraktım. Arada sırada da olsa insan hatırlanıldığını bilmek istiyor. İhtiyacım yok böyle şeylere diyemiyorum. Çünkü var! Ödüm kopuyor sessizlikten. Tadım tuzum kalmıyor. Evin içinde kendime ayırdığım köşede kalakalıyorum öyle zamanlarda. Yalandan da olsa gülsün istiyorum birileri bana ama ben yalanı hiç sevmiyorum. Kim sever ki? Söylediklerimiz için de ufak bir yanılgı payıyla, hepimiz geçiyoruz onun içinden bir defa bile olsa. Tamam, iyi niyetli olmayacağım bu defa. Birçok defa!

Elbette özlüyorum onu. Bu aralar en iyi yapabildiğim şey özlemek… Özlemeyi bile bilmeyenlerin olduğu bir dünyada parça parça da olsa özlemlerim, gözüm arkada kalacak kadar özlüyorum. Özlediklerim şimdi nerede? Biliyor muyum ben bu sorunun cevabını, daha önce vermiş miydim kendime. Hatırlamıyorum. Ara sıra böyle kısa unutkanlıklar yaşıyorum. Kırılıyorum. Sonra ne olduğunu bile anımsamakta güçlük çektiğim şeyler için saatlerce düşünüyorum. Bulamıyorum. İnsan bir şeyleri arayıp da bulamadığında sinirlenir miydi? Şimdi bu yazdan kalma gecede, şarap kadehini avuçlarımın arasında sıkıca tutarak arıyorum. Tuttuğum kadehe güvenmeyen acizliğime şaşkınlıkla bakıyorum. Karışan kafamın yardımına artık, parmaklarımın yetmeyeceğini çok iyi biliyorum.

Bu ev hiçbir şeye tanıdık gelmiyor nedense. Bir şeyler olmuş muydu meselâ şu odada? Girmeye, kapısını açmaya ölesiye korktuğum… Unutmuş, bu karmaşıklığı da bir kenara öylece bırakmış olabilir miyim? Yine kırılıyorum. Bu defa biraz zorluyorum düşünmeye fırsat vermeden kendimi. Galiba oluyor… Hayal meyal de olsa bir duygu gelip tam da kalbimin orta yerinden avuçluyor aklımı. Aklım yerinden çıkacak gibi! Her şey kendi düzeninden bağımsız hareket ediyor bedenimde. Yer değiştiriyor içimde koca bir geçmiş. Yavaş yavaş zihnim canlanıyor. Sanki içeriye girip kapının eşiğinden adımımı atacak olsam, yazılarını yazdığın o masada, kendine hayrı olmayan loş bir masa lambası ışığı altında cansız bedeninle karşılaşacak gibiyim. Korkuyorum sevdiğim, inan çok korkuyorum. O odaya giremiyorum. Oysa korkarak çıkmamıştım ben bunları anlatmaya. Her şeyi bütün açık sözlülüğümle anlatacaktım sana. Bu defa mecburen dinlemek zorunda kalacaktın. Kaçacak bir yerin, yapmak zorunda kaldığın işlerin olmayacaktı. Bilmediklerini, içime kadar üflediğin nefesinin bana neleri yaptırmak zorunda kaldığını bir bir, sonucunu düşünmeden sana söyleyecektim. Evet, kaçacak yerin yoktu ama kaçmadın da! Yani en azından herhangi bir güç gösterisinde bulunup ne bileyim, belki ellerimi tutup hareketsiz kalışımı seyretmek gibi bir şeyler yapabilirdin. Yapmadın. Küfretmek istiyorum. Masanın üzerindeki her şeyi dağıtmak, kalemlerini teker teker vücuduna batırmak, kırmak ve bütün bunları gülmeden, gülümsemeden ortalıkta en ufak insani bir yan bırakmadan yapmak… Neden, neden ellerimi tutmadın hayvan herif, kahrolası herif diye bağırıp sonra da düşüp bir kenara saatlerce hıçkırıklara boğulmak istiyorum.

Kayboluverdin işte. Tükenip son buldu bütün çabam. Aslı olmayan çarelerle, az ötede, kapının hemen ardında başlayan o korku yok oldu. Hiçbir şey bu sessizlik kadar öldürücü değil! Kapının eşiğinden bir adım atıyorum… Zaman geriye doğru sarmaya başladı. Çıplak ellerle bir şeyler yapmak istemediğimi hatırlıyorum. Yatak odasındaydım. Utanıyorum, kaçıyorum, sıkılıyorum, korkuyorum, saklanıyorum ama en nihayetinde donup kalıyorum.  Hatırlamıyorum, düşünüyorum, kırılıyorum, özlüyorum, korkuyorum ve parmaklarımın aklımın karışıklığını, saçlarımın arasında gideremeyeceğini artık çok iyi biliyorum.

Eldivenlerim, eldivenlerim yok! Hay aksi… Bunca şeyi onlar olmadan yazmış olabilir miyim? 
Bu cinayete kimler tanık oldu şimdi peki? 
Sizler mi? 
Peki, siz kimsiniz?




24 Ocak 2010 Pazar

Dışarısı Soğuk ve Ben Özlüyorum

Bir fısıltıyla uyanmıştım bu sabah. Sevimli, güzel bir fısıltı. Hani bazen kocaman seslerle duymak isteyeceklerinizden. Her zamanki gibi gülümsedim ve kalktım yataktan. Soğuk havaları sevmiyorum. Sanki içimde bir yerlerde mevsimin kıvrandığını, beni de bu acının içinde bir şeyler yapmaya zorladığını hissediyorum. Canım yanıyor. Canımın yanmasını istemiyorum. Ama işte bazı şeyleri engellemek kolay olmuyor. Zaman ilacından kana kana içmek gerekiyor. Zamanı ve hatırlattıklarını bazen düşünmeye fırsatım olmasın diye, sesli sesli şarkı söylüyorum. Babam aklıma geliyor. Haftasonlarını kendi şenliğine dönüştürmeyi ve bütün aileyi de bu şenliğin içine davet eden sesini. “ Demokrasininnnnn keskin kalemini, kafanızda kırarımmm.” bağırtısıyla bizi yataktan kaldırma çabalarını. “Babaaaaa susss” diye haykırıyorum yattığım yataktan. Uyuyacağım ne olur yalvarışlarımın yorganın altına iyice sızmaya çalışan bedenimle, ne kadar yandaş olduğunu fark ediyorum. Kızmıyor sus dediğim için aksine daha da bol seslerle ıslık çalmaya başlıyor bu defa. Sinirleniyorum. Babama sinirlenmeyi sevmiyorum. Ama işte çıldırtıyor bazen. Böyle düşündüğüm için kendime kızmalı mıyım bilmiyorum. Öfkeyle yorganı fırlatıp kalkıyorum yataktan. 
Bizim evde sabah kahvaltılarını hep babam hazırlardı. Annem ya yatakta olurdu ya da yeni kalkmış. Zorla kahvaltıya oturduğum zamanlarda yüzümde oluşan o berbat ifadeyi tahmin edebiliyorum. Ama babam o tahmine yer vermeyecek derecede benden hızlı davranıp: “Şu yüzünü düzelt! Sabah sabah insan bir gülümser, günaydın annecim, babacım der. Öğrenemedin gitti.” Koca bir offff çeker miydim yoksa o offf’u içimde hazmetmeye mi çalışırdım tam anımsamıyorum. Zaten fark etmez de bilirim kendimi.  Zorla yaptırılan her şeyde olduğu gibi yeri geldiğinde hiç acımadan söyler dökerim içimdekiler öldürücü bir anafora dönüşmeden önce.
Bu sabah bir fısıltıyla uyanınca ister istemez gülümsedim çünkü Can Yücel kendi sesiyle bir şiirini kulaklarıma fısıldamıştı. Belki bilirsiniz Maarif Takvimi adlı şiirini:


“ Anne, ne zaman bahar gelecek?
Kış gelsin de öyle yavrum.”
Kış geldi anneciğim. İstanbul’a kara bir haber gibi kış geldi. Üstelik ölümlerle, faili meçhul cinayetlerle… Ankara’da kar altında ölümün, kimine göre sıcak kimine göre soğuk olarak tanımlanan yanını birebir yaşayan işçilerle birlikte kırk birinci günlerinde, kara kış geldi. Üşüyorum. Üzerimdeki poların sıcaklığını duyumsamayacak kadar üşüyorum. 1993 yılının o Ocak ayını anımsıyorum. 24 Ocak 1993. Babam İngiltere’deydi. Telefona sarılıp: “Cemal, Uğur Mumcu öldürüldü” demiştin. Daha küçücük bir çocuktum. Masa başında oturmuş bir yandan yazı yazıp diğer yandan kestane yerken ben, bağıra bağıra şarkılar söylüyordu büyük bir kalabalık. Çocuk aklımın anlamaya çalıştığı bir ölümün isyanı sarmıştı ülkemi. Biri ölmüştü. Öldürülmüştü. Kar altında yitip giden bir kalemin, bir düşünce adamının faili meçhul bir cinayete kurban gittiğini anlatıyordu ana haber bültenleri. Siyasi içerikleri, metedolojisini, anlatmaya çalıştıklarını tam olarak bilemesem de o insanları ve söylenenleri duydukça hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum. Gözyaşlarımı tanımaya başladığım zamanlar… Küçüktüm ve bir cinayeti anlayabilecek kadar da büyümüştüm. Anne – çocuk ilişkisinden çok uzakta, yapılan yaramazlıkların sonucu işitilen azarın gerisinde bir ağlamaydı benimkisi. Acı, çok acıydı. O zamanlar okul duvarlarının altında söylediğimiz türküler sıralanıyordu  gün boyunca televizyon ekranlarında. Küçük parmaklarımın tuzlu gözyaşlarını sildiği ve büyüdükçe hiç unutmayacağım anlarından birisi olarak kaldı o gün.
Zamanla, yani büyümeye ve yaşanılanları algılamaya ve artık anlamaya başladığımda, Uğur Mumcu’nun kitaplarını alıp teker teker okumaya başladım. Okudukça insan yanım, o kış gününde olanları ve sonrasında bir türlü çözülemeyen düğümleri, sorgulamaya başladı. Bazı zamanlar “nedenler” ağır gelir ya insana, ağır gelmeye başladı bana da. Ülkesi için canı pahasına da olsa bir şeyleri ortaya koymaya çalışanların, kendi yaşadığı yerde, kendi insanları tarafından birilerine dokundu diye heba edildiğini, öldürüldüğünü görmeye tanık olmak çok ağır geldi. Üstelik bu sadece Uğur Mumcu’yla sınırlı değildi. Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve daha niceleri… Bir gazeteci-yazar sorunu değildi. Kirli hesaplar vardı. Kirli ve insanlık suçu hesaplar…  
Şimdiyse “ Gözyaşlarımızı bitti mi sandın.” diye bu yazıya eşlik eden M.F.Ö’ye kulak verirken, bütün yaşananların ölümle tatsız bir kafiye oluşturmasından çok, bazı şeylerin zorla unutturulmaya çalışmasından, “faili meçhul” tamlamasının sıradanlaştırılmasından dolayı birkez daha gözyaşlarımı tutamıyorum. Bu defa çocuk aklımın yaşadıklarını, büyük ve olgun aklım devraldı ve inanın o zaman bilmediğim kavramların, anlamını çözemediğim bağlantıların şimdi anlaşılabilir bir hale gelmiş olması beni çok daha fazla ürpertiyor. İçimizdeki şeytanlara şarkıdaki gibi Zülfikarlarla saldırmak istiyorum. Öfkeleniyorum. Yetmiyor!
Bir gün Gülveren Asri Mezarlığı’nda babaannemi ziyarete gittiğimizde babam, Uğur Mumcu’ya da uğramamızı istemişti. Bir iki blok ötedeydi. Mezar taşında okuduklarım, bir ilkbahar sabahının belli belirsiz güneş ışığına sığamayacak, sığdırılamayacak kadar anlamlıydı. O güneş, o sabah hiç ısıtmadı içimi. Toprağına dokundum dizlerimi çökerek. Toprak soğuktu ama karanfiller, kıpkırmızı orada öylece duruyorlardı. Canlı ve taze. Birini elime alıp kokladım. Bazen bilinç fark etmeden yapıyor bazı şeyleri. Toprağı sıkmış, karanfilin yapraklarını nefesimin gücünden içime çekecek kadar koklamıştım. Unutmadım diyebildim içimden. Unutmadım!
Televizyon izlemeyi sevmiyorum ama işte arada sesli bir haber dinlemek istediğimde mecburen açıyorum. 24 Ocak yine kar ile birlikte bağırıyor o yılı. Bugüne tek bir ölüm yetmiyor. Çocuktum şimdi büyüdüm ama o  acı, olacakları gören, bilen bir sesin SESLENİŞ’i bugün hâlâ kulaklarımda:


25/08/1975 – Sesleniş – UĞUR MUMCU



Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.

Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım unutma bizi...
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. 
Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Giresun'daki köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.

Vurulduk ey halkım unutma bizi...
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi. Hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi,

Unutma bizi,
Unutma bizi...

Bu Pazar da diğer pazarlar olduğu gibi yalnız uyandım. Ne babamın o gürültülü sesi vardı kulaklarımda beni uyandırmaya çalışan ne de annemin henüz uyanmış yüzü… Tek başıma İstanbul’da, bir geçmişin koridorlarını adımlıyorum. Dışarısı soğuk ve ben özlüyorum.


Düğümün Katran Ko(r)kusu

“… ve şimdi her şey yazgısında bozuluyor düşerken gözlerinin sahiline…”

Meraklı bir bekleyiş benimkisi. Bir şehrin yakınlığında uzanamıyorken yaralarımıza, diğer bir şehrin bedenlerimizi içine aldığı kalabalığın tatlı telaşında, -aslında beklenmedik bir randevuda- uzanacağız biriken, tortulaşan ama içimizden hiç kaybolmayacak yaralarımıza.

Sonra an gelip geceden düştüğümüzde ve kendi evlerimize çekildiğimizde, hiç de yabancı olmayan sahneleri yaşayacağız. En fazla tütsüye ve sigara dumanına sarılacak efkâr… Kulaklarımıza dokunacak müziğin ayarı, henüz oturmadan ayarlanacak karalamalarımıza…

 Aşkın akordunu yapmaya çalışırken, tellerin parçalanmışlığını kalem ucuna koyacak ve sonra sessiz yalnızlıklar büyüteceğiz.

Sessiz ve yasak…

Kimse bilmeyecek gidenlerin ardından tutulmuş yaslı sözcükleri.. İçimizde bir yerde, o saklı parça hep olacak.. Beyaz kağıtlara düşen incinmiş, beli bükülmüş harflerin ağıdını, bizden başka kimse duymayacak..

— İyi bir yer olsun…
— Denerim. Sen merak etme…

Yıllar, yan yanalığının elinden küçük bir çocuk gibi tutmuş. Öylesine kırılgan ve öylesine parçalanmış ki aşk, hüzünlü gözlerimizde bir buruk telaş, bedenlerimizde resimsiz bir gölge.

Uzaktasın…

Sanki buğulu gözlerinin arkasında, çoktan kimliğini kendinden uzaklara teslim etmiş bir adam saklı. Baktıkça kendimden geçiyorum ve dilimin ucuna gelip de oracıkta, hani sana dediğim yerde, sıkışıp kalan bir heyecanın üzerini, ellerinin sıcağıyla geçiştiriyorum. Bilsen, az sonra devrilecek zamanın, yitirilmiş onca dakikanın hesabı ne zor sorulur özlemlerimizden ve yine bilsen, böyle bir akşamda kar tanelerine neleri bir bir saydığımı.

Küçük bir aralıkta, saatin sınırlı konukluğuna gelmiştin oysa. Bense, kaç gece önceden ısmarlamıştım Tanrı’dan uzun uzun yanımda olmanı. Koyduğum yerde miydin yoksa değişen bir şeyler mi vardı? Ansızın dalışlarımda, “ne düşünüyorsun?” dediğinde, aklımdan geçiyordun ve neden seni geç kalışlarıma eklediğimi anlamaya çalışıyordum. Derinliğine, hiçbir yokluk böyle kaçamazdı, böyle savuşturulamazdı. Nasıl olduysa meraklarını, az da olsa gülüşlerini, en sevdiğin yemeklerin isimlerini ve o hiç gelmeyen sendeliğini, hep yanı başımda tutmuştum. Anladım ki içimde ‘sana özel’ bir sen vardı. Hayır bu yeni bir itiraf değildi; bu yalnızca gözlerini gözlerime ayırmadan baktığın anlarda, son bir nefes için bakışlarımı senden her kaçırdığımda önüme çıkan bir düşünceydi.

Gözlerinin altına yerleşmiş koyu rengi ve orada sakladıklarını bulmaya çalışırken, pencereye yansıyan siluetine elimi uzatırken,  ara sıra yanağıma dokunurken, içindekileri tenime hapsederken, durmaksızın kareleri odaklarken aslında ben içindeydim yitirdiklerinin. Hayat bir parça soluk aldıklarımızsa ve bir parça da tüketilmişliklerse, o an ikimiz de birbirine geçirgen duyguların göz hapsindeydik.

Seni öyle çok özlemişim ki!!

Hep isteyip de bir türlü fırsat bulamadığım, zamansızlıklara ve tesadüfsüzlüklere eklenmiş bu buluşmada, varlığının o hüzünlü dokusuyla, yılın ilk karına birlikte şahit olduk.

Telefonun her çalışında içinden fışkıran aceleciliğinle, “ Eee anlat, neler yapıyorsun”la başlayan ve bana kaybolan anlarımızı anımsatan bu cümlenle ve omuzlarına düşen yılın ilk soğuğunun telaşıyla, yanımda olduğunu bir kez daha gözlerime itiraf edebiliyorum.

O sendin!!
Şiir tutkusunu kalemime küçük bir akrostişle işlememe sebep olan…

Ufak tefek isteklerim vardı sen gelmeden önce. Kelimelerim henüz sen gelmeden dokunuyordu dilimin ucunda. Apar topar bulmaya çalıştığım kağıt parçaları arasında karaladım sana yazacağım ilk cümleyi. Giydirmesi ne zordu o uzak şehirden getirdiğim sana dairli cümleleri. Bir gece vakti, kumsaldaki izlerine bakarken, o çok sevdiğim yazılarından birindeki gibi dinledim sevdiğin şarkıyı bir kez daha içimden.

Siyah beyaz bir fotoğrafa bakar gibiydi bazen gözlerim. Bilmiyorum, daha neyi bekliyordu is dolu perdelerde, katlanmış havluların burukluğunda, bir türlü kapanmayan bavulların bekleyişinde, kızıl saçların tutkusunda, neredeyse çeyrek asırlık o adam… Daha kaç şırınga morfin salacaktı sancılarına? Korkularının alt yazısını kim görebilecekti? Daha kaç defa davetkâr intiharları sessizce izleyecekti, aynaların ardından? Gitmek için daha kaç kez kaçacaktı, kısa ömürlü kangren aşklarından.

…ve gitmenin acısını, kim bilir kaç kez daha işleyecekti yalnızlığına.

Issızlığının da elbet bir nedeni vardı. Uzaklaştığını sandıklarının.. Alışkanlıklarını yüklediği küflenmiş, her biri kendi içinde çözülen infazlarının, elbet bir nedeni vardı. Şimdi, o intiharların gölgelenmiş bakışlarıyla, yudum yudum içine doğru yol alan serinliğin mayalı tadında, bırakıyordun dudaklarını. Ki dudakların mühürlenmiş sözlerin kaçamak bakışlı yalnızlığı… Nöbetlerinin suskunluğu…

Söylesene kim benzeyecek sana?

“… ve şimdi her şey tutanaksız bir suçun saatini bekliyor…”

İki günlük yorgunluğa düşüremedim seni. Oysa oracıkta sızabilirdi ve bütün güzelliğini kaybedebilirdi; hani o “ kırk yaşını düşündüm de, sen çok güzel bir kadın olacaksın” dediğin kadın. Ben! Arnavut kaldırımlara insanlar basıp geçerken ve kar geceyi inceden inceye süslerken, cama yansıyan yuvarlak ışıkların içine sakladım beklentilerimi. Senden bağımsız…

Bu gece İstanbul’un göğsüne lodos düşecek, yedi tepeli şehir, ismine denk bir sıcaklığa karışacaktı. Kısa mesajlarında hayatın bu yazıyordu ve bunu ikimizden başka hiç kimse bilmeyecekti…

- Kalemini verir misin?
- Tabii…
- Ne oldu?
- Hiç… Sadece günün birinde bu kaleme benden başka kim dokunacak diye düşünmüştüm
de.
-  

Ne yazdığını bilmeden, katlayıp duygularını kenarlarından, bana verdin tiryakiliğini ellerinin ve ben de sana her gidişinin sonrasında, ufak çiziklerle hediye ettim onu. Söylenmeyeceklerin arasına sıkıştırmak isteyip de bakışlarından kaçıramadığım cevaplarımı bıraktım o masada..

Yıllardır oradaymışız gibi geldi bir an. Zamanı beklenen düşlerin, açılmış, zarftan çıkarılmış samimiyetiyle… Huzurlu olduğunu söylüyordun; oysa bir yanın hiç durmuyordu. Yanımdaki sandalyede oturduğunu görmesem “yine gitti” derdim; ya da “hiç gelmedi”. Ama bir gün, yine gidecektin!! Önce rotasını çizdiğin bir yolculuğun düğümlerini açacak, valizlerini toparlayacak, sınırların ötesinde götürecektin içindekileri…

“…ve şimdi her şey, küçük bir balığın kırmızıyla renklendirilmiş sıcaklığında, yavaşça ödüyor hesabını…”

Merdivenleri her adımda geride bıraktıkça aklımdan geçen tek şey “iyi ki geldin” oldu.. Meğer ne çok ortağı olmuşsun geride bıraktıklarımın…

Son bir kare daha…
Yola çıkmadan önce…

Soğuk…
Senden bir parçanın içine hapsettim üşüyen yanlarımı. Önce biraz tereddüt etmiş, sonra aynı şeyin düşüncesini taşıdığımız için sevinmiştim. Sıkıca sarıldım. Kalabalık umurumda değildi. Gecenin nedense hiç bitmeyeceğini hissediyordum, az sonra gidecek olsan bile. Kaç adımda dağıtılmıştı o uzun yol? Hangi sözcükler mırıldanmıştı dudaklarımızda? Oysa buluşma yerine giderken bir türlü bitmek bilmemişti yolculuk. Biliyor musun, geleceğini söyledikten sonra, orada seni beklerken, bir an telefonumun çalacağını ve “gelemiyorum” diyebileceğini bile düşündüm, gülümseyerek. Altı üstü bir tek sana yakışabileceğini düşündüğüm ertelenmişliklerden birisini daha yaşayacaktım.. Sonra bütün özlemlerimi ayağa kaldırıp yavaş yavaş uzaklaşacaktım oradan.

      - Dursana biraz..
- 
- Yılın ilk karını al bakalım. Sakla saklayabilirsen.
- Belki eriyip gitmesine engel olamam ama; tenimde hissettirdiği duyguyu, yaşadıkça saklayabilirim.
- Biliyor musun sabaha kadar bunun etrafında yürüsek, hiç kimse fark etmez. düşünsene..
- Sabaha karşı fark edenler olabilir.
- Belki.

İnsanı gülümseten bir dönüştü bizimkisi. Gecenin ritmi, uzun bir aradan sonra bir araya getirdiği iki insanın sıcaklığını, ayaklarımıza taşımıştı sanki. Yan yana… Sonra an geldi, rüzgâr ve soğuk seni benden almamak için yarıştılar. Yüzündeki öfkeyi görüyordum, bu bile sıcaktı. Tanrıdan ısmarlanmış birkaç saat verilmişti düşlerime…

Sessizlik bile güzeldi…

Artık gidiyordun. Bu geceden bana kalan her şeyi, tıpkı diğer gecelerde olduğu gibi yanıma alıp, uzaklaştık…

Kırk beş derecelik bir açıyla yollarımız ayrılıyordu.
Yürüdüm…
Hiçbir şey düşünmedim…
Karşıya geçmeden arkamı dönüp baktığımda gerçekten “gitmiştin”…

Şimdi, bütün kalışların dökümünü yapsak ve bütün gidişlerin. Aynaya düşen yüzümüzün, hangi yerinden akardı yalnızlıklarımız. Ya da yalnızlık gerçekten akabilir bir şey miydi?

Bu geceyi katlıyorum; kaç hamle yaptığımı saymadan...









21 Ocak 2010 Perşembe

Cinayet Mahallinde Bir Şehir: Ankara

Boyası akarken bir geçmişin soğuk renkli gözlerinden, dur demeye hiç cesaretim olmadı. Bunca yıl, ne ben sana sorular sorabilmiştim ne de sen bana. Öylece, koca bir gürültü halinde yaşadık. Cevaplar hep bana kalıyordu. İçimde yükselen seslerin, hiç durmayan bir şarkı gibi kendini tekrarlamasından sıkılmıştım. Şimdi, kim bilir bu harflerin gücünden gün gelir de sana dokunan bir yan bulma çabası içine düşersen, bir kez olsun kendine bakman, kendini dinlemen yeterli. Çünkü insan ancak kendi sesini duyabilmeyi başarabilirse, başka sesleri duyması kolaylaşıyormuş.

Duvarlara sinen seslerimizin hepsi silindi. Geriye ne kaldı diyecekken, yazdıklarımın arasında incinen parmak uçlarımın, son bir gayretle içimde kalanları ortadan kaldırmaya çalıştığı bu çabayla karşılaştım. Ne kadar zorlasam da bir şeylerin üzerinden basıp geçmek kolay olmuyor. Hiç olmadı zaten. Bu da benim kendime bakamadığım yanım. Bir yerde, teni zorlayan, aklı sarmalayan, kimi zaman uykudan uyandıran ufacık da olsa bir tını kalmışsa şayet, olur olmaz bir anda başından aşağıya her notada dökülüyor o tını. Karmakarışık sesler içerisinde tutunmaya çalıştığın yerlerin değeri, sana yol gösterecek düşüncelerin varlığı, işte o an içinde önem kazanıyor. Bir kez daha tökezlemek istersen, her şey oldukça basit. Tıpkı bir kasedi geriye doğru sarmaya benziyor bu iş. Sesler ve görüntüler dünyasında boylu boyunca uzanmak yani. Dinlemek istediğin müziği sanki aynı heyecanla bir kez daha dinlemek ya da izlemek istediğin bir filmi yeniden görmek istersen, tek bir hamle yetiyor geçmişi çağırmaya. Nedir bu geçmiş ve onun bıraktıklarının anlamı gerçekte? Kaybolmasına yeterince izin vermediğimiz, kendi hapishanelerimizi yarattığımız duygu birikintilerinin hayatımızda kapladığı alanın genişliği neden bu kadar büyük?

“Hatırlar mısınla” başlayan cümlelerin yerini “hatırlıyorum da” alıyor şimdilerde. Hatırlıyorum da güneşi gözlerimize batan bir İstanbul sabahıyla uyanmak isteyip de bir türlü uyanamamıştık. Ankara bir türlü peşimizi bırakmamış, arkamızı toplamamıştı. Hep bir dağınıklık arasında yüzyüze geliyorduk. İlk başlarda canımızı yakmayacağını düşündüğümüz bu durum, zamanla sesi yükselen kavgalarımızın en can alıcı yerinde duruyordu. Dağılan parçalarımızın yerine koyabileceğimiz, ufak da olsa küçük bir mutluluk anı kalmayana kadar tükettik birbirimizi. Ankara da işte o an tükendi. Tenedos Cafe’nin ahşap ayaklarında dinlediğimiz jazz müziği de kapılarını sıkıca kapattı üzerimize. Bir daha hiçbir zaman geçilemeyecek uzaklıkta, yıllarla ölçülebilen bir geçmiş anında kaldı. Hatırlıyorum da her akşam yorgun argın soluğu orada aldığımız, soğuk biraları kana kana içtiğimiz ve keşke hiç sabah olmasa dediğimiz ne çok şey yaşamıştık. Bir anıdan diğer bir anıya sıkılmadan yarıştırdığımız cümlelerimizle geçen sayısız gece kaçamağı, kahkahalarla yan masalardaki insanları bezdirdiğimiz, neredeyse kovulacak kadar gürültü çıkardığımız mutlu anlarımız olmuştu. Bir zamanların hatırlar mısınla başlayan cümleleri, koca bir yanılgı sonrasında bir daha hiç paylaşılmadı aramızda.

Ankara’nın kırılgan caddeleri vardır. Hani bir gün oraya ayak basmazsanız, size eninde sonunda kendini anımsatacak bir geçmişle karşınıza çıkabilecek kadar cesaretli; yaptığınız ya da yapmadığınız işleri bir tanık edasında anlatıp ve sonrasında susup sizden konuşmanızı bekleyecek kadar da sabırlıdır o caddeler. Bugün, burada, o kırılganlığın kaldırım taşları birer birer yüzüme vuruyor birkez daha tökezletmek istercesine. Oysa en büyük cezayı Ankara’yı terk etmekle verdiğimi sanmıştım. Ne kadar da yanılmışım. Aklın yolculuğunu sonlandıramadıktan sonra onu yalnızca erteleyebildiğimizi, İstanbul’da yaşamaya başlayınca anladım. Cinayet mahalline gidemeyecek, bir daha onlarla boy ölçüşemeyecek kadar yorgundum ama hatırladıkça, olur olmaz zamanlarda aklıma geldikçe, her şeyi yeniden yaşayacaktım. Suçun asıl sahipleriyse o caddelerde, içlerinde hiçbir zaman beceremeyecekleri sözleri taşımaya devam edeceklerdi. . Kalabalığın arasına karışarak hep aynı saatlerde oralardan geçecek, belki de yerli yersiz geride bıraktıklarına güleceklerdi.

Tam karşımda koca bir ekran televizyon ve onun içinde durmadan değişen hayatların anlattıkları var. Bakmak istemiyorum. İçimdeki huzursuzluk buna bir türlü izin vermiyor. Sanki bir şey olacak da o kutunun içinden çıkagelecekmişsin gibi. Sesini kısıyorum. Kanalı değiştiriyorum. Kapatıyorum. Olmuyor... Orada durman ve artık geride kalmış bir düzeni –öylece- kaldığı yerde bırakman için daha ne yapabilirim ki?

Hatırlıyorum da...

19 Ocak 2010 Salı

Aklın Zamanda Kayması

Deniz suyunun sıcaklığıyla hiç bu kadar ilgilenmemiştim daha önce. Aklıma gelen garip soruların yolculuğunda, kumsalın ayakuçlarıma dokunan mırıltısında, yürüyordum. Sanki üzerimden geçip giden bulutların gölgesinde hızla bir şeyler değişiyordu. İnsan beyninin olur olmaz anlarda oluşturduğu binlerce şekilden yalnızca birine odaklanmıştım. Yürüdükçe o ince kumların ayağımın altında ezilip giden sıcaklığı ve aynı anda ayaklarımı ıslatan deniz suyunun sıcaklığında, kimsenin daha önce görmediği ya da görse bile düşünmeye tenezzül etmediği bir inceliğin huzursuzluğunu taşıyordum.

Siz hiç anlık da olsa yaşamdan koptunuz mu? Ya da etrafınıza baktığınızda aslında orada olmadığınızı fark ettiniz mi? Birinin size bazı şeyleri fark ettirmesinden bahsetmiyorum. Bu kesinlikle size ait bir yolculuk! Hani kimseyi duymazsınız. Hani birdenbire bulunduğunuz yerden çantanızı alıp fırlarsınız. Hani sevdiğiniz sevmediğiniz kimseyi umursamadan çekip gidersiniz. Bir başınasınızdır ve bu yaşamda bir başına oluşunuz hiç de ürkütücü değildir.

Önceleri bilinçsizce gelişen bu durum zamanla, bilincinizle doğru orantılı olarak yaşamınıza yayılır ve ondan vazgeçemezsiniz. Her şeyden vazgeçseniz bile, o tamamıyla size aittir. Kimsenin elinizden alamayacağı bir özellik ve belki anlamını tam olarak sizin de nereye koyacağını bilemediğiniz bir farkındalık yaratırsınız. Yıllarca taşırsınız onu ruhunuzda. Bazen sizi birilerinin anlamasını umarsınız bu yolculukta. Bazen. Belki de tekliğin yorucu sözcükleri beyninizde uğuldamaya başladığında düşünürsünüz bunu en çok. Çünkü bu farkındalıkta, uzaklaşmada, yaşamdan kopmada ya da adı hanginizde her neyse, teklik en büyük güçtür elinizdeki.

Bir filmde izlemiştim. Kadın, hayatının herhangi bir dakikasında, geride bıraktığı anları olağanca netliğiyle hatırlıyor ve kısa bir süre de olsa var olduğu dünyadan sanki çok uzaklara gidiyormuşçasına bulunduğu zamandan kopuyordu. O an hiçbir kuvvet ve hiçbir ses onu geri döndüremiyordu. Sanki o anları yeniden yaşaması gibi bir zorunluluk varmışçasına, ruhunun derinliklerinde kayboluyordu. Biliyordu. Ne zaman böyle bir zaman kayması yaşasa, kendisi de dâhil, onu hiç kimse anlayamıyordu.  Bazen bu durum öyle sıklıkla geliyordu ki başına, kendine geldiğinde gözlerinin baktığı yerdeki hiçbir şey ona tanıdık gelmiyordu. Yine de anlık sıçramalarla bile olsa, bu durumun onda yarattığı etkiyi seviyordu. Kimi zaman bunaldığı, sıkıldığı ve istese de uzaklaşamadığı yerlerden onu alıp bildiği ancak bir daha yaşadığında sanki hiç bilmiyormuşçasına yeni baştan yaşadığı bu duygulara sahip olduğu için kendisi şanslı buluyordu.
Kadın yalnızdı. Gece veya gündüzün onda yarattığı bir başkalaşım yoktu. Uykuyu her an uyuyabilirdi. Gün dönümleri onun için neredeyse hiçbir şey ifade etmiyordu. Sanki her an yürüyor gibiydi. Aklında birbirinden farklı ve bir yere oturtulamayacak yüzlerce karışık başlıkla, yürüyordu. Adımları hızlandığında, kalbinin kayıp odalarında daha önce görmediği görüntülerle karşılaşıyor ve o görüntülerin içerisinden birini seçip onu yaşamak için yola çıkıyordu.
Yine böylesi bir günde, o odaların birinde, yaşayıp yaşamadığını anlayamadığı ama bir kuvvetle, biçimsiz bir acının içine gelip yerleştiğini hissetti. Acının kalıntısı ilk olarak ne ile düşüp yerleşmişti kalbindeki bu odaya. Hatırlamıyordu. Soğuktu ama ona dokunmaya çalıştığında ısınıyordu ve yeniden parmak uçlarına kadar yayılan o tarifsizliği yaşıyordu. Geri döndüğünde izlediği filmlerde, okuduğu yazılarda ya da sokakta yürürken kulağına çalınan cümlelerde, aşkın, acının, mutluluğun, ayrılığın, sessizliklerin, çığlıkların, kavgaların, terk edilmelerin, ihanetlerin, aldatmacaların, ufak tebessümlerin, kavuşmaların, kısaca yaşamsal bütün olguların izine rastlıyor ve tüm bunlar, içinde uğuldamaya başlıyordu. Hepsinin özünde aşk mı vardı? Yaşanılan her şeyin içerisinde o malum sözcük mü gizliydi? Sevgi ya da aşk... Kelimelerin aslında çok da önemi yoktu duyguların peşinde yol alırken. Yalnızca bizler takıntılarımıza kaptan olmayı ve bir şekilde bu dümenin başında olmayı çok seviyoruz, hepsi bu! Aşk değil de şaka olsa adı mesela, ne fark eder ki? İkisinin de hamurunda aynı harfler var. Ama yok, biz illaki bir şey demek istiyoruz. Saçmaydı.. Ama işte düşüncenin sınırsızlığı her şeyden önce geliyordu. Kim ne diyebilir ki sizin seçimlerinizden kaynaklanan bir adlandırmaya?
Bazen kendi sınırlarını zorluyordu bazı kavramlar. İnsan aklının durduğunda ve aklın hıza bir şekilde yetişmeyi başaramadığında olan buydu.

Evet, acının kalbindeki bu odaya yerleştiği anı anımsayamıyordu kadın. Kalıntılarından aşk diye adlandırmayı düşündüğü bu duyguyla eşit olan acının karşısında kim durmuştu bir zamanlar?
Aşk amnezisi diye bir şey olabilir miydi? Belki de aşkın da bir zamanı olmadığı için onun ne anlama geldiğini bilmiyordu. İlk defa o duyguyla günün hangi zamanında karşılaştığını hatırlamıyor ve kaybettiğinde de gökyüzünün nasıl bir rengi olduğunu bilmiyordu. Karmakarışık duygular içerisinde geçen onlarca yıl boyunca bir defa olsun, bu herkesin olmazsa olmaz diye şart koştuğu olgunun yokluğunun nasıl bir his olduğunu adlandıramıyordu. Aşk onun hayatında koca bir boşluktu. Ötesi yoktu. Boşluğa atıp durduğu kendi hayatına dair şeylerin hiçbir zaman onu dolduramayacağını biliyordu belki de. Bilinçli bir seçimin onu böylesi tuhaf bir düşünceye götürmüş olabilme ihtimalinin varlığını düşünmeye başladığındaysa en fazla iki dakika aynı düşüncede kalabiliyordu. Zaman onun için hem ilerliyor hem de geriye sayıyor gibiydi. Bilinenin aksine zaman, kadın için hiçbir şey ifade etmiyordu.
Bunu da unutmuştu. Tıpkı diğerleri gibi! Hiçbir şey fazlasıyla hayatında kalamıyordu. O yüzden burayı seviyordu. Fazlasıyla ona aitti ve fazlasıyla hatırlamaktan uzaktı.

İtiraf ediyorum. Canım sıkıldığında bu filmdeki kadın olmayı istiyorum. Bilgiyi ve onun getirdiklerini taşıyamayacak gibi olduğumda ben de kopmak istiyorum bulunduğum zamandan. Bilinenin aksine koşmayı değil yürümeyi seçiyorum. İçinizdeki zehirden, ne kadar yavaş uzaklaşırsanız, o kadar iyi. Kalıcı olmayan şeylere dair sıkıntı yaşıyorum bazen. Eylemleri düşündükçe yaşamımıza yön veren duygularımı kontrol etmekte zorlanıyorum ve bunun adına memnuniyetsizlik diyorlar. Belki daha şaşalı bir adı vardır psikiyatride. Ne de olsa bayılıyoruz isimler takmaya. Deli diğer tanımlar içerisinde bana en sevimli geleni. Hiç değilse Latince kökenli bir kelimenin kulağı rahatsız eden bilgeliğinden daha sade ve kısa.

Akşam olmaya başladıkça sıcaklıkların değişkenliği artıyor. Kum giderek soğumaya, deniz suyu ise bir kademe daha soğumaya başlıyor. Eğer uzun süre yürümüşseniz bu çizgi üzerinde, teninizde meydana gelen buruşukluk, yerini yavaş yavaş bir karıncalanmaya bırakmaya başlıyor. Ya çok yürümüşsünüzdür ya da bir başka değişiklik için hala biraz yolunuz vardır. Ne de bazı şeylerin dozu, kademe kademe ilerlediğinizde ortaya çıkar. Ne kadar aldığınıza, verdiğinize, tattığınıza, koyduğunuza, salıverdiğinize, bağlıdır.

Kaç saat yürüdüğümü bilmiyorum. Ucu bucağı olmayan ve birbirinden neredeyse tamamıyla farklı sayısız düşünce yumağı arasında hiçbir yere varamadım. Olasılıklar her şeyi alt üst ediyor. Peki, nasıl oluyor da onca şeyin arasında akıl sağlığımızı hala koruyabiliyoruz? İnanılacak gibi değil! Galiba artık adına yorulmak bile diyemeyeceğim bir tuhaf fırtına yaşıyorum. Uzun zaman insanları izleyip onlara içinde yer ayırmak ve bir şekilde bunları paylaşmadan hayata devam etmek kolay değil. Ne aradığını bilip de ona doğru gitmemenin sancısı belki de bu.
Hali hazırda fazlasıyla karıştırdım aklımı. Arazi vitesinde giden bir aklın sınırı nerede biter sanırım hiç bilemeyeceğim.
Boş vitese almak lazım bazen hayatı ve getirdiklerini. Deli olmadan deli olabilmeli. Ya da aklın zoruyla fazla uğraşmamalı.

Yine de biliyorum ki hiçbir şey parmak uçlarında dizilen kelimelerin anlattığı kadar kolay değil. Siz ne yaparsanız yapın, aklın zamanda kaymasını bir şekilde engelleyemiyorsunuz. Ya da ben buna kendimi bu defa inandırmak istedim.


18 Ocak 2010 Pazartesi

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -IV-

Gecenin bir yarısı kahkaha atmak da neyin nesi? Olur olmaz zamanlarda başlayan gülme krizlerimin nedeni içimdeki heyecandan olabilir mi? Elbette bu, sadece bugüne yayılmış bir şey değil. Genelde hareketli ve yerinde duramayan duygularımdan dolayı, bitmek tükenmek bilmeyen heyecanlarım vardır. Hatta bir defasında, çoğu zaman yazılarımda kendi belli eden ruh halimden dolayı bir okuyucum şöyle demişti:


"Ruhun lirik devinimlerini, düşün dalgalanışını, bilincin sıçrayışını çok başarılı aktarıyorsun . Bu, tüm yazdıkların için genel bir değerlendirme."


Sanırım bendeki -bu kimi zaman benim bile yetişemediğim hıza-, çok iyi bir durak olmuştu bu cümleler. Soluklandığımı ve bu iyi niyeti korumamın önemli olduğunu düşünmüştüm. 
Zaman geçtikçe üzerinize yapışan bazı kimlikleri taşımanın ne kadar zor olduğunu ve bu zorluk içerisinde, - belki de hata yapmamak uğruna- kimi şeylerden feragat etmeniz gerektiğini görmeye başlıyorsunuz. İşte orası tehlikeli bir yerdir. En azından herhangi bir alanda bir şeyler üreten bir kişi için [konuyu daraltıp yazın türlerini ele alalım] parçalara ayrılmak, okuyucunun isteklerine, beklediklerine, karşılaşmayı isteyip de hiç ummadığı bir dille yüz yüze geldiği anda sizi bir anda yok edebilme gücüne karşılık, yazılar yazmak oldukça güç olmaya başlar. Kaybedebileceklerinizin hesabını yapma derdine düşerseniz de bu defa bambaşka bir cezalandırma türüyle muhatap olmanız olasıdır. O nedenle genel beklentiyi önemsemekle birlikte, sanırım kendi değişkenliğinizi de unutmamanız gerekiyor. Hele ki yazı yazan birisi için birbirinden oldukça farklı ruh hallerine girebilme özelliğini de düşünürsek, bazı şeyleri belli bir kalıbın içine sokmak zorlaşır. 


Hal böyle olunca, o iyi niyetli cümleleri bir kenarda saklı tutarak yoluma devam ettim. Çünkü o cümlelerde, beni kısır bir yola itecek herhangi bir anlam yoktu. Aksine tam da az önce bahsettiğim şeyleri destekler gibiydi. Bilinç bu, ne zaman, nerede, ne yapacağını çok da kestiremediğimiz bir şey. 


Elbette sadece o okuyucumun düşünceleri yoktu. Genelde yazılarımda kurulan dünya "ben" merkezli olduğundan, neden bu denli bencil yazılar yazdığımı  sorgulayanlar da oldu. Cevap vermenin güçleştiği noktalardan birisidir bu benim adıma. Belki de yazan insanların karşılaştığı en belirgin konulardan birisidir. Her şeyi siz ve sizin yaşamınız içindeki kişilerin yaşadığına dair oluşan genel kanaati yıkmak kolay değildir. Zaten kime, neyi açıklayacaksınız durumu var bir de. Her yazdığınızın açıklamalarıyla arkasında durmanız mümkün olmayacaktır. İlk başlarda hummalı bir gayrete düşmedim değil ama şimdilerde ondan daha çok, başka şeylere dikkatimi çevirdim. Zamanla her şey gibi bu da değişti. Tıpkı bu yazının başında birdenbire attığım kahkahanın bana, kahkahaya dair bir şeyler yazdıracağını düşünürken, bu yazıyı buraya getireceğini, bunlardan bahsedeceğimi bilmediğim gibi.  


Ehh, gecenin bir yarısı kahkaha atmak da neyin nesi diye sorarsam böyle olur. Diyeceğim odur ki mutlu bir haftasonunun getirisi çok oldu. Kitaplarımla, yazdıklarımla ve dinlediğim müziklerle paylaşılan koskoca kırk sekiz saat! Yaşantımın büyük bir bölümünü ayırdığım en değerli varlıklarım. Bir anlamda, Sait Faik'in de dediği gibi delirmemek için yazıyorum belki de. Çünkü bazen içimdeki seslerin peşinden gitmek oldukça zorlaşıyor. Bir harf vuruşuyla teker teker akıtıyorum onları.  


Bugün radyo alıcısının frekansında öyle belirgin bir bozukluk yoktu. Aslına bakarsanız çok ince bir ayrıntı saklı bu yazı dizisinin arka perdesinde. Başlangıçların ve sonların, gitmelerin ve kalmaların, uykunun ve uykusuzluğun ve buna benzer birçok yerleşik kavramın herhangi birinden dağılan sinyallerin etkileşimine bağlı olarak, yer buluyor kendisine burada. Çıkış yeri her defasında farklı bir kaynak oluyor olmasına da varış yeri hiç belli olmuyor. Bugün olduğu gibi! 
Hadi ne duruyorsunuz, bir kahkaha da siz atın. Hem belli mi olur hiç beklemediğiniz bir anda muhteşem güzellikte bir şeyle karşı karşıya gelirsiniz. Ne dersiniz?


Bu yazıyı yine bir yorumla sonlandırayım. Mutlu olmak da böyle bir şey. Keyif aldığın bir başlıktan, sana seslenen insanların varlığı. Sevgili Renan, şimdi neredesin bilmiyorum ama bu harika yorumun için birkez daha teşekkür ediyorum sana. Kim bilir belki bu, sesimi duyman için ufak bir sesleniş olur sana. Gelirsin o renkli kutunun arkasından bu kahkahayla.


" Kurduğun düşler, yaşadığın özlemler, belki de kendinden gelişen niteliklerle "sen" hayalsi bir evrenin öznesi durumundasın. Çok güzel çok!"

17 Ocak 2010 Pazar

Perde ve Hediye Paketi

Bilmiyordu...
Anlatmamış mıydım?
Peki ya gözlerinden akan yaşlara ne demeli?

"İstanbul'u sardım göğsüme, gökyüzünü teslim ettim yüreğine ve gözlerimi kapadım... Yerini bir tek beyaz tüller biliyor..."

Sessizlik bazen sesin yerine oturup izlemeye başlar ya hani, tüm ruhuyla kolaçan eder olup bitenleri. Perde açılır ve arkasında birikmiş hediye paketlerinden büyük olanını sunar, kendine has olanla.
Sessizliğiyle...
Tanrı her zamanki gibi olacakları peşin peşin biliyordur ve olası adımların o muazzam kurgusunu gitgide derinleştiriyordur. Denklemin bir ucunda doğum; diğer ucunda ise ölüm vardır ve ölüme giderken geçilen sayısız basamaktan, daha kim bilir kaç tanesi kırılacaktır... Aynanın karşısına geçip çoğu zaman gözden geçirilen tarihin, içerde bir yerde açtığı boşluklar, günü gelince bir başka boşlukla doldurulmaya başlandığında işler denklemin kurgusu. Hesapların tutmadığını, kendinle ilk karşı karşıya geldiğin anda anlayabilecek cesaretin varsa, şanslısındır. Diğer yanda, bir hesabı tutturabilmek için birçok değişkeni ya kullanmak ya harcamak ya da denemek zorundasındır.
Canın yanar...
Gökyüzü dolar...
Aynalar tuzla buz olur...
Dört yanda çoğalmaya başlayan duvarlara dokunmaya başlar parmak uçların. Üşürsün ve sen üşüdükçe bir mevsimin intiharı kolaylaşır tabiatın orta yerinde.
Doğa, ruhunda başkaldırır önce ve sen, en savunmasız kimliğinle karşı karşıya kalırsın.
Özünle!

" Haliç'in gözleri bulanmış. Yağmur rengini karıştırmış dingin suyuna. Bir erkeğin yavaş yavaş mırıldandığı ve güçlükle geri çağırdığı geçmişin ar damarları, dudaklarıma değen sigara kadar zehirli. Bunu 'ben, biliyorum."

Orada neden öyle durduğunu, ardına bakmadan çekip gittiğinde nelerden vazgeçeceğini, ve bir kadına vurduğunda içindeki hangi yarayı yere yıktığını, bilmiyordu.
Ona anlatabilirdim bir kadının kendiyle yürürken aklından geçebilecekleri. Yahut ona seslenebilirdim bir kadının yapayalnız, bir başına kaldığında sığınacağı ses tonuyla. Ama bir kadının, diğer bir kadınla unutulamayacağını, ben anlatamam. Çünkü kadın değildir aslolan. Bakıp da gördüklerimiz dışında gelişir çoğu zaman her şey... Kimi zaman aynı yatakta uyanmak da değildir bir önceki sarhoşluğu ayıltan.
Biliyorum, hiçbir iz silinmiyor. Hiçbir sesin sesi kısılmıyor. Varsa yoksa içimize düşen seslerin tanımsızlığında, yepyeni bir ses yaratabiliyoruz. İşte bu yüzden her tenin sesi, birbirinden daima farklıdır.


" Sen her şeyinle gelmiştin. Beni seviyor, beni düşünüyor ve beni önemsiyordun. Hep istedim sana, senin gibi gelebilmeyi. Elinden tutabilmeyi. Konuşabilmeyi. Dilimin ucuna gelip de zorla geri geri ittiğim o güzel kelimeleri sana seslendirebilmeyi. İnan istedim. Yapamadım."


Sessizliği çoğaltırdı adımları. Adımlarında, dans eden bir kadının düşleri saklıydı aslında. Onu oraya yıllar önce, o saklamıştı. Çok istemişti müziğe teslim edebilmeyi ve teslimiyeti sonuna kadar tatmayı...
Zamanla sessizlik gözlere değer. İşte o an, yitik bir harabe gibi tek başına kalır kadın. En çok susmuşluğu bilir bilmesine de bu defa bir tek suskuyu öğrenecektir sesinin kuvvetinde...

Ne gidip gelişleri bir kentten diğerine
ne kapının kapanışı, acı bir 'git' tonuyla suratına,
ne teslimiyeti kendi ellerinde verişi,
ne sevgisi, ne acıları ne de dokunuşlarına sakladığı kendisi...
Hepsi hala aynı yerde...
Yalnız bu defa bir kadının, bambaşka bir dinleyicinin, yüreği rastladı sessizliğini açtığı o gecede. Ama onlar, bir kenti toplasan, bir daha veremeyecekleri bir hatıra bıraktılar kalbindeki odalara...

Ses bazen gelip oturur ya sessizliğin yanı başına. Ne var ne yoksa süzgecinden geçen, hepsini bir gecede gökyüzüne bırakır. Deniz, tek başına değildir. Gökyüzü sonbaharı kuşanmıştır bulutlarıyla... Perde açılır ve arka tarafa bırakılmış hediyenin içerisinden büyük bir ....

"Önce adım atacak ve o hediyenin içinden ne çıkacağını, kendi gözleriyle her defasında bir kez daha, bir kez daha yine kendi görecek... İstanbul'u bıraktım uykusuna o gece... Dualarına sardım huzuru... Şimdi uykuda dolaştığı yeri bir tek, kendi biliyor..."


16 Ocak 2010 Cumartesi

Tabi Yaa Cumartesiydi.

Terliklerimin ucundaki gölgeyle oyun oynuyorum dakikalardır. Halının yüzündeki gölgelere bakıyorum. Birdenbire! bir ses, tam da dalıp gitmişken uğuldamaya başlıyor kulaklarımda:
- Huzurumsun.

Kimi sesler geçit vermez yaşamın çetrefilli koridorlarında yürürken. Kapı sesi, su sesi, kırılan bir tabağın sesi, telefon sesi, ani bir fren sesi... Hepsi, beklenen veya beklenmeyen zamanlarda yoklar bizi. Ama bazı sesler vardır ki günün birinde kurduğunuz bir düşün hemen sonrasında, birdenbire ses verirler:

" Açıkçası biraz korkmuştum senden. Yani, ne bileyim bu kadar sıcak karşılayacağını düşünmemiştim."

Beklersiniz göz ucunuza değen bu sözlerin sahibine vereceğiniz karşılığın cevabını düşünürken. Oysa her şey o anda, kendi dilinden konuşmaya çoktan başlamıştır. Seslendirmenize gerek kalmadan, sizin yerinize olanı biteni anlatıyordur:

"Biraz müsaade edebilir misin, yani saçmalayabilirim her an. Buradasın, tam karşımda."

Gelin biraz daha dışarıdan bakalım yaşanılanlara. Küçük, sevimli bir oda. Ev düzeninde her şey yerli yerinde. Koltuklar, kanepe, kitaplık, televizyon, halı, kalemlik, defterler... İçinde mutlu ve huzurlu bir yaşamın izlerini taşıyan -elbette sessizliğin kırıldığı ve hıçkırıkların olduğu dönemleri de var- ufak bir ev burası. Otel odaları gibi her evin de kendine özel anıları vardır. Belki kalıcı misafirliklerin yeridir ev ve bir bağlanmışlığı, adanmışlığı anlatır en çok ama evler de yalnızca orada yaşayanlar için bilinenin dışında birçok anıyı hapseder kapılarının ardında. Bazı anılar hücreseldir. Hani sıradan olmayan, kendine has ve belki de hiçbir zaman eskimeyeceklerden. Bu hücrenin iki tane yapı taşı vardır. Erkek ve kadın.
Hayallere teslimiyetle başlar her şey. Akrep ve yelkovanın engelleyemediği, yine de çoğu zaman kadının iç sesiyle "biraz daha kalabilse" beklentisiyle iç geçirecek sonbahar muştusu, kış telaşı bir sevi!

Biz ne kadar da dışarıdan bakmaya çalışsak da anlatılanlara, 'yaşamak' dediğimiz o güzel mırıltı, ele verir olanları ve ufak adımlarla kapıdan içeriye, o odaya davet eder bizi. Hadi gelin oturun karşımıza sessizce ve izleyin her şeyi.

Terliklerimin ucundaydın. Hiç yapmadığım bir şekilde ikili kanepeye oturup izlemeye başladım televizyonu. Sesi kısıktı her zamanki gibi. Odanın içinde ya kendi sessizliğim, ya sevdiğim müzikler ya da çoğunlukla okuduğum kitabın sayfa hışırtıları dolu olur. Belki de ne zamandır seninle konuşmadığım için kendime böyle bir yol bulmuştum. Aslında tam olarak bunu yapmak için mi oturmuştum buraya, hatırlamıyorum. Ne fark eder ki! İşte şimdi tam burada terliklerimle oynaşırken ayak parmaklarım, aklıma geldin. Halının üzerindeki şekillerin karmakarışık olması değiştirmiyor bir şeyleri. Yani meselâ unutkanlık başlamıyor, yaşananlar ne zamandı diye aklım zorlanmıyor, üzerimizde ne vardı diye düşünmüyorum. Kendi halimde ve bütün sırasıyla o geceyi hatırlıyorum.

Beklenmeyen bir telefon sesiyle başladı her şey. Tarihi vermiştim az önce, belki sizin haberiniz yok. Kim bilir olmayacak da ama evet, bir tarih var ve ben onu az önce verdim. Gün de gelip yerleşsin o halde ve her şey bütün o silikliğinden kurtulsun. Tabi yaa cumartesiydi. Her zamanki gibi ama bu defa akşamdan geceye uzanan bir cumartesi.
Beklenmedik.
Birdenbire.
İşte bu yüzden dedim ya bazı sesler, -tıpkı o akşam olduğu gibi- aniden yoklar sizi.

Bir kadının en güzel telaşlarından birisi de sevdiği adamla buluşmadan önceki tatlı telaşıdır bana kalırsa. Telefonun ucundaki ses özel bir şeyler istemiş olabilir örneğin ya da sizin aklınıza daha önceden düşündüğünüz bir şeyi yapmak gelebilir. Yine de ilk tercihi değerlendirmek her zaman daha heyecan verici ve belki de huysuz bir kıpırdanmayı da içinde barındırdığı için, daha caziptir. Sınırlı bir zaman içerisinde birazdan yaşanacak karşılaşmaya hazırlık öyle bir hızla başlar ki siz bile çoğu zaman hangi arada onca şeyi yaptığınıza inanamazsınız. Kapı çalar:
O anı anlatmak ne kadar güç. Kapı koluna uzanan kadının parmaklarındaki aşk, gözlerindeki özlem ve bedenindeki o anlatılamaz arzuyla kapı açılır:

Biliyordum, aradan ne kadar zaman geçse de sana olan özlemimi dile getirmekte hep zorlanacaktım. Sarılmalarımızın ucundaydı aslında her şey. Sanki o an geldiğinde bildiklerim ezberimden çıkıyordu ve her defasında yeni bir heyecanla sana ait olanları dokunarak tanımaya çalışıyordum. Galiba seni taptaze tutan da buydu. Yorucu bir günün sonrasında gelmiştin. Ellerinde ve yüzünde küçücük bir çocuğun haylaz bakışlarına sinen o masum ifade vardı. Kaç defa düşlerime çağırdım o bakışları. Ter içinde uyandım yattığım geç vakit uykulardan. Ama içinde senin olduğun her geceden, sabahları hep huzurla uyandım.
Biliyor musun ellerin de en az yüzümüzdeki çizgiler kadar belirgin olan bir ifadesi vardır. Bir aklın yırtıcılığını dizginleyen, kimi zaman öfkeden kuduran, kudurtan kimi zaman da bir yaşama anlam katan, yığınla sesleniş vardır. Belki de bu yüzden onları vazgeçilmez görürüm.

Siyah topuklu ayakkabılarım, siyah ince tülden bir elbiseyle bıraktım kendimi kollarına. Sarılsam da doyacamayacağımı bilerek sıkıca çevreledim bedenini. Yüzüne dokundum, avuçlarımla sevdim seni. Orada, aklının içinde bir yerlerdeydim. Çoğu zaman nereye tam olarak düştüğümü, yerleştiğimi bilmeden. Tahminlerin de sonu yoktu. Ne kadar çabalasam da bir oradaydım, bir yoktum sanki. Bu yüzden azalan ve çoğalan dalgalar gibi karışıp duruyordu kalbim. Konuşmasam, anlatmasam, sana bir şeylerden bahsetmesem yerle bir olacaktı sanki her şey. Bazen bir dengenin hassasiyetini içimdeki çocuk mu yoksa kadın mı koruyup kollamaya çalışıyordu, anlayamıyordum. Fazladan kurulan bir cümlenin hesabını yapmak bana göre değildi. Geldiğin yer öyle güzeldi ki seni orada izlemeyi seviyordum.

Beyaz gömleğin, gri takımın ve ilerlemiş bir akşam saatine dair aceleci heyecanınla, oturduğum yerden sana bakıyordum. Tam karşımdaydın. İnanması zordu. Öğle saatlerinde gelemeyeceğini duyduğumda her zamanki gibi üzülmüş ama o duygunun esiri olmamak için olağanca hızla ondan kaçabileceğim yeni duygu hallerini aramıştım. Kolay olmuyordu. İnsan, yapabilecekleri sınırlıyken ve bunun farkındayken, elinden çok da bir şey gelmiyordu. Gönülsüz bir kabullenme, tanıdık olmayan bir geçiştirmeyle kaldığı yerden devam etmeye çalışıyordu.

Ayakkabılarımı çıkardım. Sonra zaten odadaki her şey kendi giysisini çıkardı. Bir evin bütün benliğiyle soyunmasının ne demek olduğunu ilk defa o gece anladım. Halıdaki şekiller, odanın tavanları, sağ tarafımızda duran tekli koltuk ve bedenimizde dağılan kaçamak bir aşk! Her şey yerli yerinde gibi görünse de darmadağınıktı. Çırılçıplaktı kelimeler! Kendi dilimizin dokunaklı kelimeleriyle tutunduk özlemlerimize. Öyle ya seninle koca bir hayatı özlüyorduk ayrı zamanlarımızda. Sen dinleniyordun bense dinliyordum.

Toparlanma zamanı geldiğinde hiçbir şeyin yerinden oynamasını istemeyecek kadar bencilce duyguların tam ortasında kalıyordu aklım ve bedenim. Yine de dayanmaya çalışmanın zorluğu içinde ve belki beni ben yapan o güçlü doğanın pençesinde, yavaşça kilitlerini açıyordum ellerimin. Siyah saç tellerimin kırılganlığında taşıyordum sen giderken bıraktıklarını. Omzuma yaklaştıkça başım, artan kokunla baş etmeye dayalı dakikaların mücadelesinde koca bir evin yeniden, üşümesin diye elbiselerini giymesini izliyordum sessizce. O kapıdan her çıktığında aklında ne olduğunu merak etsem de bunu da diğer söylemediklerimin arasına özenle yerleştiriyordum. Sana ait öyle çok cümlem var ki henüz fısıldamadığım. Yine de kirpiklerimin ucuna düşen ışıltının arasından anlamaya çalış sen. Ben aslında seninle her gözgöze geldiğimde, ayrı kaldığımız tüm zamanların içime bırakıp gittikleriyle sana bakıyorum. O yüzden öyle coşkulu, öyle içten ve sıcaktır göz bebeklerim seninleyken.

Terliklerimin ucundaydın. Bir aralık yerimden kalkmış ve bu eve ilk geldiğinde oturduğun yere kurulmuştum. Sonradan fark ettim bu ayrıntıyı. Bazen ne olduğuna anlam veremediğimiz davranışların gerisinde, alt bellekte kalan ince detaylar su yüzüne çıkıyordu. Oradan, senin baktığın yerden izlemeyi istedim ikimizi. Mutluydum.

Beyaz atkımı boynuma doladım, yeşilini ellerime alıp kalktım. Bir başka yerde bağdaş kurup yarım kalan kitabımın sayfalarını çevirmeye başladım. Hatırladıklarımla geçen zamanı düşünüp gülümsedim. Seninle ses olmak ve seninle huzurlu birkaç andan -koca bir hayattan belki de- bir şeyler çalmak ne güzeldi!

Birdenbire! bir ses, tam da dalıp gitmişken uğuldamaya başlıyor kulaklarımda: "Halime bak, seninle olmak için hayatımdan çalıyorum. Hayatımdan çalıp sana geliyorum."