Dört köşeli rakamların süpürüldüğü masanın sesinden kaçan kelimelerdi suskunluğu kırbaçlayan. Gece şemsiyelerinden arınıp kuytu köşelerde ruhun çıplaklığına sığınmış uyuyorken, siyah cümlelere gizlenmiş büyülü bakışlar pencerenin kırılan camından yavaşça içeri süzülüyordu.
“ Nem değildi hislerin yapışkan duygularda savrulmasına neden olan. Gerçek, kendi kabuğunu yalnızca bir defa soyar!”
Çarpıtılmış geçmiş, mor tişörtünün karanlık dikişlerinden düşer hasır gölgeliklere. Ne sen ne de bir başkası tanımlı, ellerine ömrümü yasladığım adamın yüreğinde. Böyle zamanlarda ne olur biliyor musun, ten kusar kendisini büyüyen oyunların son durağında. Gidişin yıkıntıya değil; aslında hiç varolmamış varlığına reveranstır. Küçük kahverengi parçacıkların döküldüğü ses titreşimleri, bir tek aynada rastlar kendi gözlerine.
Ben seni kısa bir süre dinlediysem; sen bu öyküyü yaşadıkça dinleyeceksin..
“ Masanın etrafına yayılan kasvetli havanın altına sürüyorum kırk beş dakikayla sınırlı rahatsızlığını. Ay ışığını kestiğinde, her son, bambaşka bir vurgunda kalbine düşecek.. Çevrimiçi yalnızlığın senin olsun.”
Zamanla demirden duyguları da kendine barınak yapmayı öğreneceksin. Gelenin oyunlarla değil de küçük bir düş kırıntısından bile doğabileceğini resmedebileceksin sahte sözlerine… Gerçek bir rengin olduğunda ve sen o renge büründüğünde, karşına çıkacak olan diğer bir rengi tanımlayabileceksin içinde. Tıpkı beyaz tül perdelerin arasından simsiyah geceye yıllarca baktıktan sonra, öykümün gözlerimize düşüşü gibi.. İçimdeki siyah beyaza, beyazsa siyaha döndüğünde kalemi yeniden göğüsledim ben. Ucunu açamayacağın kalemlere, bir son yazmak hiç kolay değil!
Bir adam görmüştüm…
“ Hiç zor değil yorgunluğunu kısa kelimelerle uzun elvedalara dökmek… Çaldığın kapılardan oltalı vazgeçişlerle yokluğa karışmak. Dedim ya zor değil. İstersen uyku ile uyanıklık arasındaki karanlık bölgede seni karşılayabilirim; rüyalardan artırma bir yaşam içinde kaldıysan. Kim bilir belki de soluğuna tıkanıp ‘kötü oluşunu’ orada sana yeniden anlatabilirim. Ne de olsa gerçeğin aynası, yine kendi içinde değil midir?”
Burası olası yürüyüşlerinin bittiği nokta; belki yeniden gülümseyebilirsin yaşama senden olanlarla…
İstanbul, tabanlarını yakar hecelerin. Saatin kadranına bulaşan sinir parçacıkları devamını zorluyor geçen günün. Sol yanım, bir önceki gecede ruhuna hapsolmuş; sol içim çocuksu bakışlarının ıslak yaramazlığında asılı kalmış. Yan bağlarında keskin izler… Dokundukça sana doğru ürperiyorum.. İstanbul, dizlerimdeki bağı çekiyor aşkla… Geceler boyu dudaklarıma bırak kendini. Ben hafifçe gözlerimi açar seni bulurum uykumun tam ortasında.
“ Nem değildi hislerin yapışkan duygularda savrulmasına neden olan. Gerçek, kendi kabuğunu yalnızca bir defa soyar!”
Çarpıtılmış geçmiş, mor tişörtünün karanlık dikişlerinden düşer hasır gölgeliklere. Ne sen ne de bir başkası tanımlı, ellerine ömrümü yasladığım adamın yüreğinde. Böyle zamanlarda ne olur biliyor musun, ten kusar kendisini büyüyen oyunların son durağında. Gidişin yıkıntıya değil; aslında hiç varolmamış varlığına reveranstır. Küçük kahverengi parçacıkların döküldüğü ses titreşimleri, bir tek aynada rastlar kendi gözlerine.
Ben seni kısa bir süre dinlediysem; sen bu öyküyü yaşadıkça dinleyeceksin..
“ Masanın etrafına yayılan kasvetli havanın altına sürüyorum kırk beş dakikayla sınırlı rahatsızlığını. Ay ışığını kestiğinde, her son, bambaşka bir vurgunda kalbine düşecek.. Çevrimiçi yalnızlığın senin olsun.”
Zamanla demirden duyguları da kendine barınak yapmayı öğreneceksin. Gelenin oyunlarla değil de küçük bir düş kırıntısından bile doğabileceğini resmedebileceksin sahte sözlerine… Gerçek bir rengin olduğunda ve sen o renge büründüğünde, karşına çıkacak olan diğer bir rengi tanımlayabileceksin içinde. Tıpkı beyaz tül perdelerin arasından simsiyah geceye yıllarca baktıktan sonra, öykümün gözlerimize düşüşü gibi.. İçimdeki siyah beyaza, beyazsa siyaha döndüğünde kalemi yeniden göğüsledim ben. Ucunu açamayacağın kalemlere, bir son yazmak hiç kolay değil!
Bir adam görmüştüm…
“ Hiç zor değil yorgunluğunu kısa kelimelerle uzun elvedalara dökmek… Çaldığın kapılardan oltalı vazgeçişlerle yokluğa karışmak. Dedim ya zor değil. İstersen uyku ile uyanıklık arasındaki karanlık bölgede seni karşılayabilirim; rüyalardan artırma bir yaşam içinde kaldıysan. Kim bilir belki de soluğuna tıkanıp ‘kötü oluşunu’ orada sana yeniden anlatabilirim. Ne de olsa gerçeğin aynası, yine kendi içinde değil midir?”
Burası olası yürüyüşlerinin bittiği nokta; belki yeniden gülümseyebilirsin yaşama senden olanlarla…
İstanbul, tabanlarını yakar hecelerin. Saatin kadranına bulaşan sinir parçacıkları devamını zorluyor geçen günün. Sol yanım, bir önceki gecede ruhuna hapsolmuş; sol içim çocuksu bakışlarının ıslak yaramazlığında asılı kalmış. Yan bağlarında keskin izler… Dokundukça sana doğru ürperiyorum.. İstanbul, dizlerimdeki bağı çekiyor aşkla… Geceler boyu dudaklarıma bırak kendini. Ben hafifçe gözlerimi açar seni bulurum uykumun tam ortasında.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder