PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

26 Eylül 2010 Pazar

Duygusal Takipçiler

Bir cümlenin başlangıcını zamanla belirtilmiş bir şekilde yapmayı seviyorum. Zaman önümdeki en büyük belirteçlerden yalnızca bir tanesi. Ama ona verdiğim değer, diğerlerinden sıyrılması için onun adına şans. Kim bilir belki de onun şansı, benim şanssızlığımdır. Bunu anlayabilmek adına koca bir otobanın hemen girişinde oturmuş bekliyorum. Yol uzuyor. Önümde mevsimlerle değişen yol çizgileri var. Her şey sıcakken çizgiler flulaşıyor, üzerinde oturduğum otoban gittikçe ısınıyor, güneş ışınları görüş alanımı sınırlandırmak için her şeyi yapıyor. Biraz daha bu sıcaklığa maruz kalırsam, ölebilirim. Ya otobandan kalkmalıyım ya da beni koruyabilecek bir şeylere sahip olmam gerekir. Bunlar doğanın içindeki etkili elemanlar. Tamamıyla gerçekleşmesi muhtemel tabiat olayları. Peki ya doğanın dışındakiler?

Bir adam. Yaklaşıyor. Bütün benliğiyle sarılıp bedeninizi kuşatıyor. Tenlerin birbirine sürtünmesinden kaynaklanan  kuvvetli bir ısı ve önlemez bir enerji açığa çıkıyor. Saç tellerine değen ıslaklık, vücudun koridorlarında gezen sıcaklık ve ıslaklıkla birleşiyor. Otobanın dağınık bir yatağa dönüşmüş hali... Çizgiler oldukça net ve belirgin ama yanında yattığınız adam gittikçe soğumaya başlıyor. Düzensiz nefes alış verişler sakin bir mırıltıya dönüşeceği anı bekliyor. Bu da doğanın içindeki etkili bir eleman. Yani bu da tamamıyla gerçekleşmesi muhtemel bir tabiat olayı. Peki ya hangisinin zamanlaması daha gerçek?

Dışında olmak ve bir gerçeğin bütünüyle farkında olup, yine de dışarıda kalmak için zamanla amansız bir mücadeleye katılmak. Onun üstünlüğüne karşı koyamayacağınızı elbette bilirsiniz. Bu yüzden "an" ve "zaman" ikileminde karmaşa başlar. Ya âna teslim olacaksınızdır ya da zamanın gölgesinde eriyip gideceksinizdir. Oysa unuttuğunuz bir şey yok mu? Hani size tanıdık gelen bir şeyler, her an onunla yaşamaya mecbur bırakıldığınız... Meselâ şu an bu yazıyı okuyan biri, birileri? Siz. Pekalâ kendiniz.

Otobana geri dönelim. Her şey soğukken çizgiler önce belirginleşiyor sonra giderek kapanmaya, yok olmaya başlıyor. Üzerinde oturduğum otoban gittikçe soğuyor ve  kar taneleri tıpkı güneş ışığında olduğu gibi görüş alanımı sınırlandırmak için her şeyi yapıyor. Yine tamamen kendi muhtemel döngüsü içerisinde gerçekleşen bir tabiat olayı daha. Gelelim diğerlerine. Aslında birbirinden çok da uzak olmayan doğa olaylarının dışına.

Bir kadın. Uzaklaşıyor. Bütün kararlılığıyla bir zamanlar sarıp sarmaladığı her şeyi geride bırakarak gitmeyi tercih ediyor. Kendi çıkmazlarından, korkularından kaynaklanan  kuvvetli bir soğukluk ve önlemez bir başkaldırışla her şeyi geride bırakarak gidiyor. İçte kopan fırtına, yüzünde buz sarkıtlarını andıran bir görüntüye neden oluyor. Soğuma, vücudun koridorlarında gezen üşüme ve fırtınayla birleşiyor. Otobanın terk edilmiş hali... Çizgiler oldukça silik ve neredeyse gözle görülemez ama terk ettiği adam gittikçe ısınmaya başlıyor. Düzenli nefes alış verişler hiç de sakin olmayan bir çığlığa dönüşeceği anı bekliyor. Yani bu da tamamıyla gerçekleşmesi muhtemel bir tabiat olayı. Tabiatımızda var ne de olsa.

Zamanlama. Her şeyin öncesinde ve sonrasında, karşımıza çıkan güçlü bir hatırlatıcı. Mevsimler gelir ve mevsimler geçer. Otobanın üzerinde dört mevsimi ve araya giren çeşitli beklenmeyen bazı muhalefetlerle birlikte, her an her şeyle karşı karşıya kalmamız muhtemel. Bir var ki o otobanda oturmayı seçsek bile ya dış etkenlerin üzerimizde oynayacağı oyunları hesaba katmalıyızdır ya da işlerin sarpa saracağını anladığımızda, "zamanında" yerimizden kalkmasını bilmeliyizdir.

Tüm bunları bana düşündüren Code 46 filmi oldu. Code 46, başka bir insanla aynı nükleer geni paylaşan herhangi bir insan genetik olarak özdeş sayılıyor. Birinin ilişkisi hepsinin ilişkisidir. Yani ensest üremeyi önlemek için, tüm ailelerin gebelikten önce genetik olarak görülmesi zorunluluğu vardır. Her %100, %50, veya %25 genetik benzerlik ortaya çıkarsa, hamileliğe izin verilmiyor. Eğer ilişkide bulunan kişiler gebelikten önce genetik olarak ilişkili olduklarını biliyorlarsa bu, kod 46'nın ihlâli anlamına gelmektedir.

Yazıyla çok da fazla yakından ilgisi olmayan bu filmdeki birkaç cümle, bambaşka konu başlıkları hakkında düşünmem için yardımcı oldu. Bazen gerçekten de beynin algılayış süreci içerisindeki serbest çağrışımların bile kendinden uzaklaştığını düşünüyorum. Yani meydana gelen bir serbest çağrımın yol açtığı, diğer serbest çağrışımlar. Ve bu öylesine fazla oluyor ki yetişmek için bir şekilde dışa vurmam gerekiyor. Bunun en iyi yolu da yazmak ya da okunacak kitaplar arasında farklı boyutlara taşınarak onların orada, -belirli bir süre için bile olsa- arka taraflarda sıkışmalarını sağlamak. İlginç olansa aklıma gelen serbest çağrışımların bu yollarla hemen aklımdan çıkıp gitmeleri ancak bıraktıkları duyguların içten içe aklımı kurcalıyor olması. Yani onların yaptığı bir nevi duygusal takipçilik. Nerede ve ne şekilde tezahür edeceğini çoğu zaman bilemediğimiz, yine de bir şekilde ortaya çıkacaklarını bildiğimiz takipçiler...

Filmden verebileceğim örnek cümleler birkaç tane ama ben en azından bu yazının girişini oluşturan cümleleri yazmamdaki serbest çağrışıma beni yönlendireni paylaşmak istiyorum.

" Sürgün edildim. Anılarımı bana bıraktılar. Eğer dışarıdaysanız, ne düşündüğünüz umurlarında değil. Niye rahatsız olsunlar? Onlar için sanki biz mevcut değiliz."


Cümle, filmle ilişkilendirildiğinde anlam kazanıyor. Benim anlatmaya çalıştığımsa bambaşka bir şey. Yine de bu cümle bile kendi başına bir şeyleri düşünmek adına oldukça manidar.

Telaş

Yıllar, tozlarını eteklerine bırakmış bütün bedenlerin. Balık desenli bardağın dibinde suyla karışık vitamin özlemleri. Her yudumda minik bir tebessümü ıslatıyorum. Kurduğum saatlerin hiçbirisi sayısal basamaklardan öteye gitmiyor. Söylesene, nereye sakladın kendini benden habersiz? Kim sorgusuzdu, kim asılsız yakalanan? Oysa sessiz bir çağlayandı aşk, bakışlarımızın altında. 


Birazdan dökülecek telaşın adı sensin. Seni bulduğum yerde, her şeyi toplamış olacağım. 

24 Eylül 2010 Cuma

Onda, Şunda, Bunda...Bir var ki hep "Ben'de"...

Parlak bir hayalin gölgesine uyanmışım. Aklımda nice anlamsız soruyla. Yürümeye başladıkça, her gün yeni bir şey daha öğrendikçe bazı şeyler anlam kazanmaya başladıkça, değişti her şey. Anlamsız gelen hala bir sürü şey var ama ben bütün o inatçılığımla, çocukluğumdan devraldığım azimle yazıyorum. Şimdi inatçı bir kadın oldum. Kelimelerin yüzlerine bakıyorum. Onları soyuyorum. Kabuklarını kaldırıp tıpkı meraklı bir aşık gibi yeniden hatırlatıyorum kendime her şeyi. Unutmak diye bir şey yok diye bağıra bağıra geldim, gidiyorum. An be an yaşadıklarımı bu kısacık çırpınışta belki anlatamam ama aklımdaki küçük öyküyü biraz paylaşabilirim.

Siz hiç hayran oldunuz mu? Hayranlık... Her şeyin başladığı ve hayat bulduğu nokta. Öyle ki bu bir kişiyse sizin elinizden hiç bir şekilde söküp alamayacağı bir duygu ve kesinlikle ürkütücü değil. Ya da cansız bir varlık...Sonuçta bu duygunun sahibi tamamıyla sizsiniz. Aşktan bile çok farklı belki de daha güçlü.

Bazen zamanın geçmesini diler insan. Hayatına kasteden, varlığını katlanılmaz hale getiren bütün kaygılardan uzaklaştırıp, onu gündelik yaşamın bağlarından çekip almasını ister. Durmak bilmeyen, ara sıra komik bir kavgam var benim de zamanla. Kızdığım da oluyor ona, kabullendiğim de. Ölümle bir derdim yok. Birgün son bulacağı yerde bulacaktır her şey. İşte o ana kadar bana verilmiş her türlü hakkı kullanma derdindeyim. Yazarak çoğalıyorum. Belki de bu hayatta beslendiğim, her ne olursa olsun içindeki sevgisini benden alıkoymamış, sessizliği kimi zaman büyük sesler getirmiş, kimi zaman kendi kabuğunda varolmaya çalışmış, kimi zaman da parmaklarımın ağrılarıyla yeni günü karşılamama neden olmuş tek kaynak. Elbette beslendiğim daha çok şey var. Hiçbir şeye haksızlık etmek istemem ama şu anda bile yanımda olan varlığını göz ardı edemem.

İşte bu yolculukta, bazen yalnız duvarların paylaştığı müzik sesleri arasında, filmlerde, okuduğum kitaplarda, yazılarda ömrümden hiç ayrılmasını istemediğim, değer verip saygı duyduğum ve bu hayranlık sayesinde güç aldığım bir şey var. Her an aklımda olup olmaması ya da görünüp görünmemesi değil; bir şekilde bu dünya üzerinde varlığının asılı olması bile bana yetiyor. İstanbul'un bana verdiği hazine... Sıfatlandırılmaması gereken, ruhun derinliklerinde tutulup orada çoğalan bir şey. Merak edin diye değil; bugüne özel olduğu için onu böylesine koruyorum. İyi ki varsın...

Çoktan yeni yaşımı karşıladım bile. 00:02. Keyifsizliklerimle, deli dolu ruhumla, kabına sığmayan asiliğimle, satıraralarına inmekten yorulmayan, bu evin içinde, dışında büyüttüğüm her duygumla, kazandıklarım ve kaybettiklerimle hala varım. Bu şehrin dokusu, kokusu, içine alan büyülü karmaşasıyla, yazdıklarımla uyuyup uyanıyorum. Çok uzun cümleler kuruyorum, farkındayım. Bu defa biraz susmayı deneyeceğim. Belki güzel bir şarkı hediye ederim kendime yeni güne hazırlanmadan önce. Hatırlamak istediklerimden...

Sesin geldiği yeri unutmuyorum. Özlüyorum. Doldurabildiğim kadar kahkahayla da bütün gözyaşlarımı kucaklıyorum. Hoş geldin yeni yaşım. Bak yine ben senin yanındayım.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Oysa Bir Zamanlar Vardın "Mektup Öyküleri" - 5


Okundun, baş tacı edildin. Unutulmadın... Sesin hep ulaştı. Nefes kadar yakındı sözlerin. Kulakta ve yürekteydi sesin... Yazsam, o ruh haliyle canını sıkacaktım. Hüzün dolu sözler yazmak istemedim. Diledim ki sözlerim artık umut koksun...

Şimdilik geçti. Biraz soluk aldım. Önemsenecek bir şey yok. Yıllar evvelinin hataları… Dün boşluğa sıktığım kurşunlar gelip beni buldu. O ara üzerime gelenleri savuşturmakla meşguldüm. Bu yüzden dostları ihmal ettim.

Böyle anlarımda salak sarsak gezerim ortalıkta ta ki sorunu kafamda toparlayıp çözemesem dahi, bir yerlere oturtana kadar. Belki komik gelecek ama hep tek başıma düşünmek ve içinden çıkmak zorundayım. Sana üç cümle de olsa konuşacak, paylaşacak, dertleşecek bir dostumun olmadığını söylesem inanır mıydın? Emin ol öyle! Yıllardır böyle sürüp gidiyor. Bağışla ama “Salih”te geçen satırlar ne yazık ki doğruydu;

“ bir sokak iti gibi yaralarını yalayarak sağaltan adamdı o”

Sana arabesk gelmesin ama öyle işte! On sekiz yaşın çelişkilerini çoktan aşmamıza rağmen halâ niye çocukça davranır insan bilemiyorum. Galiba böyle öğreniyoruz ve insan hayatı boyunca hem öğrenicidir hem de öğreticidir. Umarım sen dostsuz değilsindir. Başın sıkıştığında seni en azından dinleyecek birileri vardır umarım. Belki başını yaslayacağın bir dost omzu.

Mektuplarında içtenlikle sevindiğim şeyler okudum kararlarınla ilgili. İstanbul’a olan büyük sevdanı bildiğim için, bize adına gönülden sevinmek düştü. Eğer bugün konuşabileceğim bir dostum olsaydı onunla önce dostluğu konuşurdum. Bundan ne anladığımı uzun uzadıya yazdım, yazıyorum ve hep kendime. Bu, aynı zamanda kendime yönelttiğim bir soruydu. Yalnız biri de ancak kendine konuşur, kendine sarılır herhalde. Yine insanla ve hayatla ilgili ilk anda sıralanan bir yığın şey var defterimde. Onları da konuşurdum o dostla. Bir adım ötede o bıkılmayan değil, içinden çıkılmayan şey, aşk dururdu.

Binlerce yıldır yaşayan, belki her insanı derinden etkileyip meşgul eden fizikte sonsuzluk, matematikte çözülemeyen denklem, imkânsız problem olan şey... Uğruna savaşlar çıkarılan cinayetler işlenen, ocak, aile söndüren, ülkeler batıran, hayatı sonlandıran, ayrılıklar yaşatan, insanın ayağını yerden kesen şey; Aşk!

Çıldırmakla, mecnunlukla, meczuplukla aynı anda anılan şey... İhanetler, kırıklıklar, acılarla birlikte anılan aşk! Hemen arkasından romantizm gelirdi. Romantizmin yasaları var mı? Kuralları, fonu, mizanseni... İnsan nasıl duygulanır? Nasıl yoğun yaşanır? Bireysel ve toplumsal romantizm. Düşüncede, ideolojide romantizm…

Sonra felsefe gelirdi, benim karışık listemde öylece duran. Ardından edebiyat. Ardından politika, evrensel ve yerel... Ve tarih ve sosyoloji de... Bilinen kültür ve medeniyetlerin etkileşimleri; çatışmaları - mirasları... Bizim medeniyetimiz... Estetiğimiz. Sanatta, kültürde felsefede, yaşamda,  edebiyatta estetik değerlerimiz... Ve bizim bakış açımız, durduğumuz yer, evrensel kültürü kavrama, insan unsurunu en doğru biçimde tanımlama...

Özgürlüğe bakış; ihtilâller – darbeler - muhtıralar ve getirdikleri götürdükleri, etkileri...

Gençlik ve bugünkü durumu; kazanımlar – kayıplar - yozlaşma... Kültürel yozlaşma,(medya-sermaye – politika - güç ve iktidar savaşları.) Doğu batı çatışması ve sentez arayışları..

Bir insanın bir toplumun bir dönemin romanını yazabilmek için gereken her şey!

Gelecekle ilgili kuramlarımız, tahminlerimiz, değerlendirmelerimiz, kişisel ve toplumsal duyarlılığımız. Çelişkilerimiz, kabullerimiz, saplantılarımız, paradigmalarımız, değişmezlerimiz, değişkenlerimiz... Kabuller değişebilir mi, bu konuda kesin hüküm konulabilir mi? Hipotezler, hükümler, kesin sonuçlar... Metafizik, eşya ile insanın arasındaki diyalekt, mikro ve makrokosmos...

Örfler, geleneğin kuşatıcılığı, bireysel ve toplumsal açmazlar... İntihar, toplumsal yaralar, çareler... Kuşak çatışmaları.

Daha birçok can alıcı, can sıkıcı konu ve biz bunların neresindeyiz? Gücüm yettikçe bunları konuşurdum. Bir araştırmacı, bir otorite, uzman olmasak da en azından bu konularda az da olsa bilgimiz bir birikimiz ve bir bakış açımızı konuştururduk onunla. Yaşadıklarımızla, yaşananlarla, tanık olduklarımızla, merak edip okuduklarımızla daha da önemlisi bütün bunların bize sağladığı görüş ve tecrübe ile... Hayat hikâyelerini romana dönüştüren şeyler de bunlar sanırım. Bir roman için kaçınılmaz şeydir sorular.

Aslında uzun araştırmalar yapmıştım. Boş bir çabaydı. Bu beni çok farklı noktalara götürdü. Çok ilginç, çok uçta sayılan zıt kaynak ve kültürlerden beslenmiş, zıt bakış açısına sahip kişilerle tanıştırdı. Bir yığın soru hazırlayıp uzun araştırmalar yapmak zorunda kaldım. İlginç panellere, sohbetlere katıldım. İkinci okulumu bu yüzden uzattım.

Köy, kent, sokak insanlarını tanıdım. Dışlanmış gruplarla diyaloglar kurdum. Onların dünyasına tanık oldum. Hastanelerde psikolojik tedavi gören, hastalığı ilerlemiş kimselerin dünyalarına girmeye çalıştım. Siyasiler, politikacılar, mafya üyeleri ile görüştüm. Bir yığın insanla dostluğum oldu.
Dostla bunları konuşurdum. Onunla en çok Salih’i konuşurdum. Eğer Salih’i gerçekten tamamlama düşüncem olsaydı ve eğer korkmadan yazmayı isteseydim malzemem çoktan hazırdı. Otuz yılın birikimi vardı kıyıda köşede. Fazlasıyla da zihnimde ve içerisinde yukarıda saydığım şeyler var. Temelinde aşk, sevgi… Merkezinde ise kısaca insan duruyor.

Konusu:

68 kuşağından kentsoylu bir kadın. Okul yıllarında öğrenci olaylarına karışmış, sol hareketler içinde yer almış ve 80’li yıllarda darbe sonrası yaşanan çözülmeyi yoğun bir şekilde yaşamış, evliliği ayrılıkla sonuçlanmış. Bir süre intihar takıntısı olmuş.

Bir yerde o şimdinin olgun bir kadını. Yaşadığı ihanetler, duygusal kırgınlıkları, çıkış arayışı,  kimlik ve değer bulma çabaları… Aşka, sevgiye, dostluğa, arkadaşlığa yeni bir bakış açısı kazandırabilmek için bunları sorgulayışı… 

Yeni tanımlamalar, tanışacağı ilginç kişiler ve kişilikler ve bu arada diğer düşünce ve ideolojilerin irdelenmesi. Farklı ideolojilere sahip kişiler arasındaki alışveriş, iletişim. Duygusal yakınlık, ilişkiler sonrasında yaşanan boşluk ve bireysel açmazlar.
Kısaca o kadın ve onun etrafında gelişen olaylar. Onun gözünden ve dilinden bakacaktı hayata, Salih.

Sonra dost sıkılırdı sohbetimden. Ona çay yapardım ellerimle. Eğer isterse bağlamam eşliğinde en içli türküleri söylerdim. Kemanımı ya da udumu konuştururdum. Rastın hüzzamın, hicazın en güzel şarkılarıyla birlikte. Susmamı isterse de susardım hiç bıkmadan.

Özrü sona sakladım ihmalimden ötürü.

Hoşça kal.



Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XXIII-

Ne tuhaf... Oysa ne çok yazmıştım bu koridorun beyaz sayfalarına...

Melek...
Geçenlerde bir buzdolabının üzerinde görmüştüm.  Sahibinden çok uzak bir dünya gibi yapışıp kalmıştı oraya... Soğuktu ve yüzünde melekliğinden ziyade, çözümleyemediğim bir ifade vardı... Korktum... Evet, evet tam da böyle oldu... Sahi bir şeyi bu kadar kolay kabullenmeyeli ne kadar zaman oldu acaba? Sahibinden mi yoksa melekliğinin kayboluşundan mı bilinmez ama ona bakarken tuhaf bir korku duydum içimde... Yaşamın bir anı geliyor ve bize ait olan her şey, sert bir maddeye mıknatıslanıp kalabiliyor. Mıknatısı kaldırmayı akıl etse biri, arkasından neler dökülür ama ne kimse cesaret edebiliyor elini uzatmaya ne de kimse elini çekmeyi başarabiliyor...
Bir garip döngü bu...
Şehir içinde şehirler kurmak...
Mayhoş tatların zinasında korkusuz düşlerin sesini açmak… Çoğu safsata, çoğu anlamsız.

Şimdi sorsanız bu benim der. Oysa bütün bunlar kötü bir düzen.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Sis Dağı

Denizin karşı koylara uzanan maviliğinde martı sesleri, her sabahkinden biraz daha erken duyuldu bu yorgun gemilere açık limanda. Küçük bir martı, karşı konulamayacak bir sesle gökyüzünü yırtarcasına oradan oraya uçup duruyordu. Belli ki gecenin soğuk ve karanlık elleri bütün bir gece boyunca peşini bırakmamıştı. Sesindeki çırpınış, denizin ağır ve sisli örtüsü, bu sabah yiyeceklerinin biraz daha geç geleceğini anlatıyor gibiydi.  Martı birkaç defa daha bu köhne limanı saran denizin üzerinde dolaştıktan sonra pes etmiş olmalıydı ki o güne dair hiçbir sey söylemeksizin ardına bile bakmadan sisler arasında kaybolup gitti.

Sabah küçük sahil kasabasında yavaş yavaş beliriyordu. Gündelik yaşantının ağlarla sarmaş dolaş olduğu bu kasaba, tek yaşam olarak denizi biliyordu. Yıllardan yıllara miras kimi kırık dökük tekne, bu kasaba halkının geçim kaynağıydı. Gökyüzünün denizle iç içe olduğu, yağmurun yemyeşil bir ormanı bir an bile sulamayı unutmadığı, sıcacık mısır ekmeğinin kokusunun bir gün bile eksik olmadığı balıkçı kasabasında,  işte bir gün daha böylece başlamıştı. Hasan Dayı her zamanki yerini almıştı iskelede… Gecenin yalnızlığı şimdi sığ sulara kendini ve ağlarını bırakacak biri için hala devam ediyordu. Yıllardır bu kasabada büyüttüğü o tuhaf yalnızlığı içine nasıl da sindirmişti, kim bilir. Yüzündeki ağır çizgiler aynasıydı sanki dalgın ve buruk yüreğinin. Ama her şeye rağmen bıkıp usanmadan her sabah geldiği bu iskeleye, yolculuklara sürgün ettiği hayatını getirmekten bıkmıyordu.

Denizin kokusu, karşı dağlardan serin bir bahar rüzgârını da beraberinde getirmişti. Bir gün olsun başındaki sis yok olmamıştı. Ondan dolayı olmalı ki yıllardır bu dağı “Sis Dağı” olarak çağırırlar. Rivayete göre denizin en orta yerinde kurulu bu dağda, yaşayan tüm canlıların dili varmış. Herkesin birbiriyle iyi geçindiği, otların rüzgârlarla oyun oynadığı, kuşların. böceklerin birbirlerine şarkılar söylediği dağda hayat oldukça mutlu geçermiş. Ta ki denizin, uzak yolculuklara açılabilecek bir yer olduğu insanoğlunca keşfedilinceye kadar.  Yerinden yurdundan kopup sefere çıkan her denizci bu dağda konaklayıp, ateş yakarak karşı koylarda ki sevdiklerine haber ulaştırırmış. Dağı kaplayıveren bu örtülü sisin anlamıysa “yaşıyoruz” demekmiş. O zamanlarda yeni evlenen genç kızlar ellerinde bir denizci feneriyle iskeleye çıkarlar ve gecenin karanlığında daha ilk geçmiş akşamın tazeliğini unutmamış bedenleriyle bu işareti beklemeye koyulurlarmış. 


İşte yine böylesi bir günün gecesinde karşı dağa varmasını bekleyenlerden birisi de Emine isminde yeni evli biriymiş. Elinde feneri, kocası Selim’in dağı aşıverip gökyüzüne ulaşacak ateşten çıkacak sisi beklemeye koyulmuş. Selim o gece dağa varmasına varmıştı ama kulağına gelen o garip insan seslerinin peşine düşmekten kendini alıkoyamamıştı. 


Yaşayan bir dağdı orası. Konuşan ve her şeyi kendi aralarında yaşamayı bilen. Selim gibi insanların oraya gelip bir günlük kamp kurmaları, bugüne kadar birbirlerinden başkasını görmeye alışkın olmayan bu dağ sakinlerini haklı olarak korkutmuştu. Hiç birine tanıdık gelmeyen bu yüzler huzuru da bozmuştu. Çiçekler yüzlerini eğiyor, ağaçlar dallarını büküyor, hiçbir şey ama hiçbir şey eskiden olduğu gibi gitmiyordu. Bir şeyler yapmak gerekiyordu.  İnsanlardan kurtulmak, yeniden eskiden olduğu gibi mutlu günlere dönmek ve yaşananları hiç olmamışçasına unutmak… Ve o gün geldiğinde Selim de onların ilk kurbanı olacağını bilmeksizin sım sıkı örülü otların arasında yürümekteydi. Her şey birdenbire dile gelmişti. Dağın her yerinden binlerce ses yükseliyordu gökyüzüne. Selim neler olduğuna bir anlam vermeksizin koşar adımlarla bir an önce sandalını bağladığı kıyıya ulaşmaya çalışıyordu.. Sanki her yer birbirinin aynısıydı. Geçtiği yerlerden birçok kez geçmiş gibiydi. Bir türlü kıyıya ulaşamıyordu. Bütün dağ sanki üzerine geliyordu. Sesler adım attıkça yakınlaşıyor, dayanılmaz bir hal alıyordu. Yeter!!! diye bağırdı Selim tüm gücüyle. Bir boşluğa düşermişçesine sesi yankılanıp durdu gecenin karanlık yüzünde.  Emine olan biteni hissetmişcesine irkildi, elinden bırakmadığı fenerini bağrına basarak.

Sabah oldu gün aydınlandı, Emine hâlâ umutla sisi beklediği dağa doğru bakıyordu. Gözlerinde geceden kalma ağır bir telaş, bakışlarındaki bitkinlik,  umutsuzluğunu belli ediyordu. 


Beş sabah böylece geçip gitmişti. Emine’ den köyün derinliklerine kadar uzanıp gelen acı bir ağıt duyuldu diyor köy sakinleri.
                                                                                                                   
                     Yiğidim ellerimde yangınlar
                      Gözlerimde saklı yarınlar
                      Karşı karayı sis aldı bürüdü
                      Beşgün geçti senden haber alalar
                                               Alyazmam kara oldu
                                               Yatağım mezar oldu
                                               Sen gittin ya bu bedenden
                                               Gülyüzüm heder oldu
                     Ne gelmez bir sis imiş
                     Öğrendim ki seni benden alan o imiş.
                     Beklerim kaç sabah oldu
                     Sis Dağı beni yârimden alıkoydu.

İşte o gün bugündür dile gelip söylenen Sis Dağı'nın hikâyesi budur. Söylenceye göre Selim’in geri dönmemesinden bu yana bir daha hiçbir genç karşı karaya doğru yol almamış. Genç kızlar bu ağıdı yıllarca söylemişler; söylemişler ki Emine ile kaderleri birbirlerine benzemesin.

17 Eylül 2010 Cuma

Perdeleri Açılsın İstanbul'un!

Doğanın utanması yoktur. Renkler de doğadandır. Öyleyse boş ver gitsin!

Parmak ucu kılcallarından başlayıp kalbe nükseden narin bir yakınlaşma gibidir İstanbul; eğer boşluklarından haberdarsan. Kuyusundan su çekersin önce. Sonra yol başlar. Düz mantık vitesinde çıkılacak yokuşların sayısı çok azdır; çünkü duygular kadar esneyebilseydi yaşam, her gün bayramlık elbiseleri yatağının kenarına bırakılmış çocuklar gibi şen olurdu.

Şehir yüzünü değiştirdi. İnsanlar yüzsüzdü. İstanbul’un neden beni emzirmesine izin verdim bilmiyorum. Tüm yargılarını koynunda uyut da gel. Zira uykusuzluk çekecekler bu şehirde. Burası katastrof. Her dalga beklenenden büyük, her yokluk şüphesiz ki ev yapımı acılı; ama gerçekler de var pinokyoların şehrinde. Hangi elekten düştün bu şehre kim bilir ama burası hep "Bir şey var içimde" mıknatısının ters kutbu insanlarla dolu. Beslediği kadar kölesi yapıyor.

Gelenin sen olduğunu bilseydim kapıyı açmazdım İstanbul. Kapımın önünden boşları alıp gitmiş. Hangi çokluğuna yetişeceğimi şaşırdım. Görünmeyen bir adamın/kadının gölgeni kıskandıracak kadar sana yakın olması gibi... Her tür gürültüsünü ninni gibi dokuyup, bir cam kenarı yolcuğunda göz kapaklarının üzerine çöreklenmesi gibi…

Kırık çıkıkları geçerken yola atıvermişler toplaya toplaya geldim. Bir insanın kaderi olabilecek tek şehir İstanbul ama daha öncesinde çizmiştim bir uykuda. Yatağımın yanındaki duvarın üzerine dövmelemiştim. Üç nokta... Her noktadan bir hayat çıktı sonra. Uykuyla gecemin arasında bir yerlere sıkıştılar. Boyut dedikleri, yaşadıkları yerdi. Fantastik imlâ hatalarıyla karıştırdım bir ara. İnanasım gelmedi ilk sabahımda İstanbul’da uyanınca. Harf sayısı tek elinin parmaklarından azsa ve takı almamışsa boşuna gelmiyorsun demektir.

Yedi kapısı varmış bu şehrin. Masalı acıktıran kelimeler sende. Doyabilir mi sanıyorsun? Doymaz! O zaman perdeleri açılsın İstanbul'unun...
Suya dayanıklı bir telve olmalısın, fincanın teninden çıkmayacak...

... Geleceğim bir süre sonra. Aynı sokakta olursan seslenirim..

9 Eylül 2010 Perşembe

Vakitsiz

Vakitsiz araya girme refleksinin hemen ardından, koyu bir sessizlikle buluşuyor dizeler...

Saatleri deviren sesin işte sona eriyor. Bundan böyle sabahlarımı sen çalacaksın. Arka arkaya sıraladığım soruların cevapsız kalacağı taa başından belliydi. Oysa bu sabah o durakta bekleyeceğini ummuştum. Umuda kurulunca düşler, vazgeçmek mümkün olmuyor işte. Şöyle bir baktım da ne çok şey beklemişim senden. Konuşturmak uğruna, bıkmadan usanmadan sana gidebilecek yolları aramışım. Sende bir büyük suskunluk, bende arlanmaz bir yürek  yol almışız iki mevsimin kollarında...

" - Ahh ten çeker yine gözyaşlarımı. Silemem de..."
" - Öyle."


Kısa kısa inceden ve hissettirmeden süzüldün odama. İtilmiş hisler yumağında doğurdum ben seni. Öyküler kısaldıkça ben sessizliğe, kendi içime; sense aralıklı gidiş dönüşlerle sağlaması yapılan bir yokluğa karışıp durdun. Çıkarmayı denedim. Yapamadım...

" - Anlaşılan yine çok yoğunsun."
" - ..."


Bir pencere ne zaman kapanır?

7 Eylül 2010 Salı

Bilinçaltımın Telli Duvaklı Yolları

Uzun zamandır herhangi bir kapıyı açmak adına bir şeyler düşünüyorum. Kapının rengi, kime ait olacağı, arkasında ne olacağı veya nelerin olmasını istediğim konusunda herhangi bir fikrim yok. Sadece bir kapıyı açmak...

Uzun ve sessiz gecelerin arkasından, evin içindeki büyüyen yalnızlığı takip ettiğimde karşıma hep daha büyük bir şeyler çıkıyor. Ya yığılmış kitaplar, yatak odasına hangi zamanda biriktirdiğimi kestiremediğim terlikler, kapı kollarında asılı çantalar, en az dört beş yerde rastlamanın mümkün olduğu makyaj malzemeleri... Ama bir şey var ki mutfak hep daha derli toplu. Ne zaman kötü bir şeylerin olacağını düşünsem ya da ellerimden dayanılmaz bir sıcaklığı kovuşturmaya çalışsam mutlaka suyla savaşırım. İzlediğim filmlerin orta yerinde koşa koşa kendimi en yakın musluğun altına atmışlığım var. Suyla kurduğum bu yakınlığın başlangıcı neyle oldu inanın hatırlamıyorum. Yine de akıp giden herhangi bir şeyin varlığı galiba beni mutlu ediyor. O siyah küçük deliklerden yuvarlana yuvarlana yolunu bulmaya çalışırken su damlacıkları ben de kendi içimdeki yolu bulmanın sevinciyle rahatlıyorum.

Çok uzun süredir kapıyı çaldığımda içeriden bana seslenecek bir varlık yok. Çok defa düşünmüşümdür bir kedi ya da ne bileyim bir köpeğim olsa, bütün bunları düşünmeden zamanımı geçirebilir miydim diye? Zaten o K-9'un bir geceyarısı arabadan iner inmez sağ bacak baldırımı tutmasıyla, köpek fobim de iyice depreşmişti. Fobilerimi yenmem uğruna bazı arkadaşlarımın benden daha fazla istekli olmalarının zaman zaman kurbanı oldum. "Bak, rahat ol kasma kendini bu kadar. İnan alışacaksın. Bir şey yapmayacak", gibi cümlelerin sonrasında kendimi kaybedecek kadar titrediğimi hatırlarım. Küçüklükten kalma keçi inadım her defasında devreye girer ve deli divane bir hâle bürünüp kan kustururum. Kan kusturmak dedimse öyle büyük şeyler gelmesin sakın aklınıza. Deyimlerle aram kimi zaman iyi kimi zamansa kötüdür. Belki de mübalağa en sevdiğim sanattır!

Yine aynı şey oldu. Kapıları açmakla ilgili bir konuya giriş yapmaya çalışıp yine kendimden dem vurdum. Bilinçaltının telli duvaklı yollarında beyazlar içerisinde dolaşıyorum. Siz bana aldırış etmeyin. Derinlere, en derinlerime gitme arzusu oldu bitti peşimi bırakmadı. Konuyla ilgili olarak başlayan telkin çalışmalarım da hali hazırda bugüne kadar devam etmekte.

O kapı şimdi nerede kim bilir. Bugüne kadar açmaya çalıştığım kapılarda başarılı olamadım. Demek ki henüz doğru kapıyla karşılaşmadım. Zaten o kapının görüntüsüne dair kurduğum belirsiz hayaller de işimi oldukça zorlaştırıyor. Çünkü başta da söylediğim gibi açmayı düşündüğüm kapıya dair herhangi bir fikrim yok!  Biliyorum, tutarsız, çoğunuza saçma bile gözükebilecek bir istek bu. Hatta bazılarınız da " Daha ne istediğini bile bilmiyorsun ki sen", diye bana hiç de yabancı olmadığım cümleler kuracaksınız. Olsun. Ben hiç değilse o kapının hala bir yerlerde -henüz- benden habersiz varlığını sürdürdüğünü biliyorum.

Şşşt! Ne düşündüğünüzü iyi biliyorum. Sakin olun. Bu yalnızca bir kapı. Bildiğiniz kapı...

3 Eylül 2010 Cuma

Meraklı Uykular ve İçimdeki Hikâye

Hikâyelere girip çıkmak, sonra yeniden bir hikaye yazmak için yollara koyulmak, sonra tamamlanmamış hikâyelerin gün gelip yeniden kendini hatırlatması ve daha birçok şey...

Bitmeyen seslerin arasında, gürültüyle irkilerek kalktığım sabahların hemen ertesinde, uykuda beni yakalayan sesin nereden ve ne şekilde hayatıma gireceğini daima merak ederim. Uykunun meraklısını severim. Hoş sohbet bir kovalamaca başlar. Olmayacak şeyler, gerçekleşmesi beklenen hayaller, akıldan çıkmayan sesler dolanır durur ortalıkta. Bir an gelir bilinmeyenin öyküsüyle bir adam tanınırlılığının arasından sıyrılarak geliverir. Adamlar daima olsun isteriz. Uykuyu itekleriz o kapalı dünyada başbaşa kalmak için. Ta başından bellidir aslına bakarsanız. Tetiği, parmaklarının hemen ucunda durmaktadır gelişiyle başlayan hikâyenin... Kapıyı açarsınız. O öykünün sesini dinlemek ve kendi sessizliğinizi ona anlatmak istersiniz. Oysa o bitmeyen bir sestir yalnızca. Gürültüyle gelen.

Hiç kimse yeni bir şey söylemiyor ve artık geçiştirilmiş günlerimizi de geçiştirerek geçiyor ömrümüz. Bir yanılma payı arzusu belli belirsiz işliyor zihinlerimizi içten içe. Sahipsiz kahramanları peydahlayan hayat, aynı cesaretle karşı koyamıyor kahramanlarını bekleyen hikâyelere. Uzadıkça uzuyor yalnızlık. Akıp giden bir şeyler, aynı suskunlukla devralıyor eksilenleri. Sessizlik ve tamamlanmamışlık en çok birbirine yakışıyor. Üstelik hayallerimiz bile çıldırmış durumda. Kimse bir diğerinin hayalinde yer alabilme ihtimalinin gerçekleşebilme olasılığından konuşmuyor. Tek başına hayaller kimi zaman insanı yoruyor. Bir sonra güne, aya hatta yıla taşındıkça bir zamanların güleç ve samimi yüzleri silinmeye başlıyor. Zihnin karanlık koridorlarında aydınlık bir sabahı bulup çıkartmak zorlaşıyor.



Sizin hiç kapınız çalındı mı? Şimdilerde ben kendi içimde oturmuş odamı izliyorum. Bir kadının koskoca bir yalnızlığı nelerle doldurduğunu, aldığı keyifleri, dinlediği müzikleri, sesine karışan sesleri... Ne dersiniz, duvara asılı olan tüfek olabilme ihtimalimi de düşünelim mi? 
Yani ben kendi hikâyemin içindeyim. Buradan nasıl çıkarım artık pek fazla düşünmek istemiyorum. Tarçın kokuları arasında sarıldığım hayallerimi, mırıldandığım şiirleri, her defasında sağ köşeyi dönerken ayağımı çarptığım tartı aletinin çizdiği tenimi seviyorum. Ölü bedenler arasında yitirilmiş, sarsıntıya uğramış her türlü duygunun, güneşe karşı duran belki de kaçan bir diğer yarımdan yeniden etkileneceğini ve kendini var edeceğini düşünüp kaldığım yerden hikâyelerimi okumaya devam ediyor ve günü gelinceye kadar da burada kalacağımı iyi biliyorum.


Hikâyelerimiz... 


Gerçekten hangi hikâye, diğerlerinden farklı olabilecek kadar kendini duvardan aşağıya bırakıp kendi izini yaşamlarımıza sunabilir ki?

Bu da mı hikâye?

















Not: Bu yazının büyük çoğunluğunu sevgili Murat Gülsoy'un blogunda yazmış olduğu "Duvara Asılı Tüfek Patlar" adlı yazıya yaptığım yorum oluşturmaktadır. Birkaç eklemeyle genişletmeye çalıştım. Kendisine teşekkür ediyorum bana yepyeni düşünceleri açtığı için. O yazıyı okumak isteyenler aşağıdaki linkten ulaşabilirler.


http://602gece.blogspot.com/2010/09/duvara-asl-tufek-patlar.html

Örgüler ve Gün Dönümü

Kale surlarının başında konaklayan bedenimin, zamanla duvarları yıkıp gürültülü bakışlarınla ısındığı ve yaşama aşk iksirinin yeniden bulaştığı bir anda, yanındaydım. Dakikaların artık gittikçe belirginleşen sancısını sol aynamda rahatlıkla görebildiğim bir gecede, yazılarımın gerçekliği oluvermiştin. Şaşkınlık. İçimde konaklamayı seçen bir gülümseyiş,  yaklaşıyorum dediğim bir gün dönümü…

- Yalnız bir barın sevimsiz müşterisiyim
süt tozu dudaklarımda
yan yatmış bir balık oturur...
- Bu da mı çizgi filmden?
- Yok, o benim.

Barmen kirli gülümsemesiyle iç derken 
kusuyorum.


- Şimdi mi yazıyorsun?
- Yok, eski arşivi karıştırıyorum.

Gündüzün geceye eş değer duygu seremonisiyle düşüncelerimde varlığını hissettirdiği ve kayıp yanımın yeniden bahar gibi açılıp saçıldığı çemberin içerisindeyim... Çok yürüdüm buraya gelene kadar. Yolun hemen başında tökezlediğim, fedakârlık ettiğim ve koşulsuzca ortaya kendimi  koyduğum büyük bir mücadele vardı. Böyle zamanlarda, uzun bir bekleyişin bundan sonra getireceği olası düşünceler hiç durmaksızın beynimi zorlar. Yol önümde durur ve ben yola çıkmak için yanıma alacaklarımın kararını vermiş olmalıyımdır. Ama her zaman hazırlıksız yakalar aşk...

- Düşümün arasından kayan birkaç parça kırmızılığa bulanmış ellerim. Kimseye benden bahsetmiyorum. Gecikmiş bir ölümü tanımazlar çünkü. Kamp ateşlerinde geçen bir zamanın düğümünü, sessizliğimin düğününü. Kim var dediyse o kadar öldürdüm aşkı...
- Birkaç gündür içinde neler oluyor? İlginç bir şey var.

 - Adrese teslim yaşamaların arasında bilmez kimseler. Bilmesinler. Aklımın hamağında olmayan düş(üş)lerim tembellik yapıyor. Düş-eş gelir mi bir yalnızlık ama geliyor. Attığın gelelerin hiç bir önemi yok. Artık gelmelerinden bahsediliyor sokak aralarında, fısıltılarda. Ben de penceremden dinliyorum. Hayaletler şarkı söylüyor. Bir zamanlar gençtim oysa diyorum. Heyecanlanma arifesindeydim. Yani anlamasalar da kabulümdür.

- Kahverengi tokamın teki kaybolmuş. Yıldızlı tokamın da yıldızlı yerindeki boyası biraz dökülmüş, şimdi ben ne yapacağım?

 - Örgülerinde dans edebilir miyim?
 - Yer vardır demiştin derinlerde herkese. Neden olmasın?
 - Gülümsettin. Ben eve gidiyorum. Bu gece seni nasıl görmeliyim?
 - Nasıl görmek istiyorsan
 - Nasıl görünmek istiyorsan.
 - Evet, yazmadığım cümle tam da böyleydi. İyi de ben hep böyleyim... Ses rengim kayar gider, hatırlamadığım çocukluğuma inat.
 - Hatırlatamadığım çocukluğuma inat.
- İlk vuruşlar hep bir yokluğa sarılır zaten "a" gibi."
- Nokta vuruşlu atlaslardan çıkar geçmiş.
- Bir prenses elbisesi ve bir maske. Aradan kayan ufak bir tebessüm. Seni yolcu ediyorum evine.
 - Adını bilmediğim dudaklarına bir yanak konduruyorum...
 - O zaman yanağımdaki gülümseme, adını bilmediğin dudaklarımdaki titreme senin olsun.


Bir bekleyişe kurulan saatin ilk nüshası, aydınlık zaman diliminde yankılandı kulaklarımda. İçimde konaklamayı seçen bir gülümseyiş,  yaklaşıyorum dediğim bir gün dönümü…