Lavantalar koydum. Avuçlarımla sakladım yaz günlerinde beni serinleten kokunu. Yeri bilinmiyor…
Yürüyordum ve sen hâlâ benden uzaklaştığını bilmediğimi sanıyordun. Oysa o gece, tek yastığa koyduğumuz yüreğinden çok, sesindi. Sayıkladığın isim, içinden alacakaranlığa düşen kelimelerle, uyandım uykudan. Düş, boyanmıştı sesinle.
Şimdi, yalnızlığın çizgilerini harflendiriyorum.
Yürüyorum. Sen de arkana bakma.
Baharın en sevmediğim yanı nedir biliyor musunuz? Kendi çıldırtan sarhoşluğu yetmezmiş gibi ürkek çiçekler nasılsa öyle düşer hüzün, geçmiş sokakların süpürülmüş yalnızlığından yeryüzüne. Kalbin açık bir aralığından dalıp giren temiz havanın, onca kirlenmiş paylaşımdan sonra kendine yer edinme çabası, yaprakların kırılgan bir yeşilliğin dallarına doğru kendini koy vermesi ve sanki aşkın hep onunla canlanması gerekiyormuş gibi boylu boyunca bir yerlerden karşımıza dikilişi, hep canımı sıkmıştır. Birbirine geçirgen yaşamların dilaltı sakinliği geçicidir oysa. Ruh, bedenler arası tekâmülde sebebi varlığından sıyrılıp kirli bir kana akmaya başlar. Her şeyden habersiz gözlerindeki ışıltıya kanan kapı ardındakinin, sırasını savma zamanı çoktan gelip yerleşmiştir. Güneş batar ve gökyüzü, kızıllığından arta kalan son demi de bırakıp gider en son çizgiden.
Beni kör eden –son-bahar değil; ilkbahar… Tanıdık resim karelerinin siyah beyaz fotoğraflarla sergilenişi ve sırt sırta veren beylik görüntülerin acımasızca bekleyişi, can yakar her bahar… Kelimelerden cümle tepecikleri yapan ve hiçliğin ucuzca pazarlandığı bir hayat sofrasında, unutkanlığa yer yok! Yakalanmış düşler bir gece yarısı boşluğuna takılınca, içimdeki engelleri kaldırıp yelkenlerini okyanusun farklı sularına indirdiğinde anlarsın belki içinden gittikçe uzaklaşan akıntının varlığını.
Lavantalar serpiştirdim etrafa… Baktığımda bana onu anımsatacak tek bir yorgunluk asılı kalmayacaktı duvarlarına…
Gizli denizler…
Bir dönem su altında beklemesi uygun görülmüş ama vaktinden önce su yüzeyine çıkmış kokular…
Nereden olduğu bilinmiyor…
Pencerenin kenarına oturmuş dışarıyı seyrediyordum ve sen hâlâ aynı ciddilikte anlatırken izlediğin son filmin seni kızdıran yerini, bilmiyordun aklımın bavullarını çoktan toparladığımı…
Şaşkınlığın hayalperest çoraplarını üzerimden çıkarmama sebep olan yanlış bir zamanda burnumun üzerine düşen yağmurdu. Ne de çok kızmıştım.
Yalnızlık, dökülmüştü yüreğime telaffuzsuz bir tonlamayla. Olduğum yerdeyim. Sen de bu defa dürüst ol!
Bazen mevsim soğukluğu değildir; hırkayı üzerimize geçirmemize sebep olan. Kayıtlara geçmiş ölümün, birkaç gün de morgun ürkütücü çekmecelerinde saklanması gerekmeyebilir. Faili meçhullük bir durumun olmadığı zamanlarda çarpılır kapı suratınıza, ansızın. O andan sonra içinizdeki sessizlik, koca bir sese dönüşür. Bahar kapıya gelmiş olsa da, kışın tüm suçlarını taşır koynunda bir süre. Fark etmezsiniz bile. Huylunun huyundan vazgeçmediği, yayın okuna sadık olduğu durumlarda yıkılır kale. Vakitsiz dalgadan hesap sorsanız neye yarar, dalgaya dikine atlayan umursamadıktan sonra onun gelişini…
Bahar, iliklerini açar hüznümün… Sedası ince bir saç telinde dümdüz iner içime.
Harmandalı, ağlar klarnetin kuytu deliklerinde.
Bahar, iliklerini açar hüznümün… Sedası ince bir saç telinde dümdüz iner içime.
Harmandalı, ağlar klarnetin kuytu deliklerinde.
Yol çizgilerinin ardı ardına değişkenliğini koruduğu, gülümsemelerden türeyen anlamların rotada kendine yer edindiği yaşam kavgasında son bulur rolüm.. Elinde kalan kırışıklığın tadını mahkûm bırakmalı bazen insan. İnce dudakların tenine karıştığı zaman uyuyor olacağım… Gökyüzü, her zamanki bahçesinde, aynı arkadaşlarıyla misafir edecek günü ve geceyi. Baktıkça hatırlanacak şekillerin oyununa hapsoldu kavgam.
Yavaşlıyorum…
Ruhumu sardığım k(aşk)ol sökülürken bedenden…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder