PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

22 Haziran 2011 Çarşamba

Hava Raporu

Yinelendikçe çoğalan su bazlı bir gece tarifesinde konaklıyor İstanbul. Oysa kaldırım kenarlarına resmedilmiş geçirgenliğin de bir sonu var.

Taktı mı takıyor uykusuzluk kendisini yorgun kirpiklere. Hastane yolunun cama vuran hızlı damlalarıyla arşınlanmış koca bir günün sonrasında, göz ucuna değen sayısız satır karmaşıklığının son deminde güçlükle mırıldanıyor içimdeki sessizlik. Sabahleyin, arabanın içinde seyir yolculuğundayken hoplaya zıplaya yapılan kalem çizgileri azalmış, göz altı çukurlarıma bulaşmış ve kendini oraya istemsizce hapsetmiş. Gece tarifesi olmayan benlikler ipuçlarında boğularak öldürülmüş. Yıpranma payı unutulmuş. “Ne gelir elden”li cümleler uzun soluklu konuşmaların orta yerinde zengin bir kalkış yapmış, sıradanlığın öfkesi duvarlara boşaltılmış ve her ne olduysa olsunla başlanmış sonuç cümlesine.

Halı üzerinde, parmak uçlarına değen ılık duşun seyiren bakışları altında yürümeye çalışmak, insanın canını sıkıyor bazen. Kuru bir şeyler kısa süre içerisinde kimliksiz kalıyor.

İstanbul yatak örtülerini değiştiriyor ve masmavi bir dalga yerini çamurlu gözlere teslim ediyor. Adı her neyse diye fotoğraflanmış bir kaç kutunun en ücra köşesine bırakılmış ayakkabı bağcıkları. Turuncu ve mor dengesizliği gözlerimi kamaştırıyor. İki elim birbirine kenetlendi. Metal saplantılarım uyandığında takılmak üzere birkaç saatliğine uykunun başucuna usulca bırakıldı. "Hadi artık" diyen düş, gürültülü kolunu duvara fırlatıp paramparça etti. Bir kaç parça morluğun kimseye zararı olmaz. Olsa olsa iki haftada kendini toparlar beden. Bazı morluklar çabuk geçer. Bazılarıysa böyle çirkin bir görüntü verip kendini elalemden gizlemeye çalışır. Oysa bilmezler öfkesinden değil kendisine kızdığından yaptığını.

Bu defa panjurlar inmiş. Belki de kapatılmış bir kutuda yalınayak kendinle konuşmak dışarıdaki boranı görmekten iyidir.

Hava raporu ne yazıkki doğrulanamadı.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -36-

"Geçmesi lâzım, geçecek. Başka ne olacak ki?"

Şarap kokulu bir gece daha. İstanbul ekseninde zaman karmaşası sürüyor. Şöyle, sus payı benim olmayan, okkalı bir hikâye yazmak da var ya serde, şimdilik atın ayakları uykuda dursun. Kim bilir belki de ben bile fark etmeden süzülür anlam kalp aralığından.

Ne kadar zaman oldu? Üzerinden kaç damla geçti? Hangi kapıdan geri dönüldü ve mesela kapı numarası kaçtı?

Yazarken bilinçle bilinçaltının dili sürçebiliyor. Kafa karışıklığı su yolunda gizlenmeye çalışan küçük ve sevimli damlacıkları ört bas etmeye yetebiliyor ve aşk, şişede durduğu gibi durmayabiliyor.
Mola bitti.

Evin ışıkları kapatılır, yan görüntülerin ayarı yapılır ve sohbetin en baba yerinde durup soru merdivenlerinin basamakları yavaşça çıkılır.

"Anlatmayacak mısın?
"Birazdan anlatırım, toparlayayım da..."

Bir kâğıt olsam acaba hangi renkte bir kalem tarafından dile getirilmeyi isterdim? Akıl eklemlerinin iklimlerle bozmuş beklentilerini üstünü kapatmadan anlatabilmeyi.

Kelepçeler bir tek boğazında değil insanın! Bazen sahnenin en gerisinden olanlara şahitmiş gibi görünseniz de aslında o kelepçenin tam da en önemli bağlantı noktasından tutulur kalırsınız. Kelepçenin anımsattıkları bellidir. Tutsaklık! Asıl önemli olan, o tutsaklığın içine girebilecek bir bedene sahip olup olmama noktasında ortaya çıkıyor sanırım... Bu, mağazaya gidip çok güzel bir elbise beğenip üzerinize uygun bedeninin olmadığını görünce kısa bir kararsızlık yaşayıp sonrasında üzerinize olmayanı almak gibi bir şey olabilir mi? Duyguların da bedeni var mıdır? Ne alaka mı? Bilmem. Dedim ya, bazen anlamın kırılma noktasının ve anlatmaya çalıştığınızın, nereye saklanmaya çalıştığının farkında olunması ve/veya olunmaması problematiğinde düğümlenir her şey.

Şişe sayısı beşi geçtiğinde bir yalnızlık kollar kadehi bir de sessizlik. Camların sürtünme aşkı, bir diğerini hızla ortadan kaldırmakla yok olur. Eşitlik alkol sınırında ortadan kalkar. Yerin ağırlığı yorgunluğun bacaklarını büker. Sonrası değiş tokuş yoluyla takas edilen iki sigara. Duman ne olduğunda insanı boğar? Dijital göstergeler kaçı vurduğunda uyku hazırlıkları yapılır ve bir uykunun kaç tane tuzağı vardır sayıklamalarla eşleştirilebilecek?

Bakın yine aynı şey oldu. Kitaplar dağıtılınca öteye beriye ve bir düşün kucağına bırakılınca gece, dilin ötesine berisine saklanmaya çalışılan anlam da uzak durmuyor anlatmaya çalışılmak istenenden.

Şimdi sus ve... 

19 Haziran 2011 Pazar

Ezgisi Ağır Bugünlerin

Sonra bir battaniye daha örtersin uykusuzluğuna. Gözlerinden düşen ne uykudur ne de gözyaşı. Tanımsız devinimlerin usul gürültülerinde, yalpalayarak yürür ayakların.

Küçük çocukların hevesli adımları var kelimelerimin hemen sağ tarafında. Eskiden çamurları karardım parmaklarımı nereye koyacağımı bilemediğim zamanlarda; şimdiyse kelimeleri... O zamanlar ortaya çıkan yaratının içinde saklı olan anlamı anlamadan su ve toprağı harmanlar, var gücümle birkaç şekil yapabilmek uğruna, günümü devirirdim. Avaz avaz kızılan oyunlarım. Çamurun içinde zıplamaktan ölesiye keyif aldığım, bacaklarıma bulaşan kahverengiliğin zamanla çatlaklaşan görüntüsüyle, ortalıkta fır döndüğüm zamanlarım. “Bir daha kızsalar bir daha yaparım” demek ne kadar da keyifliydi.
Kısa pantolonlu, bol pasaklı günlerdi anlayacağınız.

Sonraları, minik ve tatlı kloş elbiselerin hanımefendi görüntüsüne sakladım parmaklarımı. İki yanından tutunduğum eteğin parçaları arasında döndüm dünya içinde... Başımın ayaklarımla orantısal paylaşımında, edası gamzemde tutuklu gülümsemeler savurdum içime, hep içime bakan gözlere... Hem çamurla haylazlığı hem de kendimden büyük elbiselerin hanımefendiliğini güldürdüm küçüklüğümde. Bu çocuğun gözleri gülümsemekten hiç vazgeçmedi.

Dün gece, parçalanan defterimin bir köşesinde, yırtıp attığımı sandığım bir cümleyle karşılaştım. Şarkı sözlerinin anlık hafızaya düştüğü anların birinde yazmış olmalıydım. Ne kadar zorlasam da oraya o cümlenin ilk ne zaman düştüğünü hatırlayamadım. Geçerliliğini içimde koruyan o kadar az şey varken, bu cümlenin hâlâ içimde olması dingin bir huzur verdi. Belki yazardım o kelimeleri buraya ardı ardına, anlatırdım anımsayabilseydim yazıldığı tarihi. Yalnızca mevsimin belirginliği sabit. Yaz ve gökyüzündeki çember.

İçimde bir büyük heyecan. Parmaklarımdan da şaşkın kıpırtılarım... Geçmiş zaman görüntüsüyle düşse de çocukluğum günüme, bugünümden vazgeçemeyişimin tek nedeni hâlâ o. Ne zaman pabuçlarımın üzerine basarak yürüsem ancak o zaman üzerime giydiğim hüzünden sıyrılıyor adımlarım.

Akşam olur, İstanbul ıhlamur kokusuyla kaplanır...

Elinden içtiğim kahvenin tadını saklıyorum. Sakallarına düşen sızının, yüzümde bıraktığı çizgileri de. Haberin yokken uykunda seninle konuştuğum zamanları da. Sana dair her şeyi, zamanın birinde dokunmayı başardığın çocukluğumla birlikte tutuyorum. Seni çok özlüyorum...

Kepenkleri birazdan kapanacak dört duvarın. Sigaranın tekmil dumanı saracak balkonun her bir köşesini. Bir nefes daha çekerken bir nefes daha verecek gece.

Yastığımın altına sakladığın gülümsemeyi bulmaya gidiyorum... Biliyorum o hâlâ orada, bıraktığın yerde ve yine biliyorum, ezgisi ağır bugünlerin.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Başıboş Her Şey Sonunda

" Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar"
Turgut Uyar


Neyi söylesem bir sonrakinden farkı yoktu. Sarmal başa sarıyor, kabul edilemeyen sözler etrafta dönüyor ve içinden kısacık, seçilmiş bir anın tortusu bütün önceyi ortadan kaldırıyordu. Nereden başlasam sonunda o cümlenle karşılaşıyorum. Bütün gerçeği yerle bir ediyor. Daha bir anlaşılır olsun diye iri iri rakamlarla önüme koyduğun zaman aralığını görmezden geliyorum. Sonra o rakamlar günlere dönüşüyor, günler aylara. Tedirgin oluyorum, üstüne üstlük senin bilmediğin sabahlarda uyanıyorum. Uslanmıyorum.

Bizim hiç fotoğrafımız yoktu. Hep kaçamak saatlerin hayata başkaldırısını oynadığımız kısacık anların, gerçekliğe meydan okumaya çalışan görüntüleri vardı. Yani, benim ve senin en güzel şaşkınlıkları...

Kapı çalardı. Açardım. Dakikalarca sarılırdık. Konuşmaya fırsatımız olmazdı. Öpüşürdük. Dalgakıranları döven o fütursuz dalgalar gibi... İçeri girerdin. Bir yanımda kolların diğer yanımda sıcaklığın olurdu. Sen içimde neresi varsa oraya girerdin. Kısacıktı. Hepsi birkaç saatin içinde olup biterdi. Orada biterdi. Burada biterdi. Giderdin. Bir tek ben kalırdım deliler gibi kavuştuğumuz evin mutfağında, odasında, koridorunda. Bir tek ben kâğıt peçeteler arasına sıkıştırılmış ölümlülerin yasını tutardım. Hüznüm kargacık burgacık dökülürdü kâğıtlara. Ama mutluydum. Gitsen de unutkanlığa hiçbir zaman dönüşmeyeceğini bildiğim bu kısacık anların görüntülerini durmadan başa sararak gülümserdim. O an kelimelere dökülen hüznüm de son cümlenin bitişiyle yitip giderdi.

Bazen kahveyle gelirdin. (Kahveyi ne çok seversin.) Belki bilmezsin ama getirdiğin kahvelerin poşetlerini hâlâ saklıyorum. Atamadım. Bir anıya dönüşmesin diye yaptığım her ne varsa tek tek damgalandı bu dört duvar arasına. Görenler bana deli diyebilirdi. Kimse görmedi. Bilmedi. Bana bıraktıkların adım attığım her köşede, kendi yerlerinde duruyor.
Biliyor musun bir ara annem, getirdiğin bardakla bir şey içmeye yeltendi de elinden bi koşu kapıp aldım. Neye uğradığını şaşırdı kadıncağız. Senin verdiğini söyleyemedim.
Görsen, senin bilmediğin daha ne delilikler yaptım. Bütün bu sarhoşluklar hiç umurumda değil.

"Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden."

Kaçak yaşıyorduk. Bir zorunluluktu kuytu yerlerdeki kavuşmalarımız. Günlerden o günü ya da beklenmedik bir akşamı, -hani o siyah file çorabımın geceye takıldığı- çalıp, ben kaçmaya çalışırken kahkahalarla, sen bu halimden hoşnut, dokunurduk birbirimize karışmış içimize. O daracık yerde yaslardım başını göğsüme. Susardık. Yalnız ben değil bu ev sevinirdi. Usul usul gelip geçtiğimiz bu maceranın her buluşmada birbirini yeniden kuran şehirleriydik. 

O her şeyin serpilip büyüdüğü ekim akşamına döndü bütün özlemlerim. Kaç özlem biriktirdim sen yokken. Kaç belki'yi değiştirdim gelip karşıma dikileceğin o günler için... Çekip aldım sen yokken içimdeki her bir yalnızlığı, okuduğum kitapların sesli sözleriyle avuttum. Bağıra bağıra geçti cümleler dudaklarımdan. Senin yokluğunu sevmek istemedim. Onu tanımayacaktım. Eski zaman hikâyelerine kanmayacaktım. Sen yine kalkıp kalkıp gelecektin. Kapıyı yarım açıp tam kapatacaktım. Dışarısı için saklanacaktık ama içeride açılıp saçılacaktık. Serinleyecekti bu ev. Senin gibi "Ohh be!" diyecekti. Kahve kokacaktı. 

İlk aklına geleni söyledin. Orası, o ev bir daha olmaz dedin. Cumartesileri de işte böyle böyle yalnız bıraktın. Birdenbire kendi boşluğunun farkına varınca bana bıraktığın boşluğu görmezden geldin. Git gide uzaklaşınca, kesildikçe konuşmaların sıklığı, elde kalan sözlerinle yetinmeyi öğrenmekle geçti zaman. İnsan neyi kaybedeceğini anladığında giderdi ki?

"Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"

Artık kapıyı açmıyorum. Senin olduğun yerlerin kapılarını açıyorum. Hayat hep mi beklenmedik sahnelerin varlığıyla anımsatır tesadüflerin kaçınılmazlığını? Hangi eksikliği tamamlamak için oradaydık, kim bilir. Bende çok uzun zamandan beri yitirilmemiş bir öykün, hâlâ tam anlamıyla yazılamamış bir geçmişin kaldı. 

Bir şeye inanmıştım. Önce olanlardan, henüz ateşinde daha yeni yeni kavruluyorken bir tek ona inanarak, kalbimin en duru anında senin olmuştum. Bu yüzden yanılamıyorum ya! Kendime dönen ısrarcılığım, işte sadece bu yüzden. Senin yolunu ezberlememi istesen de ben yeniden yıkıntıların, tozun dumanın arasından sıyrılıp, o izlerin yoluna düşüyorum. Kurduğumuz şehirlere gidiyorum elimde küçük bavullarla. Sonra geri dönüyorum. "Dön diyorsun." Bekliyorum. Uzun süreler mi geçiyor yoksa bana mı uzun geliyor, yine elimde bavul gidiyorum. Sürekli gidip gidip geliyorum. Bir boşluğun düzeni de böyle böyle kuruluyormuş, anlıyorum. 

Bir yudum şarap alıyorum. Elimi koyacak yer yok. Ayağımdaki ağrıyı unutuyorum. Başımın ağrısı başlıyor bu defa. Kaçamıyoruz. Kolonlar var. Siyah. Başımdaki sıcaklık kanımı uyuşturuyor. Rahatlamak nasıl bir şeydi, bir an önce hatırlamalı. Denizi düşünüyorum. Minderler soğuk. Yaşamam lâzım. Susmamam... Durulmam... Provasını almadığım bir metnin içindeyim. Adının boşluğa düşmeden önceki kıvrımında sıkışıp kalıyorum. Kaçamıyorum. Nereye gitsek bütün bunlar bizimle gelecek. Bavulu bırakıyorum. Bavul yok. Hâlâ elimi koyacak bir yer bulamıyorum.

"Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor."

Kaçamak bakışların, tesadüfün yarattığı sıkıntılı sohbetlerin arasından sıyrılıp ayışığının uzaktan bizi izlediği, şarap kadehlerinin bizden önceki bitmişliğini anladığımı çaktırmadan yerime oturduğum o yere çıkıp geldiğinde, bir anlık aldığın huzursuz nefesin çok ötesinde bile o şehirleri kuruyordum. Bu defa ben yoktum. Kapıyı araladığımda gözlerime düşen bir an oradaydı. Bir değil, iki değil, tam üç defa önünde onu oyalayan şeyden sıyrılıp bana bakmıştı. Şehir ele geçirilmişti. Bize ait olmayan şehrin sokağında bir yabancıydım artık. Ben hep yabancıydım.
Duruma en aykırı cümleler geçiyordu aklımdan. Bir şaşkınlığın izlerini yok etmekle uğraşıyorken ve nereye doğru yürüdüğümü tam olarak anlayamamışken "Çabuk ol!" dedim kendime, vaktin yok. Bir an önce yok et o izleri. Kimse anlamasın. Şüphelenmesin." (Tıpkı bir zamanlar her gelişinde getirdiğin kahve poşetlerini anlamadıkları gibi... ) "Bildiklerini unut. Sen bilmezsen kimse hiçbir şey anlamayacak."


Sildim, yok ettim hepsini o gece. Müziğin ritmine katılıp giden bir sohbetin kucağında açtım gözlerimi. Yaşıyordum. Denizin mavi rengi, başımdaki sıcaklık, soğuk minder, her şey yerli yerindeydi. Kimin gözü o gece kimin gerçeğindeydi bilmek istemedim.


"Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak"

Sonra saatler geçti. Üzerinde oturduğumuz koltuklardan güç aldık. Senin kolların iki yana açılmış, benimse kalbim saçılmıştı. Mayhoş şaraplardan ne beklediğimizi, neyi arayıp bulmaya çalıştığımızı bilmeden bir yangının içinde gülümsüyorduk. Aramızdaki camdan duvar parçalansa mutsuzluğa dair ne varsa kırılacaktı. Her şeyi, adanmış bütün sözleri tüm çıplaklığıyla hatırlıyordum. Rüyalarımı işgâl edip aklıma her düşüşünde olduğu gibi bugün, burada "yasaklanmış birgünden" nasibimi alıyordum. Tıkanmıştı gecenin boğazı. Evimiz artık çok uzaktı.

Durup dururken nasıl olmuştu da karşıma çıkmıştın. Oysa alışverişler bitmişti. Kapatmıştın eski püskü cumartesi defterini ama gün yine bir cumartesiydi ve akşamdı. Gün dönmüştü. Öğle saatlerinin bekleyişinden yoksundu zaman. Yeni yeni içkiler istedim. Sakinliğimizde iyiydik. Gözlerine bakmaktan bir geçiversem, ruhumda ve bedenimde tüneyen ürpertiden bir sıyrılabilsem senden uzak kalacaktım. Yanıldığım yerden dönmeliydim. Sırtımı döndüm. 

Birden cam aralandı. An rüzgârsız yerden içeriye sokuldu. Elinde bir şeyler tutuyordu, göğsüne yakın. Göğsüm sızladı. Şehir büyüsün, duvarlar yükselsin, yeni ayın kucağına erişeyim istedim. En uzak denizlerin kıyısında yalınayak kaçacak, sığınacak yerler aradım.  Sen vicdanının beni de içine kattığın haritasında korkarken ben, o "ana" yenilmedim. Geceyi kapattım.

"Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı"


Nasıl olurdu kim bilir yeniden senin olduğun caddelerde yürümek? Doğum günü çocuğunun pastasının üzerindeki mumları söndürürken yaşadığı o mutluluğu yaşamak. ..Nasıl olurdu toprağı döverek çıkan çiçekler gibi aydınlık bir baharda açmak bütün kıyıda köşede kalmış defterlerin sayfalarını. Bu dengesiz savaşın tam ortasında kaldık. 

Bir kadını, bir erkeği, yaşanmış ayları; yorgun gecelerin sabahında bir telaşla yatakta terk edilen uykuları şimdi kime sorsan "Anlayabilir misiniz?" diye, hiçbirisi tek cümle dahi edemeyecek. Anlatılamaz zaten. Daha biz bile bilmiyorken soranlara ne denir ki? Zamanı geldiğinde, yine beklenmedik bir tesadüfün sorgusunda duyuluverir. Bu çaresizliğin ortak bir anlatısı olmalı. Birkez daha provasını almadığım bir metnin içinde bir yerlerde sıkışıp kalmak istemiyorum. Bir selamın da adı olmayacaksa "küçük su perisini" neden var ettin ki?  Böylesi bir yalnızlığı doyuracaksak eksik kalsın!

Belki her şey daha en başından birleşmemişti. Parmak uçları hiç olmamıştı. Gülüşünü özlediğin bu kadının sözleri, sesi, yoktu. İstiyorsan iste! Sen de biliyorsun, başıboş her şey sonunda.

Şimdi gidip geliyorum bütün bu unuttuğumuz saatlerin, ezberlediğim öpüşlerin, bin bir geceye dönüşen duyguların sarkacında. Tembellik ediyorum, biliyorum. Bunlar en güzel sözlerim. Kendi kurduğum şehirlerim. Umurumda değil başka hiçbir şey. Bir zamanlar tükenmez sandığım verilmiş sözlerin tükenişini görmezden geliyorum. Bu boş oda birazdan ışıklar sönünce karanlığa karışacak. Perdeler kapanacak. İstekli ellerin insanca yaşamanın ayıbını örtecek. Bedeninde bıraktığım sıcaklığı benden ayıracak. Vakit yok. İstiyorsan iste. 

Bu gidişle ben... O kurduğumuz şehirler gibi... Sövmesini beceremeyen acemi çocukların kaskatı dudakları arasında... Yepyeni bir kırılganlığın, camdan bir duvarın arkasında yaşadığımız tesadüfün sonrasında... İyice biliyorum ki artık uyusam da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Sen de biliyorsun, başıboş her şey sonunda.












Not: Sağ köşedeki dizeler Turgut Uyar’ın Geyikli Gece adlı şiirinden alıntılanmıştır.








Kapılar ve Sesler


“Bazen kapının ardında sizi neyin beklediğini iyi bilirsiniz; yine de kapıya vurma ihtiyacını duyarsınız; çünkü ne olacağı, aslında çok da size bağlı değildir. Beklediğiniz kadar beklemediklerinizle de karşılaşabilirsiniz. Kapının ardındaki ses, hiç beklemediğiniz bir şeyi size sunabilir. Bazen de hiç beklemediğiniz anda, o kapının ardından biri sesleniverir size –ki bunun tadı-  bir başkadır…”

Rüzgârlı bir salı… 10 Mayıs… Akşam suları…
Konukluğumun başladığı zaman dilimi…
Sana sıkıştığım an…

Kelimelerin utangaçlığını ilk ne zaman terk etti parmaklarım hatırlamıyorum ancak; düş sularında gezdiğim bir dilime denk geldiğini biliyorum… Parantez içlerine hapsettiğim duygularımı açma vakti gelmişti.. Hangi aralığa karıştırıp hiç kimseye belli etmeden, nasıl yapacağımı çözemiyordum ama bir yolu mutlaka olmalıydı.
Karanlıkta bulmaya çalışırken bir şeyleri, tanımlanamaz olmuştu duygularım. İstasyona düşen sessiz bir gölgeydi önce; sonrasında da adımlarımı ve an’a ad olan kadınlığımı, hiç bırakmadı, adıma dört yıl öncesinde kazınan bir kelime...
Bir günün sancısı yine yerleşti içime durup dururken. Tam hecelerin sayısını unutmaya başlamışken, ansızın yine vurguna takıldım oltanın ucunda. Yedi ömrün şehrinde, öyle bir iki hece var ki; kendi ömrüme bedel.
Masala akıyor ellerim, durdurmak istemiyorum. Perdeleri açılacak o kapının, başka da söz etmiyorum…
22:37:32…

Hummalı bir cumartesi… 14 Mayıs… Akşam geceye doğru yol alırken…
Kapıya vuruldu…
Açtım…
Gelen sendin…
Sarhoştu bu defa parmaklarım…
Gecemi dikizlemene, izin verdiğim an’dı…

Dilimin aksanını bozuyordun… Ne zaman ele avuca sığmayacak olsam, gelip yanı başıma kuruluveriyordun. İçimdeki heyecanı tuhaf bir şekilde sabote ediyor, beni kendimden çok uzaklara alıp götürüyordun. Bense öylece sana bakıyordum…
Beklentilere düşmeyeli, uzun zaman olmuştu. Aylar öncesinde iki kelime etmiştim; bir cümle de sen… Sonrasında kayıp ilanına gerek bile duymadık… Uzun ve sessiz bir uyku olmuştu bizimkisi. Habersiz, manasız, umursamaz…
“Kül olmak korkutmamalı” demiştin bir defasında…
Ki kim bilir hangi rüzgârdan savrulup da gelmiştin taa buralara…
Kül rengi bir geceydi…
Aşka kırılmıştım;  sense aşkı kırmıştın…
Hasırdan bir yüreğim vardı. İçindeyse, biriktirdiğim sayısız deniz kabuğu… Çoğu, nicedir unutmuştu denizin sesini düşürmeyi, dinleyen yanıma… Kırık dökük bir kolyeye, yaşam sığdıramayacak kadar yorgun ve dilsizdiler… Hani dalgalar da olmazsa; sessizlik iyice hüküm sürecekti, kıyıdan uzak şehrimde…
Mevsimler değişiyordu gece ilerledikçe..
Sen kar tanesiydin ve birazdan eriyecektin.

Üç adım attın ve durdun.
Sonra, arkanı döndün ve bir daha baktın…
Öykü(m) adımlarının hızına takılıp kalmıştı.
Öykü(m)de kalacağını söylemiştin; ama sen hiç durmadın…
Yastığımın altına debelenen bir günaydını bırakarak..Gittin…
01:35:28…
Kimseciklerin bulamayacağı bir Salı… 17 Mayıs… Zaman, bir yerinden vuruyor geceyi…
Saklanıyordum…
Yatağımın yanındaki bakışlara takılmıştı gözlerim…
Yüzüne (b)aktım usulca…
Oradaydın…

Bütün bir hüznü sakladığımı biliyordun… Bunun için kaç yolculuk yapmıştı yüreğin, kim bilir. Hangi rollere bürünmüş, hangi replikleri ezberlemiştin.. Bir çözüm bulunmalıydı sızan hüzünlerime karşılık… Farkına varmadan kaçıyorlardı… Ortalığı toparlamaktan bitap düşmüştü yüreğim. Ben de vazgeçmiştim artık; her yan, her yanım, darmadağınıktı. Üstelik içimde bana bağıracak bir annem bile yoktu “ Hadi artık toparla etrafı”  diye… Yalnızlığın olduğu odaya; yalnızlıktan başkası giremiyordu. Hiç kimsenin, senin belirlediğin ziyaret saati haricinde girmesini istemediğin, kuytu bir odan vardı… Görmeme izin verecek miydin diye düşünürken ben, sen yine gitmekten lafı açmıştın.
Kimsesizliğine denk düşüyordu çığlıklarım. Geri sayımı çoktan başlatmıştın…
Gitme zamanın yaklaştıkça, içimden dökülürsün sanmıştım; ama olmadı…Çünkü ben, senin diğer yarındım. Senin aklına senden başkasının gelmediği bir aralıkta, düşüvermiştim o yanına.

Bir yerde, gizli bir ölümün seslendiricisiydin. Yaşamın dudaklarını yakalamayı bırakalı, çok olmuştu. Yalnızca hareketsiz dudaklarının morarmış yalnızlığında, dile geliyordun…
Sonrası acıtırdı söyleneceklerin, gittin…
00:54:32
Yalnızlıkta inilecek bir Cuma… 20 Mayıs… İçimden geçenleri gelen geceye aktaramadığım, tutuk bir saatteydim…
Yeni bir yazının başlangıcı gibiydi gelişin…
Gülümsedim…
Anlam hangi yoklukta unutulmuştu ve ben hangi yokluğa alıştırılıyordum…
Arapça ve Farsça sözcükler tırmalarken akşamı ve seni, ellerim kucağımda başladım seni izlemeye…

Geç kalınmış bir oyunun başıyla  sonu arasındaydım. Ben gelmeden önce, nelerin olup bittiğini elbetteki bilmiyordum. Oyunun başını görebilmek için geç kalmıştım. Göremediklerimin telafisi ise başka bir güne kalmıştı. Belki de bir daha sahnelenmeyecekti oyun. Buradan sonrasını anlamakla yetinmeliydim..
Işıklar neredeyse parlaklığını yitirmişti. Loş bir dünyada, adımlarının hesabını yapmadan yürüyordun. Senden başka hiç kimse yoktu sahnede. Ya da ben geç kaldığım için, oraya gelip gidenleri görememiştim.  
Çok sessizdin. O yüzden, izleyicilerden biri yerinden kımıldasa ya da ne bileyim en ufak bir ses çıkarsa, rahatlıkla duyabilirdin. Belki de o yüzden bakışlarında:
“Hey siz!! Neden geldiğinizi ve beni neden izlediğinizi aslında çok iyi biliyorum” diyen bir cümle vardı.
Bulunduğun yerden rahatlıkla olan biteni görebiliyordun. Ama seni bu denli meraklı gözlerle izleyenlerden, sana aşık olanlardan, hayranlıkla dalıp gidenlerden çok uzaktaydı aklın…
Geceyi ayarladın…
Yıldızlar teker teker dökülecekti birazdan…
Gözlerimi kapadım..
Uyandığımda sen, çoktan gitmiştin…
01:02:22…
Birbirinden ayrı zaman dilimlerinde çalınan kapıların ve kimi zaman duyulması zorlaşan seslerin yol ayrımında rastladık birbirimize… Esneme anımıza denk gelen cümleler ayağımıza dolandı kum gibi.. Noktalara koyduğun zaman beni, kendimden ayrıldım ve sana çözüldüm. Tek noktaya sarıp sarmalayarak gönderdiğin gecelerde de sözlerimi yitirdim.  Derin bir uykuya yatmadan hemen önce içine düştüğüm duyguların girdabında debelendim durdum…
Nerede terk edilmişliğe sızsa kelimeler, geçmişten bir sandık açılır kapımın hemen önünde...
Duvarlara şiddet uygulamak, duvar olmak... Bitmeyen şarkılar başucumuzda... Sanki birileri durmadan başa sarıyor... Uyanınca umudun yanı başında, yürekte salınan ince bir sızıya baş göz edilmiş, ayrılık nameleri…
Yol, türkülerin kavşağında sırra kadem basmışsa; dokunduğunda hücrelerin tenime, belki tanırsın beni…
Şehir, henüz kuşatmamışken bana ait "aşk" dolu dizeleri... Savunmasızlığında saf bir bilinmezliğin, ne olur kaygısı taşımadan, adımlarım sesine karışacak ve ben O şehirde, senin için bir resim yapacağım kelimelerden....

Küçük bir imlâ hatasıyım ben,
Sözcükler(in)den kaçırdım kendimi..
Devrik cümlelerin saltanatında, kendime bir yer buldum; kuytu ve yalnız.
Bazen senden kaçmak uğruna kıvrıldım; bazen de dimdik karşına dikildim…
Parçalara böldüm kelimeleri, par(ç)alandım…
Nasıl ve nerede ile senin uğruna uzun bir arkadaşlık yaptım.
Ama şimdi uzaklaşıyorum...
Devrikliğinden sıyrılabilmek, kurallı bir hale gelebilmek ve anlamın savaşmadığı,  belkisi olmayan bir öyküde uyanabilmek için....

Dedim ya, küçük bir imlâ hatasıyım ben
Sözcükler(in)den kaçırdım kendimi…

17 Haziran 2011 Cuma

Ben

Sol göğsünün üzerindeki "ben" de kalbine çok yakın. Belki de bu yüzden oynayıp duruyorsun. Çıkar üstünü başını hiçbir şey kalmasın üzerinde. Özgür yat. Önce "benini" sonra kendini uyut.

14 Haziran 2011 Salı

Gece Kuşunun Öyküsü

Hummalı gece kuşu gagasını ağacın sert kabuğuna vurur. Tık tık!
-         Gece kuşu da biraz sarhoş parmaklarıyla cevap verir.

O zamanlar, parmak uçlarının uyuşkan geçirgenliğinden çıkıyordur kelimeler... Geçenlerde iki çakırkeyif hece otlanıyordu merada. Zil ve zurna ikilisi bir düğünden çıkmışlardı. Gelin, damatın kucağında eşik atlamaca oynuyordu. Gece dikizliyor, ayı Tanrı’ya ispiyonluyordu. O kadardı. Geçirgenlik... Karbon kâğıdı hesapsızlığı.
-         Bu bileşimler dilimin aksanını bozuyordu.

Dilin aks-anı sola mı çekiyordu yoksa sağa mı?
-         Kafasına göre şerit değiştiriyordu işte.
 
  Sağ dikizde aracın arkasını görmeden kötürüm dalışlar yapma! Zira emniyet şeridi insanları kış uykusundan uyandı. Meşgûl tonu. Aradığım ruhun kıvrımlarına ulaşılamıyor.
-         Şimdi hangi yandan alsak da anlamın etrafını çevirsek?

Önce üzerine bir sos yap. S şeklindeki ucu sivri çubuğu anlamın ortasından geçir. Bir kaç saat önce yaktığın ateşin üzerinde duran çatallı ayaklara anlamı oturt ve yavaş yavaş çevir.
-         Sosun içine ne koymalıyım?

İçindeki baharatlardan acı anı kırpılmışı, gülümseme otu, hüzün biberi, huzur rendesi ve yumurta anlardan birini kırıp karıştır içine. Biraz çırp. Tadını daha çok seversin.
-         Zaten bir şeyi sevmeye gör, ondan gayrısının tadına varana kadar epey an geçiyor.

Geçmiş kaldırımlar üzerine bırakılmış sakıza basmamalısın. Gittiğin her yere itinayla gelir.
-         Sıcak su döktüm, gelemezler.

Geçmiş pişti. İkinci derece yanık kokuyor gece.
-         Bu tıp(!) bilgisinin kaynağı nerden?

Doktorasına doğarken başladığımız geçmişten.
-         Bir an olsun sekteye uğramayan cevapların da böyle bir "ilk" anı var m’ ola?

Market reyonlarının ulaşılamayan köşelerinde, gaz lambasının ıslak ve kokulu fitilinde, bilmem kaç devirli çamaşır makinesinin içinde haldır hıraş dönen tekerlemelerde bir ilk, bulantı. Sonra çıkarıyorsun zaten.
-         Geceme kibrit çakıyorsun. Birazdan alev alacak her yan.

O zaman uçuşan benzin damlacıklarını ortalıklarda bırakma. Ama kemik olmayınca çevirilen soslu anlamdan farkımız yok. Düz kaslarda alevden kabarcıklar. Kül olmak korkutmamalı -ki hangi rüzgârdan uçuşup da geldim.
Kül rengi.
-         Derdim kül değil; -ki hiç korkmadım. Anka kuşu oldum. Yeniden ve yeniden

Yeni-dem...yeni-dem..
-         Her dem yeni ben.

Uyuşmuş parmak uçların harf tıkırdatıyor. Akrostiş istemsiz bir bilgiçlik ki bu... a-d-ı-n. 


Hasırdan bir yürekte yazlık kulaçlar biriktiriyorsun. Kumlar, elinde kitabın; dalgalar da olmasa aslında sessizlik var. Ben mevsim değiştiriyorum birkaç saniyede. İlk kar tanesi eriyecek bu plajda.
-         Gece çağrışımlarıyla geldi. Mevsim değişimi bitmiyor ki hiç. Bitmesin de.

Mevsimle değişemedikçe...(peh, hassasiyetinin içine ekmek doğra) Kaşıkla..
...
Hummalı gece kuşu gider. Üç adım atar. Sonra arkasına döner, bir daha bakar. Sonra ne zaman bakacağına adımları karar vermez. Öyküde kalır.
-         Öykü de adımların hızına takılır kalır.

Hummalı gece kuşu öyküde kalır. Güzel insan-a- güzel bir gece.
-         Alkol değil, harflerinden kurduğun yapı başımı döndürdü.

Sen damar yolunu açmasan nasıl karışırdım... "Kelebek etkisi" 
Gittim. 
Yastığının altına debelenen bir günaydını bırakarak.

10 Haziran 2011 Cuma

Benim de Nedenlerim Var!


Bir pazar sabahı, önce kulaklarımı tıkadım sonra telefonumu kapattım ve eşiğinden nasıl adım attığımı hatırlamamak için evin üzerini örtüp, hızla dışarı fırladım.


Pazar sabahının kendine ait sesleri olurdu eskiden. Uyusam bile o ses uyandırırdı beni koca evin tek insanlık odasında. Alışmıştım. Bu yüzden diğer sevdiğim bütün alışkanlıklarım gibi yokluğu huzursuzluk veriyordu. İnsan kendi dünyasının girişini başka ellere teslim ettiğinde, bulunduğu yerin bir önemi kalmıyordu. Böyle bir anda saklanmış, her şeyden uzak durmuş, sahte bir umursamazlık maskesiyle yıllarca dolaşmış olmak da hiçbir işe yaramıyordu. Size ait ama artık sizinle bir ilgisi kalmamış duygular. Hiç kimseye benzemeyen...

Bazı akşamlar, yorgun argın geçtiğim koridorların karanlığını aydınlatmak için kullandığım ve onunla tek bağlantım haline dönüşen telefonumu, odada unuttuğum olurdu. Aklım onda kalırdı. O seste... Duvarlara dokunarak giderdim böyle zamanlarda. Dokunmak en güzel yol göstericiydi ne de olsa. Yatağa uzanan birkaç adımlık gösterimde kadifemsi dokuyu tutana kadar ilerlerdim. Önceden dokunup da parmak uçlarıma anlattığım hiçbir şeyi unutmuyordum. Böyle böyle, yüzüm de ellerim de alıştı karanlığa ve bir de unutamadıklarım.

Nihayet yatağımdayım. Yatağım hep bir imlâ hatası. Bir türlü düzelmeyen, düzenlenemeyen, kendi çocuksu nevresimlerinde gecenin loş saatlerini bekleyen, beden bilgisinden sınıfta ha kaldı ha kalacak, hatalarla dolu bir yazılı kâğıdı. Onlar sormuş ben cevaplamaya çalışmışım. Kâğıdın her yanına serpilmiş silgi parçalarından ne kadar uğraştığımı anlayabilmeniz zor değil. Hayır, onlar mürekkeple yazıyorlar; bense aça aça tükettiğim kurşunkalemin izlerini temizlemekle meşgulüm bu sınavda. İnsanın kendi izlerini, bir çokluktan devraldığı kalıntılarını ortadan kaldırmaya çalışması daha zor değil midir? Artıklar hiçbir zaman tam anlamıyla yok olmaz. Silgiyle aramdaki bu amansız uğraşımın boşuna olduğunu biliyorum. En azından deniyorum. Denedim. Yine de hatalardan devamlı bir sınıfta kalışın öyküsünü daima yaşıyorum. Tamam tamam, sizin de bildiğiniz gibi kötü bir öğrenciyim. Yine de yatağımın içindeki sesleri itinayla dinlemeye devam ediyorum.

Çoğu zaman yastığa kapaklanmış "de" ekinin çığlıklarını duyarım. "Benim de" diye başlar cümleye ama sonra, birdenbire devreye giren gözyaşları imha eder odanın karanlığına bırakılmış kelimeleri. Devam edemez. Sonu bir türlü gelmez "de" ekinin. Çünkü nereye bağlanacağını bilerek yola çıkılmış, kurgusu gerçeklikle meşru kılınmış o anlamın, yeri yoktur gelip de gidenlerin dünyasında. "De" ince ince erimeye başlar. Bir koltuk, eskilerden bir müzik, kalemin kâğıda doğru duran eğimi, tüketilen kahveler tanık olur orada olup bitenlere. Dokunmuştur o bir defa sana. Teninin ıslak çukurlarını görmüş, seni nereden tutacağını ilk günlerde iyice kavramış, anahtarın üzerindeki dişleri iyice ezberlemiş, tanımıştır. Kimi zaman "de" 'nin bu haykırışına bir kelime daha eşlik eder. Hepinizin de yakından tanıdığı, bir anlatımın (açıklamanın belki de daha doğru) ilk cümlelerini duymanıza yardımcı olacak ve sonuna mutlaka işaretler arasındaki en çıkmaz şekli kondurtacak o kelime. "Neden?"

Bundan sonra yaşanacaklardan kim sorumlu olacak bilemiyorum. Çünkü "de" eki öfkelenmiştir bir defa. Cümleden atılsa /da/ her şey yine yerli yerinde kalmayı başaracak kadar hatasızdır. Doğru bir yer edinmiştir kendisine. Durup dururken bu "Neden" de nereden çıktı öyle değil mi?
Bazılarınız bilmiyorsa ben söyleyeyim. "De" ekimiz bir köşeye çekilmiş, gizli gizli gururlanıyor da bu duruma. Ne de olsa, nereden çıktığını sorguladığımız "neden" de ona sıkı sıkıya bağlıdır. Hâlâ fark etmediniz mi?  
Sen de en az onun kadar başına buyruk değil misin? Ama yine de hatalısın. Üzülme! Hem dilbilgisinden hem de beden bilgisinden sınıfta kalan, kalacak çok dostun olacak bu hayatta. Hep beraber bir kulübün müdavimleri olmamanız için bir engel yok. Sırf bunun için bile sevinmelisin. Unutmadan, "da" ekinin de bu hikâyedeki rolü büyük. Çoğunuz onu anlamayabilirsiniz ama onun da söyleyeceklerinin olduğuna eminim. Bu defa yardımcı olmayacağım. Nasılsa o da kendisini en az "de" eki kadar iyi biliyor. Hem biraz köşeye çekilip olanları izlemek hiç de fena olmazdı öyle değil mi?

Sonunda bana da söz hakkı verildiği için mutluyum. Nasıl da gözden kaçacak kadar bir kenara itildiğimi bilemiyorum ama birçoğunuzun da bana meydan okumasını anlayabiliyorum. Çünkü siz hep o aitlik duygusunun kölesi oldunuz yaşamınız boyunca. Bağlı olduğunuz yerin bilinmesini, adresinizin açık açık belirtilmesini istediniz. Yataktaydınız, okuldaydınız, bir arkadaşınızla bardaydınız ya da uzandığınız koltukta kitabınızı okuyordunuz. Sizi bulunduğunuz yerlerde hiç rahatsız etmek istemedim. Ama siz o rahatsızlığı çoğu zaman kendi kendinize verdiniz. Nasıl mı? Anlatayım. 
Meselâ ben bağlanmanın ne kadar kötü olduğunu size ne kadar söylesem de fayda etmedi. İlla "yatakta" olsun istediniz birlikteliklerinizde. "Yatak da" olmalıydı. Çok uğraştım. Varolduğumdan beri kendimi ifade etmeye çalıştım. Yok saydınız. Beni hiç anlamadınız. Arada benim de duygularımın olduğunu fark edenleriniz olmadı değil. Onların yeri bende ayrı. İtinalı davrandılar bana karşı, elbette bunu inkâr edemem ve ben de elimden geldiğince yalarında oldum. Yine de hepinizi bir kefeye koyamadım. Oysa ben bağlanmak nedir bilmem. Bağlandım mı ben, ben olmam.
Umarım maruzatımı layıkıyla yerine getirebilmişimdir. Şimdi huzurlarınızdan ayrılıyorum. Benim derdim bağlanmaması gerekenlerledir. Bu böyle bilinsin!


Her defasında tekrar eden cümlelerin arasına gizlenmiş aynı kavgaydı. Sonbahardan kışa, bir sonraki bahara ve yaza kadar uzanan kararlar listesi hiç değişmiyordu. Biri gelir, hayatına girer, biraz eğlenirsin gider. Öteki gelir, hayatını ele geçirir, düşüncelerine hapsedersin gider. Bir diğeri gelir, seni çepeçevre kuşatır, hayatından çıkmasın "bu defa doğru olsun" diye düşlersin o da gider. Gitmek, sanki yeryüzünün çekimli hali gibidir ve çoğumuz için çekimden öte çekilmezdir. Oysa olumsuz değildir; nedense gelmek, hep daha olumlu bilinir.

Bütün bunları yazmak için benim de nedenlerim var. Ben de aynı yanılgıların peşinden koşuyorum. Pazar sabahlarını her geçen gün biraz daha çekilmez kılmak için elimden geleni yapıyorum. Bu yüzden çoğu zaman yastığa kapaklanmış “de” ekinin ve sonrasında hiç sektirmeden kendini belli eden “da” ekinin çığlıklarını duyarım yattığım yerden. Çünkü insan böyle baş edilmez düşüncelerin içinde boğuşurken neye saracağını şaşırıyor.

Yatağımı bir imlâ hatası olarak görüyorsam benim de avazım çıktığı kadar bağırmaya hakkım var. İşte böyle böyle, yüzüm de ellerim de alıştı karanlığa ve bir de unutamadıklarım.

Peki ya sesimi duyan var mı?

5 Haziran 2011 Pazar

Parantezler ve Hayat

Bir parantezle çok şey açılabilir hayata. Aslolan ne parantezler ne de sanal ortamın kişiliklerimize giydirdiği görünmeyen ancak anlaşılabilirliği gerçeklikle bütünleşince zor olmayan yanlar. Birileri bir şekilde buraya giriyor. Birileri bir şekilde kapımızı çalıyor. Ya evdeyizdir ya evde olup saklanıyoruzdur ya da aslında hiç orada var olmamışızdır. Var olduğu sanılan kapıysa çoğu zaman koca bir hiçten başka bir şey değildir. Hiçliği doğuran kelimeler belki de hayatımızın geri kalan bölümlerinden toplaya toplaya bir araya getirdiğimiz gerçeklerdir. İnsan bir defa gerçeklerle “gerçek” anlamda karşılaşmaya görsün, zaaflarını kenarda tutmak için öylesine güçlü mücadele veriyor ki aynı hataya bir defa bile yaklaşsa içindeki ses onu yerle bir etmek için yalnız bırakmıyor. Bundan sonra alınması gereken kararların netliği, yola devam sirenlerini duymak için yeterlidir.

Yaz geldi. Yine türlü umutların sokak başlarında oturup yüzünüze tatlı tatlı gülümsediği bir mevsimin hemen başlangıcındayız. Bulunduğunuz yerlerdeki kokuları bilmem ama haziran ayında İstanbul mis gibi hanım eli kokuyor. Erguvan kokuları usul usul terk ediyor şehri. Bahar çoğu zaman hafif esen rüzgârlı havasıyla, insanı çarpmaya meyilli ve birileri her defasında aynı çarpılmaya müsait olsa da yaz, kontrolü ele geçirmek için daima mayısın hemen ardında bekliyor. Cankurtaran bir sıcaklık anlayacağınız.
Sabahları ara sıra yolda giderken takıldığım şarkıların sözlerinde, onca anının kımıldadığını hissetsem de bazı şeylerden yavaş yavaş uzaklaşıyor olmanın mutluluğu, kalbimin derinliklerinde beni rahatlatıyor. 

Uzun bir zaman dilimini geride bırakıyorum. Şimdilik. Belleğimde hafızama kazınmış ve orada olmasından hiçbir zaman şikâyet etmeyeceğim anılarım duruyor. Hayatımın hiçbir evresinde unutmaya meyilli olmadım. Çünkü hep inandım ki unutmak diye bir şey yok aslında. Bu belki de hem ruh hem de kalp sağlığımız için yine onların uydurduğu koca bir yalan. Biliyorum, geçmiş zamanlarıma ait, sorulduğunda ya da ortak sohbetlerde konu edildiğinde anımsamakta güçlük çektiğim her türlü yaşanmışlığım, orada, beynimin bir odasında huzursuz edilmemek üzere inzivadalar. Söylesenize, şimdi neden durup dururken onların bu uyumlu hallerini bozup bu zamana kendilerini uyarlamalarına neden olayım ki?

İster inanalım ister inanmayalım, bu hayatın tılsımlı bir yanı var. Bazı şeyler nedensiz yok olmuyor. Bazı şeyler zamanı geldiğinde bizi terk edip gidiyor ve bazı şeyler, bir sonraki adımın nedeni olmak için bir önceki nedeni ortadan kaldırabiliyor. Gerçek anlamda yaşama tutunmanın sırrını arama kaygısı devam ettikçe ve yeni bir şeyleri inşa etmenin insanda bıraktığı heves sürdükçe, uzaklaşıp gittiğiniz yılların ardına gülümseyerek bakabilmek zor değil.

Parantezler açıldığında, içine girmesine izin verdiğimiz şeyleri alırız. Ucu bucağı yoktur isteklerimizin. Her ne kadar bazen, kendi aklımızı bilinçli veya bilinçsizce sınır dışı etme gayretinde bulunuyor olsak da açılan parantezin, uygun bir virgülle ayırdığı yeni yetme sevinçlerimizin peşi sıra yuvarlanırız. Noktalama işaretlerinin hayatla olan bu anlamlı benzerliği hiç de şaşılacak bir durum değil. Anlamı nereye koyarsak, orada şekillenir anlatılmak istenen.

Dışarıda gürül gürül bir hava var. Güzel, sevimli bir bohça hazırlayıp denize ve güneşe durmalı. Bu kış, hatırı sayılır derecede çok konakladık evlerimizde. Zaman, İstanbul’u yükselen sıcaklıkla ve geceleri esen ılık rüzgârla kolaçan etme zamanıdır. Uzaktaysanız, kendi şehrinizin yazını doldurun ruhunuza. Kim bilir belki de hayatınıza yepyeni parantezlerin açılacağı bir güne başlayacaksınızdır bugün. İçinizdeki kıpırtıları hiçe saymayın. Hazırlanın, mis kokular sürünün, kapıyı kapatıp çıkın evden. Yaz sonunda görüşmek üzere…