PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

30 Aralık 2010 Perşembe

Limon Kokusu

“Bir el silah sesi duyuldu. Sonrasını hatırlamıyorum.”

Uzun upuzun bakışları vardı. Bir an gözümü kaydırsam, o uçurumun toprağı kaygan zeminine ayaklarımı bir koysam biliyorum oraya, o karanlığa yeniden düşecektim. Hızla uzaklaşıp eski ve ahşap binanın kırık dökük tahtalarına sırtımı dayadım. Kim bilir kaç yıldır burada ve bu halde duruyordu. Belki onu bana anlatabilecek herhangi bir iz, bir tabela, bir yazı vardır diye etrafıma şöyle bir baktım. Kuru insan kalabalığının sesinden, muhtemelen anahtarlık veya ona benzer bir metal parçasıyla kazınmış birkaç isim ve anlamsız şekillerden başka hiçbir şey yoktu. İçimdeki izlere ne de çok benziyordu. Çatlamış duygularıma, eskimiş yürek yollarıma ve diğerlerine. Benim de beni anlatabilecek ‘Bir zamanlar işte buymuş’, denilebilecek herhangi bir iz yoktu bedenimde. Varsa yoksa yemyeşil bir örtünün hemen altında saklanan bakışlarım. Onlar çok şey anlatırlar değil mi? Kaçırsan da kaçmaya çalışsan da çok şeyi örtmeyi beceremezler… Şimdi bu dikdörtgen masanın üzerinde durup onları ilk ne zaman çaldırdığımı düşünüyorum. Bazı şeylerin telafisi yok!

Birkaç dakika daha… Yürümek ve bir gün öncesinde kararlaştırılan yemeğe gidebilmem için yalnızca birkaç nefes ve sakinleşme dakikası daha. Sonra çekip gideceğim ve yine o tanıdık seremoniye kendimi bırakacağım. Unutmak istemediğimi daha önce söylemiştim.

Bazen yalnız ve sadece kendinle yürümek lazım! İç seslerin kontrolü ve içte yankılanan yüzlerce sesi duyabilmek adına, adımların usul usul tedirginlikten uzak atılması, insanı rahatlatıyor. Farkında olmadan, geçip gidilen yollar üzerinde, kendi yolunuza çıktığınızda, dökülen gözyaşının bir başınalığı karşısında irkilebilirsiniz. Çünkü o, tüm habersizliğiyle yanaklarınıza düşmüş ve ıslaklığı sayesinde diğer herkesten çok ‘ben buradayım’ diyebilmiştir. Belki de onun kadar kimse dürüst, doğal ve yakın olmamıştır size. Hatta çoğu zaman, bu yakınlıktan nefret bile etmiş olabilirsiniz. Oysa birkaç küçük damlanın da size ait bir parça, bütünüyle siz olduğunu unutursunuz..
‘Bir daha ağlamayacağım’ nidaları da neyin nesi? Göz pınarları kuruyunca yaşamın bir perdesi eksilir.. Notaların yan yana oluşturduğu mükemmel karışım sekteye uğrar ve sonra, ruhun karışık sesleri arasındaki koca bir duygu, karambole yok olur.

Yemek kokuları. Üzerimde sabahtan kalma parfümün birazdan kaybolacağını, etkisinin kalmayacağını tenime anlatır gibi bedenime yayılıyor.

Bazı kokuların varlığı silinmiyor. Ne kadar çabalasanız da tıpkı bir zamk gibi üzerinize yapışıp kalıyor. Saplantı derecesinde hatırlıyoruz.

Burası da ahşap! Tamam, niye dakikalarla sınırlı tutuyorsun bazı şeyleri? Bilinçli bir seçim mi yoksa bu? Ya da bilincin içindeki bilinç mi? Her bir boşluğumuzu dolduran ve bir türlü bitip tükenmek bilmeyen anımsatıcılar dolu her yanımız. Çelişkilerimiz ve gerçeklerimiz arasındaki kavganın, yaralı kurbanlarıyız biziz! Yok oluş derimizin altında ve her an yeni bir tuzak için hazır!!

Yan yana ve karşılıklı konulmuş onlarca masanın arasından geçerek seni bulmaya çalışıyorum. Kalabalığın arasından bulup bir an önce çıkarmalıyım seni.. Gözlerimdeki yorgunluk artık baş edilebilecek gibi değil. Gözlerini kapatsan bile yine de seni bulabilir miyim, diye düşünüyorum. Çok sevdiğim şairlerden birinin son dizeleri geliyor aklıma hemen..

...
Yokluğun cehennemin öbür adıdır.
Üşüyorum kapama gözlerini.”
A.Arif

Şair üşüyordu. Ölüm, iki dize arasında pusu kurmuştu. Ölümün yankısını bilerek koymuştu belki de oraya, kim bilir…
Yanına geldiğimde gözlerin kapalıydı. Gülümsedim. Ellerinle ovuşturuyordun bir önceki gecenin yorgunluğunu. Oysa bacaklarına biriken asidi kovuşturmak için çabalıyor olmalıydın. Ne de olsa gece boyunca dans etmiş ve bir an bile durmamış olmalıydın! İnsan bir şeyi ne kadar çok severse, o kadar vazgeçilmez olmuyor muydu hem?

- Geciktin.
- Öyle mi? Farkında değilim.
- Olmalıydın.
- …

Bazen koca sessizlikler keskin bir kelimenin hemen ardından gelebiliyor. Gereklilik kipinin lüzumsuz(!) çığırtkanlıklarını duymaktan her ne kadar haz etmesem de katlanılabilir kılan bir sesin vurgusu sayesinde bu, hazza dönüşebiliyor.

Çok sakindin. İçindeki bu sessiz limanın konukluğuna her şeyden çok ihtiyacım vardı. Ellerinle elimi tuttuğun, avuçlarımdaki sıcağa kendi sıcaklığını kattığın o ilk günü anımsıyor muydun acaba? Limon kokusu yayılmıştı dudaklarının kenarlarına ve nane. Koklayarak öpmüştün avuç içlerimi. Kokumu sevmiştin, tıpkı diğerleri gibi… Ama sen durgunluğunla gelmiştin. Ilık bir su gibiydin...

- Gidiyor muyuz?
- Evet.
- Hadi o halde.
- Yemek?
- Bir şeyler hazırlarız evde. Ya da dışarıdan söyleriz.
- Olur.

Şarap aldık. Kırmızı. Yol boyu sessizliğini dinledim. Hiç bitmesin istedim.
Gecenin uzun misafirliğinde yaşanan her bir anı, burada sonlandırıyorum... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder