Bize ne sûretle olsun seslenmiş bir dostu unutmayız, unutamayız bize yakışmaz. O, yürekte ona ayrılan ve ait olduğu yerde, ilk konulduğu gibi sıcacık durur. Yüreği ısıtır. Göz ucuyla da olsa ne hâtırasına ilişilip incitilir ne de ulu orta sarhoş, sıradan ve gündelik meselelerde meze yapılır o basitlik sofrasına. O, konulduğu yerde tertemiz muhafaza edilir, öylece kalır. Bu yüzden, dostu unutmayız, unutamayız. Dilersen sen bundan böyle beni Salih adıyla çağır. Böylece sürekli ben demekten kurtulmuş olurum sana hikâyemi anlatırken. Hem belki sen de seni “sonbaharın kızı” olarak çağırmama bir şey demezsin.
Salih’in dost dediği insanlar birer ikişer çekildi hayattan. Kimi toprağa girdi kimi damlarda çürüdü. Kimi ülkesinden uzaklara gitti ve çok sevdiği, hasretiyle yandığı halde dönemedi. Kimi hayattan düştü, acılarını anılarını yudumlayan bir berduş oldu. Salihse aklını yitirmemek, hayattan düşmemek, ayakları üzerinde zor da olsa durabilmek için anılarının sıcaklığına tutundu. Bir daha aynı yıkıntıyı yaşamamak için bir şeylere alışmaya direndi. Alışmaya çalışmadı, alışamadı. Çay ve maltepe sigarası haricinde hiçbir şeye. Sözsüzdü, uykusuzdu. Yağmur ve soğuktan etkilenmedi. Yakalarını kaldırdığı ceketiyle, içine giydiği gömleğiyle, öylece yürüdü ıssız caddelerin tam ortasından. Garip ama Salih’e bütün olumsuzluklara rağmen, yıllar dokunamadı. O içten yaşlandı.
İlk defa biri, içten ve duygu yüklü bir ifâdeyle hâlimi sordu. Yüreği dâhil her şeyini yağmaya açmış, neredeyse tükenmeye yüz tutmuş, etrafına baktığında yıllardır sessizce saldığı sayhaları duymuş birinin içten sözleriydi bunlar. İşte bir kez daha utandı. Hâlbuki sayfalar dolusu yazmıştı. Önce, etrafındakilerin sırtına yüklediği günlük telaşın meşgalelerinden sonra da iki gün evveline kadar ısrarla ve heyecanla yürekten yazmak istediği, bunu için hazırlıklı olduğu halde eli varıp da gönderemedi. Bu yüzden utandı kendinden. Hâlbuki söz vermişti. İçten tek satıra karşılık o sayfalar dolusu yazacaktı. Hem de hiçbir endişe duymadan. Verdiği her sözü gücü yettiğince, boyunu aşmadıkça mutlaka yerine getirmeye çalışan birine de hiç yakışmamıştı bu. Utandırıldı. Utanması gerekiyordu ki utandı.
Caddeleri salak sarsak arşınlayan, yüreğine bakacak, baktığında insan olduğunu anlayacak dost bir yüz, müşfik bir bakış aradı durdu bu adam. Birileri yalnızlığını gidermeye çalışırken o, yalnızlığın kendisini aradı durdu. Buldu, arkadaş oldu. Herkesin kendine bir saçak altı bulabildiği şehirde o yıllarca korunaksız kaldı...
Yüreğinde taşıdığı insana dâir o engin sevgisine rağmen etrafı hep ıssız bir çöl gibi oldu. Bu yüzdendi Salih’in hep yalnız oluşu. Salih henüz içindeki fırtınaları, melteme çevirebilme yetisini kazanamadığı için safça hep anlaşılmamaktan şikâyet etti durdu. Sonra bunu da aştı, olgunlaştı. Ne kadar yanarsa yansın içi artık anlaşılmayı beklemedi. Çünkü bir şeyi keşfetmişti. Anlamak, anlaşılamamaktan daha ağır bir yüktü. Acılı ama güzel bir yüktü. Bu yüzden oturduğu çay bahçelerinde masasında sâdece tek sandalye dolu oldu. Aradığı bir dosttu. Bir sevgili, bir arkadaş, bir anne değil. Sadece yürekten sohbet edebileceği, beyni de yüreği de dopdolu bir dost. Kim olduğu da önemli değildi. Onunla, yüzüne bakmadan saatlerce konuşabilirdi. Yaşadığı fırtınaları belki anlatmayacaktı ona, belki de hep onu dinleyecekti. Bu da güzel bir şeydi. Bir dostu dinlemek ve anlamaya çalışmak.
Salih’in elma yarısı dediği dost olacaktı o. Yâni onun diğer yarısı. Belki tek kelime bile edilmeden çok şey konuşulacaktı yürekten.
Salih yıllarca boşuna aradı durdu onu. Herkes kendi âlemindeydi. Bu yüzden Salih’in bir dost için koltuğunun altında taşıdığı kitaplar, ders notları, kâğıt ve kalemi, bakışlarıyla taradığı şehrin caddelerinde, meydanlarında, kafelerinde, parklarında, metalik sesler ve masum olmayan görüntüler arasında gürültüye gitti. Umudu kestiği için kendi yüreğine çekildi. Ürkerek yıllarca müsvedde kâğıtlara yazdığı notlarına döndü. Kendi geçmişine sığındı, yaşadıklarına. Hâlâ ölmemiş güzel duygularına ve soğumamış yüreğinin sıcaklığına… O güvendiği, sevdiği insanların elbirliği edip yok edemedikleri insan tarafına.
Bir gün yine korkarak, kaldıramayacağı bir darbe yemekten kaçınarak cılız bir sesle seslendi. Uzun süre duyulmadı sesi. Sonra bir ses geldi sesine, dünyalar onun oldu. Mektuplara hayatı kadar değer verirdi. Bugün bir mektup yazabilmek büyük fedakârlık isterdi. Bir dostun kendi el yazısıyla göndereceği şey ondan bir parçaydı her zaman. O mektuba yürek konurdu ve mektupla ikiyüzlülük asla yapılamazdı. Birinin sözlerindeki samimiyeti yüzüne baktığında belki anlayabilirdi insan, çoğu zaman da anlayamazdı. İnsanların büyük bir çoğunluğu, kaliteli ve görevini tam yerine getiren maskeler takardı. Ama mektup öyle değildi. Garip ama daha ilk satırda, sahibinin ne demek istediğini anlardı insan. Mektup işte buydu!
Bir iki içten söz onu hayata bağlardı. Şu keşmekeşlik, kaos içinde, kimsenin kimselere el uzatmadığı, gözlerin insana dair bütün güzelliklere kapatıldığı umursamaz bir dünyada yaşıyordu. Sağından solundan, nice dünyalar akıp gittiği halde! İşte bu yüzdendi iki satırlık, içten ve dostça karalanmış bir mektup aldığında, gününün güzel geçmesi, neşelenmesi, yüzünün bütün gün gülmesi, gecesinin huzurlu olması. Kurgulanmamış şeyleri seviyorum. Bu yüzden irticalen, içimden geldiği gibi yazmalıyım.
Ben geç kalmıştım ya hayata, şimdi soluk aldığımı hissediyorum. Şu yazdıklarım bile bana büyük cesaret ve istek veriyor yazma konusunda ve buna neden de siz oluyorsunuz. Bu bana yapılabilecek olan en büyük iyilik ve bana göre, benim için bir hayat belirtisi. Kaybettiğim açığı hızla kapatmam lazım. Bu yüzden yıllardır birikmiş, yığınla müsveddeye ciddi olarak el attım. İlk defa bu kadar şevk ve istek duyuyorum yazdıklarımı toparlamak adına. Kayda geçmek, düzeltmek zor oluyor. Daha yolun başındayım ama olsun. Belki de bu, uzun durağanlıktan sonra acemice de olsa benim zahmetli ve uzun yolculuğumu başlatacak olan adımdır.
Tavsiye ettiğin kitapları biri hariç okumuştum, onu da okuyacağım. Bu arada birkaç yıl evvel okuduğum, bana çok değişik bir bakış açısı kazandıran Yalçın Küçük’ün yazdığı Şebeke(network) adlı kitabı güzeldi. Fikret Başkaya’nın (Paradigmanın İflası) tarzını gördüm onda. İkisi de, oldukça etkilemişti beni.
Mektubu okuduğunda boş da olsa bir mektup gönder. En azından okuduğunu bileyim. Boşluğumu tamir için sen benim gibi yapma lütfen!. Eğer benim yaptığım gibi cevapta gecikirsen, hastalığımı sana da bulaştırdığımı düşünüp iki kere üzüleceğim. Hoşça kal.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder