Hikâyelere girip çıkmak, sonra yeniden bir hikaye yazmak için yollara koyulmak, sonra tamamlanmamış hikâyelerin gün gelip yeniden kendini hatırlatması ve daha birçok şey...
Bitmeyen seslerin arasında, gürültüyle irkilerek kalktığım sabahların hemen ertesinde, uykuda beni yakalayan sesin nereden ve ne şekilde hayatıma gireceğini daima merak ederim. Uykunun meraklısını severim. Hoş sohbet bir kovalamaca başlar. Olmayacak şeyler, gerçekleşmesi beklenen hayaller, akıldan çıkmayan sesler dolanır durur ortalıkta. Bir an gelir bilinmeyenin öyküsüyle bir adam tanınırlılığının arasından sıyrılarak geliverir. Adamlar daima olsun isteriz. Uykuyu itekleriz o kapalı dünyada başbaşa kalmak için. Ta başından bellidir aslına bakarsanız. Tetiği, parmaklarının hemen ucunda durmaktadır gelişiyle başlayan hikâyenin... Kapıyı açarsınız. O öykünün sesini dinlemek ve kendi sessizliğinizi ona anlatmak istersiniz. Oysa o bitmeyen bir sestir yalnızca. Gürültüyle gelen.
Hiç kimse yeni bir şey söylemiyor ve artık geçiştirilmiş günlerimizi de geçiştirerek geçiyor ömrümüz. Bir yanılma payı arzusu belli belirsiz işliyor zihinlerimizi içten içe. Sahipsiz kahramanları peydahlayan hayat, aynı cesaretle karşı koyamıyor kahramanlarını bekleyen hikâyelere. Uzadıkça uzuyor yalnızlık. Akıp giden bir şeyler, aynı suskunlukla devralıyor eksilenleri. Sessizlik ve tamamlanmamışlık en çok birbirine yakışıyor. Üstelik hayallerimiz bile çıldırmış durumda. Kimse bir diğerinin hayalinde yer alabilme ihtimalinin gerçekleşebilme olasılığından konuşmuyor. Tek başına hayaller kimi zaman insanı yoruyor. Bir sonra güne, aya hatta yıla taşındıkça bir zamanların güleç ve samimi yüzleri silinmeye başlıyor. Zihnin karanlık koridorlarında aydınlık bir sabahı bulup çıkartmak zorlaşıyor.
Sizin hiç kapınız çalındı mı? Şimdilerde ben kendi içimde oturmuş odamı izliyorum. Bir kadının koskoca bir yalnızlığı nelerle doldurduğunu, aldığı keyifleri, dinlediği müzikleri, sesine karışan sesleri... Ne dersiniz, duvara asılı olan tüfek olabilme ihtimalimi de düşünelim mi?
Yani ben kendi hikâyemin içindeyim. Buradan nasıl çıkarım artık pek fazla düşünmek istemiyorum. Tarçın kokuları arasında sarıldığım hayallerimi, mırıldandığım şiirleri, her defasında sağ köşeyi dönerken ayağımı çarptığım tartı aletinin çizdiği tenimi seviyorum. Ölü bedenler arasında yitirilmiş, sarsıntıya uğramış her türlü duygunun, güneşe karşı duran belki de kaçan bir diğer yarımdan yeniden etkileneceğini ve kendini var edeceğini düşünüp kaldığım yerden hikâyelerimi okumaya devam ediyor ve günü gelinceye kadar da burada kalacağımı iyi biliyorum.
Hikâyelerimiz...
Gerçekten hangi hikâye, diğerlerinden farklı olabilecek kadar kendini duvardan aşağıya bırakıp kendi izini yaşamlarımıza sunabilir ki?
Bu da mı hikâye?
Not: Bu yazının büyük çoğunluğunu sevgili Murat Gülsoy'un blogunda yazmış olduğu "Duvara Asılı Tüfek Patlar" adlı yazıya yaptığım yorum oluşturmaktadır. Birkaç eklemeyle genişletmeye çalıştım. Kendisine teşekkür ediyorum bana yepyeni düşünceleri açtığı için. O yazıyı okumak isteyenler aşağıdaki linkten ulaşabilirler.
http://602gece.blogspot.com/2010/09/duvara-asl-tufek-patlar.html
bazen tek bir kelime bile ne çok yol aldırıyor değil mi bizlere, ne şanslıdır gören göz, okuyan akıl, büyüten yürek... hele de üçünü birden sahip olabilmek ne şans!
YanıtlaSil