Kıskandıracak melodilerin misafir olduğu bir balıkçı kasabasında ağaçları, giderek kuytu köşelerine çekilen kuşları ve gökyüzünü izliyorum. Her şey kendiliğinden bir düzen içerisinde yerli yerine geçiyor. Güneş, akşama kavuşmak için dağların neredeyse en kurak köşesinden koşarak aşağıya indi. Fotoğraf makineleriyle o anı yakalamak isteyenler, yeterince erken davranamadıkları için mutsuzdular. Turuncu rengin can çekişini gördüm. Sonra o gitti. Yerini ince bir çizgiye bıraktı. Bir köşede bekleyen bulutlar vakit kaybetmeden yerlerini aldı. İşte tam o anda bulutların arasında bir kadın bedeninin üst kısmını gördüğüme yemin edebilirim. Omuzları, göğüsleri olan bir kadın bedeni… Başını göremiyordum. Hemen sol tarafındaysa, sol tarafında hiçbir şey yok.
Bir de yüzünü denize doğru çevirmiş, sırtı o kadına dönük bir adam vardı. Her nasılsa ben bunları size anlatırken o da birdenbire yok oldu.
Bakın yine aynı şey oluyor. Ayaklarının ucundan küçük bir kız çocuğunu daha yeni bırakmış bir ejderha görüyorum. Halat atan bir kaz, arkasında iki üç atlı ve bir kaplumbağadan oluşan koca bir kervan, bulutlarla birlikte yola koyulmuş. Bulut kervanı, kervan bulutu… Hepsi kısa bir süreliğine görünüp kayboluyorlar. Neredeyse iki göz çırpışı kadar kısa bir zamanda oradan geçiyorlar. Sonrasındaysa, rengini giderek koyu bir karanlığa teslim eden bulutlardan başka bir şey görünmüyor.
Bulutlar gitti. Oyun bitti.
Aslı ile ne zaman bir araya gelsek ahşap boş kulübenin çatısına uzanır, gökyüzünü izlerdik. Yağmurlu günlerdeyse plaj şemsiyesini çatıdaki tahta direklere bağlar, toprak kokusu, gök gürültüsü, simsiyah bir gökyüzünün altında saatlerce bıkmadan yukarıya bakardık. Aslı’ya okuduğum kitaplardan küçük öyküler anlatır o da bu öykülerin arasından en beğendiğini yeniden, kendi bildiği gibi bana anlatırdı.
Çocukken neredeyse her şekli bambaşka bir şeye benzetirdim. En keyiflisi de bulutlarla olan bu müthiş oyundu. Bir defasında büyük bir savaş çıkartmıştım. O kadar çok silahlı kadın, erkek görüyordum ki gökyüzünde küçük bulut parçalarından mermiler uçuşuyordu her yanda. Sonra hepsi iç içe geçiyor, savaş meydanı yerini birdenbire derin bir sessizliğe bırakıyordu. Bulutların da bir zamanı vardı.
Aslı’yla hayallerimizde kurduğumuz bulut hikâyeleri, bir gün aramızda çıkan kavga yüzünden son buldu. Her şey kurşun asker yüzünden oldu. Ben orada görkemli bir aşk sahnesini görürken ve kendimden geçmişçesine soluk almadan anlatıyorken: “Çiğdem baksana görüyor musun bahçenin giriş kapısında duran kurşun askerleri? Bak bak bahçeye giriyorlar yavaşça, süzülerek.” Aslıcım saçmalama. Kurşun askerler süzülmez. Onlar canlı bile değil.” “Hayır, süzülebilirler. Onlar asker, sessizce giriyorlar. Yani süzülüyorlar.” Kuş mu bunlar? Kuşlar süzülür. Uçak süzülür.
Ne dediysem Aslı’ya bir türlü anlatamadım. Ağlamaya başladı. “ Sen artık benimle oynamak istemiyorsun. Her dediğime olmaz diyorsun.” Kalktı gitti. Bir daha da gelmedi.
Çocukluk arkadaşımı kurşun askerler yüzünden kaybetmiştim. Bir daha benimle hiç konuşmadı. O günden sonra bir söz verdim. Artık bulut hikâyeleri olmayacaktı. Aslı olmadığına göre hikâye de yoktu. Yazacaktım. Kendi hikâyelerimi yazıp başkalarının okuması için gittiğim kasabalarda, şehirlerde ve belki de ülkelerde hiç tanımadığım evlerin kapısından içeriye atacaktım. Tanrı misafiri hikâyelere kapılarını açacaktı ev sahipleri. Okuyacaklardı. Aralarında ne bir kavga olacaktı ne de en ufak bir sürtüşme. Anlamaya çalışacaklardı hikâyelerin içinde olup bitenleri. Bilinmezliğe yolculuğum böyle başladı. Belki de hayattan kaçmaya başladığım o bitmek tükenmek bilmeyen yolculuk desem daha doğru olacak.
Koca bir yaz tatilini geçirmek için buradayım. Islık çalıyorum. Yüksek dağlar, büyülü bir rüzgârla birlikte bana karşılık veriyor. Bavulumda ilk defa bu kadar az kıyafet birkaç ay okuyabilecek kadar kitap var. Her şeyin bir zamanı vardır cümlesinden irkiliyorum. O zaman yapmak istemediklerimi bugünümde yapmak isteyişim, sırf o bahsi geçen zaman yüzünden mi yani? Ya da o an yaptıklarımın gerçekleşmeme sebebi. Biliyorum, hiçbir zaman onunla mutlu bir ikili olamayacağız. Hatta bugün burada bile sinsice gelip yerleşti içime.
Doğrusunu söylemek gerekirse her şeyden kaçmak için geldim. Jelâtin kâğıtlara sarılmış sandviçlerden, metrodan alelacele işe yetişme telaşı içerisinde aldığım meyve sularından, uykusuz gecelerin sonrasındaki uyanma telaşından.Burası bana iyi gelecek.Kendi sözcüklerimin, kime gideceğini asla öğrenemeyeceğim sözlerin içinden süzülüp uçmak istiyorum.
Kaldığım butik otelin bahçesinde birbirinden farklı renklerde hasır sandalyeler var. Her akşam bu sandalyelerde oturup dağları seyrediyorum. Kiminin beyaz şapkası, kiminin bal rengi gözleri, siyahlı grili tulumları var. Sağlamlar. Öyle bir ihtişamla kurulmuşlar ki yerlerine, kıskanıyorum. Orada durup öylece olanı biteni gözetliyorlar sanki. Birkaç maceracı ruhun ayak bastığı bazı dönemler de olmasa onlar da yalnızlığın ne demek olduğunu öğrenecekler. Belki de çoktan öğrenmişlerdir. Her şeyi kendim yaşıyor gibi anlatmayı ne de çok severim. Aslı’yı da bu yüzden kaybetmedim mi?
“ Kahveniz nasıl olsun?”
– Orta şekerli lütfen.
– Orta şekerli lütfen.
Orhan. Henüz on dört yaşında. Annesini geçen yıl hasat mevsiminde kaybetmiş. İki tane kız kardeşi var. Onlar okula gidiyormuş ama Orhan, evin geçimine yardımcı olmak için okul sevdasından vazgeçmek zorunda kalmış. Sen neden gitmiyorsun, diye sorduğumda:“Ben okursam kız kardeşlerim evi beklemek zorunda kalırlar abla, okuyamazlar. Hem eve bakıyorum hem de babama yardım ediyorum” diye cevap vermişti. Bilmiş bilmiş konuşmaya başlamıştım ki Orhan lafı ağzıma tıkadı. “Allah büyük, ben de bir gün yeniden okurum.” Bir iki şey geveledim ağzımda o da işe yaradı mı bilmiyorum. “ Öyle işte abla” deyip diğer masalara servis yapmak için uzaklaştı.
Hikâyelerimin nasıl olacağına karar vermiştim. Çok uzun olmayacaktı. Öyle sayfalarca bir şeyler yazmayacaktım. Okuyanı hep bir merakta bırakacak, sonu tamamlanmamış belki yaşanmış belki de yaşanabilme ihtimali olan hikâyelerden oluşacaktı. Böylece bilinmezliğe giden yolculuğumda, onlar da bir bilinmezliği anlatacaktı. Kimse sonunu bilmeyecekti. O hep mutlu olmayı ve sonsuza dek sürmesini istediğimiz aşklar gibi.
Otelde tam emin değilim ama sanırım otuz kişi kalıyordu.Bahçenin en uç köşesinde kendime oldukça korunaklı bir yer bulmuştum. En serin ve en rüzgârlı yerde hep ben oturuyordum. Akşam yemeğini bir an önce yiyip kimse oraya oturmadan koşar adımlarla yerimi alıyordum. Orhan ve diğer çalışanlar kahve keyfimi öğrenmişlerdi. Daha ben oturur oturmaz “Orta şekerli Türk kahvesi değil mi?” diyerek hafif tebessümlerle isteğimi yerine getiriyorlardı. Başımı hafifçe eğerek ve gülümseyerek onay veriyordum. Her şey olabildiğince düzenli ve sakindi.
İlk hikâyemi dördüncü günde yazmaya başladım. Geldiğimden beri dikkatimi çeken genç bir kız vardı. Elinde sürekli bir telefon, bahçenin etrafında dolanıp duruyordu. Hani desem ki bir iş kadını ve tatilde bile iş yerinden sürekli onu arıyorlar. Ama olamazdı. Henüz çalışabilecek bir yaşta olduğunu sanmıyordum. Bazen gülüyor bazen de sinirli sinirli bir şeyler anlatıyordu. İtiraf etmeliyim ki çoğu zaman sinirlerimi bozuyordu. Tanışıp onu daha yakından tanımayı istedim. Sonra vazgeçtim. Hikâyelerime ortak olacak sesler istemiyordum. Kendi seslerimi yazabilmeliydim.
Rüzgâr her zamanki gibi ağaçların ve hasır sandalyelerin bacaklarına sarılmış küçük otların arasından kendini hissettirmeye başlamıştı. Not defterimin sayfalarını düzeltme çabaları içerisinde yazmaya koyuldum.
Oda Numarası “BİLİNMİYOR”
Kimsesizliğin yeni bir mevsimi daha başlamıştı. Adanın yalınayakla dolaşılacak zamanı çoktan geçip gitmişti. Yazlıkçılar apar topar gelen yağmurlarla birlikte yerini ada sakinlerine devretmiş, ortalıkta cirit atan kediler kuytu köşelere çekilmiş, varsa yoksa vapurdan inen birkaç meraklı insanın adım seslerine karışan bir yalnızlıkta, her şey her yıl olduğu gibi devam ediyordu.
Genelde düzen buralarda aynıdır. Yaz mevsiminin başına doğru elinde bavullarıyla ada müdavimi olan insanlar, bütün bir yılın yorgunluğunu ellerinde taşıyormuşçasına buraya gelir. Bir curcuna, gürültü ki sormayın. Olağan durumlara ne kadar alışkın olsa da insan, kurulu düzenini alt üst eden anlık kıpırdamalar olduğunda, şöyle bir sızlanmaya başlıyordu. Annemgillerin etrafından Kâmil Amcalar, onun erkek kardeşi Asım abi, ailenin vazgeçilmez dedikodu kraliçesi Suzan Teyze ve onun Allah biliyor ya bir türlü sevemediğim oğlu Mert. Her yıl mayıs ayının son haftasına doğru saatlerce bitmeyen bir ev yerleştirme, kapıyı pencereyi açıp ortalığı havalandırma merasimiyle gelip kurularlardı karşı konağa. Suzan Teyze hiç kimseye bir dakika bile soluk aldırmazdı. Onu şuraya koyacaksın, terlikleri vestiyerin altına, kap kacak bir önceki yıldaki yerleşiminden asla ve kati surette farklı bir yere konmayacak… Onlar için keyif, benim içinse zehir zemberek üç dört ayın başlangıcı olurdu yaz.
Uzun süre izlerdim onun bu anlamsız telaşını. Pencerenin önüne yerleştirdiğim, benden başka kimsenin oturmasına izin vermediğim yeşil kadife etajer koltuk üzerinde, Suzan Teyze’nin ve ailenin geri kalanının sinek vızıltısı şeklindeki sesleri arasında kâh gülerek kâh sinirlenerek üç ay sürecek bu katlanması zor durumu düşünür dururdum. Zaten artık cevap da veriyordum. Bütün geçmiş yılların hıncını alırcasına, yırtınırcasına, ağzıma geleni söylüyordum. Neyse ki bu defa ağzını ayıra ayıra: “Nesrinnn kızz gel çabuk buraya” diye bağırmamıştı. Annem öleli iki yıl oluyordu. O günden bugüne Suzan Teyze’nin bana söz geçirmesi daha da zorlaşmıştı.
Yaz, göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitmişti. Sonbahar kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Kış erken gelecekti, belliydi. Bu yıl da kurtulmuştum Suzan Teyze’den. Ama baş belası oğulları, gözlerine bakmaktan bile nefret ettiğim, kendini bi bok sanan Mert, canıma kastı olan Mert gitmemişti. Okullar ekim başında açılacakmış da burada kalıp biraz soluklanmak istiyormuş da bilmem neymiş de… Elime fırsat geçse vurur öldürürdüm o çocuğu, hiç sevmiyordum. Küçüklüğümden beri sevimsiz şakaları ve alaycı sözleriyle içimdeki yerini öfkeyle sağlamlaştırmıştı. Üniversiteyi kazandığını söylediği gün, daha da büyümüştü öfkem. Aylarca “Aptalsın, sen hiçbir işe yaramayan geri zekâlının, anca kitap okumasını bilen zavallının tekisin” diyerek, kan kusturmuştu bana. O kazandı diye üniversiteden de nefret ediyordum.
Liseyi geçen yıl bitirmiştim. Üniversite sınavlarına hiç çalışmadım. Kitap okumayı severdim de söz konusu ders çalışmaya geldiğinde o kitapları okumak benim için tam bir eziyet haline gelirdi. Annem çok istemişti doktor olmamı. Küçükken annemin madalyon şeklindeki kolyesini boynuma asar, yuvarlak demir parçasını eve gelen misafirlerin orasına burasına dokundurup doktorculuk oynarmışım. Nefese ‘nefeç’ dediğim zamanlar… “Nefeç al anne, nefeç al Kadriye Teyze, nefeç alın, verin.” Konu komşuyu kendinden geçirirmişim. Neredeyse bayıltana kadar aynı kelimeleri döne döne, usanmadan, sıkılmadan söylermişim.
Annem keyifli keyifli anlatırdı. Ben anlattıklarından biliyorum. Yoksa hafızamda böyle bir şeyin yeri yok. Hatta doktorlardan da hiç haz etmiyorum. Bir defasında bisikletten düşmüştüm. Kanayan yerlere doktor abinin bastığı tentürdiyot yüzünden basmıştım yaygarayı. Zor zapt etmişlerdi, dün gibi anımsarım acısını. Belki de o günden kalma bir duygu bu. Sevmiyorum.
Üniversiteyi kazanamadım. Sonrasında da okumak için hiç gayretim olmadı. Babam sessiz bir adamdı. Annemin ölümünden sonra neredeyse belli başlı şeyler dışında hiç konuşmadı. Hâlâ da öyle. Getir götür cümlelerinden başka bir diyalog olmaz bizim evde. Sabahları erkenden işe gider. Akşam yedi gibi gelip yemeğini yer, sonra da adadaki çay bahçesine kurulup gece yarısına kadar arkadaşlarıyla okey oynar. O yüzden rahatımdır. Karışmaz pek bana. Neredeydin, kimlerle birlikte geziyordun gibi soruları bilmem. Ama arkadaşlarımın ailelerinden aşinayımdır.
Adada yaptığım tek şey dik yokuşun ardındaki denize nazır tepeye tırmanıp arkadaşlarla birlikte otların arasında kitap okuma günleridir. Bu alışkanlığını elbet kendi başıma kazanmadım. Nesrin’in fikriydi. Nesrin arkadaşlarım arasında Edebiyat Fakültesi’nde okuyan tek kız arkadaşımdı. Onu severdim.
Tepeye giden yol boylu boyunca ağaçlarla kaplıydı. Her mevsim farklı kokardı. Ama ben en çok ilkbaharı severdim. Erguvanlar, ilerleyen zamanlarda açan ıhlamur ağaçları o yolun ruhunu değiştiriyor gibi gelirdi. Yol üzerinde hangi zamandan kaldığını tam olarak anımsayamadığım, belki de varlığını yeni yeni keşfettiğim bir telefon kulübesi vardı. Çok sık olmasa da birilerinin orada telefonla konuştuğunu görürdüm. Dışarıda bir yerde, kapalı bir dikdörtgenin içindeki bu durum beni fazlasıyla ürkütüyordu. Birkaç defa Nesrin’le buluşmaya giderken telefonun çaldığını duyar gibi olmuş ama durmadan yürümüştüm. Olanları anlatmış olmam hiç işime yaramamıştı. Kızlar için yaşadığım bu durum çoktan ince bir alay, sıkıldığımızda açılan eğlenceli bir konu haline gelmişti. Hatta yüzünü görmeye tahammül edemediğim Mert bile benimle dalga geçmeye başlamıştı. Bu yüzden okuma günlerine gitmediğim oldu. Sonraki zamanlarda da o telefon, ben ne zaman oradan geçsem çalmaya devam etti.
Yine bir gün evde oturuyorken babam, olmaması gereken saatlerde evdeydi. Olmaması gereken diyorum çünkü çay bahçesinin, okey masasının, gece yarılarını geçen sohbetlerin özlenilen, beklenilen Yaşar Abisiydi o. Her zamanki etajer koltuğuma yayılmış, insan seslerinden giderek arınan adayı dinliyordum. Merak edip aşağıya indim. Babam ne kadar fotoğraf varsa yere saçmış, deliler gibi bir şey arıyordu. Bir süre sessizce merdivenlerin başından izledim. Sonra aradığı her neyse bulup hızlıca dışarı çıktı. O gittikten sonra ben de durmadım. Kızlar yoktu. Tek başıma tepeye doğru yola koyuldum. Telefon kulübesine yaklaştıkça adımlarım yavaşlamaya, çıkan çıt sesinden korkmaya, yine de derin derin nefesler alarak yürümeye devam ettim.
“Telefon çalıyor. Her gün geçtiğim sokağın hemen başındaki ankesörlü telefon, anlayamadığım bir sebepten dolayı ve nedense hep ben geçerken çalmaya başlıyor. Belki de ben öyle düşünmek istiyorum. Durmuyorum. İçimde büyüyen korkuyu ehlileştirmeye çalışıyorum. Boşuna. Neden hep aynı saatte bir telefon, üstelik ankesörlü bir telefon, tam da o sokağın başından geçerken çalmaya başlar ki? Kimsem var mı? Yok. Arayacak ve derdini anlatacak birini mi bekliyorum? Hayır. O halde siz kimsiniz?
Rüzgâr her zamanki gibi ağaçların ve hasır sandalyelerin bacaklarına sarılmış küçük otların arasından kendini hissettirmeye başlamıştı. Not defterimin sayfalarını düzeltme çabaları içerisinde yazdığım sayfaları toparlayıp masadan kalktım.
Otelin koridorları sessizdi. Yavaşça merdivenleri çıktım. Kâğıtları katlayıp önüme çıkan ilk odanın kapısının altından sessizce içeri bıraktım.
İlk hikâyem bitmişti. Sonunu kimse bilmeyecekti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder