PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

22 Şubat 2011 Salı

Toz Zerrecikleri

Küçük oyuklarda gizlenir benim oyuncaklarım. Karanlık suların hiç ışık değmeyen derin yolculuklarında. Masalsı bir geçmişe adanır her biri, yeniden eskiye doğru kaçınılmaz geçişte. Kimini bir, kimini iki üç defa konuk eder odamın gökyüzüne yakın yerleri. Siz bilmezsiniz, onların en iyi arkadaşı toz zerrecikleridir. Unuttuğum zaman dilimlerinde üzerlerini kendi kalkanlarıyla kapatır ve onları korurlar, yıllarca çıkarmadığım yerlerinde.

Büyüdükçe gözlerime ışıltı saçan yakınlıklarını daha az arar oldu ellerim... Anılarımın örümcek ağı karmaşıklığındaki görüntüsünde yok olup gittiler. Elbette bilerek olmadı. Ya onların yerini acı da olsa başka bir şeyler aldı; ya da zamanla eriyen bir maddeden yapılmışlardı.

Bir defasında, sanırım akraba ziyaretlerimizin birindeydi, yüksek kahkaha sesleri arasında oyuncaklarıma dair bir çocukluk hatıram ballandırıla ballandırıla anlatılmıştı ulu orta.

" Siz hiç en sevdiğiniz bebeği balkondan aşağıya, sırf yerçekimiyle inatlaştığınız için savurup attınız mı? Ya da zaman hesabını, küçücük aklınızla tutmaya çalıştınız mı?
Bir - iki - üç - dört - beş -al... demeye kalmadan konuşan, şarkı söyleyen bir bebeği apartman boşluğunda ölüme terk ettiniz mi?”

İşte benim o hatıram da, tam da bu soruların merakı uğruna, şimdilerde komik, eğlenceli akraba sohbetleri arasına sıkıştırılan bir gülümsemeye dönüştü. Dört yaşımın hatırlamadığım bir anına denk gelen bu davranışlarımın nedenini hiç kimse bilmiyor elbette. En fazla 'çocuk işte, ne anlasın' cümlesine sıkıştırılan bir anlama sahip işte... Oysa ben o günlerin gerginliğini hâlâ taşıyorum içimde, kimse anlamak istemese de...

Evet, ilk kahkaha annemden geldi, malûm olay deşifre edilince...

- Sen ne beter bir çocuktun kızım ya... Hızına kimse yetişemezdi. Kaşla göz arasında halleder çıkardın her şeyi. Bir saniye yalnız bırakmaya gelmezdin...

Tanıdık cümle buluşmaları da peşi sıra gelirdi kahkahanın hemen ardından. Neden bilmem ama belki de küçükken kazandığım bir alışkanlıkla, annemin bir cümleden diğerine hangi ses tonuyla, ne şekilde geçeceğini tahmin eder oldum ilerleyen zamanlarda... İzlediği yol hep aynıydı. İnsan hiç mi merak etmez başka yolların olası çıkışlarını? Sonra sırayla diğer aile üyeleri de bu heyecanı yüksek anılarıma ortak olur, ne kadar kirli çocukluk çamaşırım varsa ortaya sererlerdi... Gülümsemekten ve 'vay bee, ben neymişim', demekten başka çarem olmadan dinlerdim ben de. Sadece anlatılanlara yakın, görüntülerdense oldukça uzaktım... Kaç defa tavana dikip gözlerimi zorla hatırlamaya çalıştığımı bilirim... Bu konuda imkânsız bir geçmişe sahibim. Çünkü orada gördüğüm yalnızca koca bir 'boşluk' olurdu.

Geçen gün tesadüfen olmasa da; yılların huzursuzluğuyla, oyuncaklarıma diktim gözlerimi. Parçalanmaktan koruduğum, ona yakın oyuncağım kalmıştı. *Beyaz tavşanım, Volki, uyuklayan kedim, peribacalarının havasından kaçırdığım tahta kadınım, on iki eylül sabahı Kırşehir caddelerinde yürürken bir apartman köşesinde bulduğum mavi filim, yedinci yaş günümde verilen gelin bebek ve benim yaşlarımdaki birçok çocuğun evinde olacağını düşündüğüm sevimli, bir o kadar da pörsümüş yumoşum... ( Noel babayla, pikatçuyu saymıyorum...)

İşte geçmişime ait topu topu bu kadar görüntü kalmış. Toz zerreciklerinin korumasında ve hâlâ orada, benimle olduklarını hatırlama olasılığında. İnsanın bu kısırlıkta, yeniden dört yaşına dönüp bugünümde nedeni anlaşılamayan o gerginliğe kucak açası geliyor.

Dedim ya, küçük oyuklarda gizlenir benim oyuncaklarım. Karanlık suların hiç ışık değmeyen derin yolculuklarında.

Eğer günün birinde, sizin de benim gibi gökyüzüne yakın bir yeriniz varsa ve orada elinize toz zerrecikleri bulaşırsa, sakın şaşırmayın. Oyuncak bahanesiyle geçmiş, aslında çocukluğunuz, size yaklaşmak istiyor olabilir. Belki de yeni bir nefes. Belli mi olur?






'Derinsu'ya...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder