PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

30 Kasım 2010 Salı

Oysa Bir Zamanlar Vardın "Mektup Öyküleri" - 7 -

İşten ayrılmanız, bana yazamamanız, baharın gelişi, üzerinize çöken bıkkınlık, yorgunluk, bezginlik hayatın sonu değil! En güzel sözü zaten kendine söylemişsin.“Bu da geçecek...” Bana da söz bırakmamışsın ki ne yazayım şimdi ben sana. En iyisi biraz düşünmek.

Şimdi, bu kızın derdi var, sebebi ne olursa olsun ben gerçek bir dost isem düpedüz yazmalıyım, kıvırmak yok. Öyle şeyler söylemelisin ki yanında hissetmeli dost omzunu. Bu da yürekten konuşmakla olur. Bu arada dilerse biraz da ağlasın, bu kötü bir şey değil ki. Hadi yokla yüreğini, karıştır biraz. Muhakkak sadece dostlara ayrılmış bir şeyler vardır. (bunlar benim iç konuşmalarım, sen duymadın...)

Sıkıldığımda bıyıklarımı yolarım ben. Sanırım hanımlar da saçlarıyla oynar. Bunun onları rahatlattığını duyarım hep! Şaka kaldıracak hâlin var mı şu anda bilmiyorum ama, yazacağım yine de. Meselâ diyorum, saçlarını turuncuya boyatsan... Neyse, soğuk nevale gibi bir şeydi söylendi geçti, üzerinde durma. Sahi, doğum günün ne zaman bilmiyorum. Gel bugün doğum günün olsun, ben de kutlamış olayım yürekten. Bugün hiç yolun düşmeyeceği halde, Karanfil Sokağa git. Kendine bir hediye al, baharları güzeldir Ankara’nın. Meselâ, azıcık bahar! İstanbul’da nisan lâle ayıdır, sonuna doğru erguvanlar açar, meselâ, üzerindeki hüzün elbisen, bugün erguvan renginde olsun.

Seni İstanbul’a getirecek Sivas trenini göndereli epey oldu. Soruyorum her gün Haydarpaşa Gar’ına, Ankara’da takılıp kaldı galiba.

Hoşça kal hüzün...




27 Kasım 2010 Cumartesi

Oradaydım Söylenceleri I: " Galata "

Haliç'in kirpikleri ağarmıştı ve aklım, bir önceki günden kalma boşlukları dolduruyordu. Kısa sürmüştü her şeyi geride bırakmak ve hiç düşünemeyeceğim kadar da sancılı. İnsan korumaya aldığında gidenleri, geride kalanı umursamayı unutuyor çoğu zaman. Aynadaki yüz tanınmaz hale geliyor, saçlar her zamankinden daha dağınık bırakılıyor ve geceleri yastığa sanki baş değil de bütün o geçen zamanların birikmiş sözlerini koyuyor... An geliyor, dizelerine sardığı, dizlerinde uyuduğu sevdasından çok uzakta, hani o Tanrı ile baş başa kalınan içte dar dışta geniş zamanlarda, avunmaya çalışılıyor elde kalanlarla.

Oradaydım…
Omzuma dokunan rüzgârın tenimi titrettiği ve cümlelerinin akışını ruhumda hissetmeye çalıştığım yerde… “Ruhum” derken, ruhundan ayrılan o noktada… Sende, bende, geride bırakılan her şey ve her yerde… Mevsimin iniş çıkışlarını bıraktığım gibi o Perşembe gecesinde.
Delik deşik birkaç anlam, geceye doladığım kahkahalarım ve elbette gidişinin henüz resmiyet kazanmamış dokunaklı uyku araları… Plastik sürahiden kalbine dokunacağını umduğum iştahlı su geçişleri…
Herkes akıl üretirken, aklımın herkesten uzak bir coğrafyada doğrultmaya çalıştığı o yerde, bir gece travmasında, inleyen bir yüreğin defalarca süzgeçten geçirdiği acıların tam ortasında, bir kez daha kendimle başbaşaydım…

Oradaydım…
Ellerinin ilk defa ellerimle kenetlendiği, “seni çok seviyorumu” oluşturan kelimelerin, üzgünlüğünün yanında saklı durduğu ve tüm bunları söylerken, birkaç günlük mahmurluğu arkanda bırakmayı istediğin o yerde, dudaklarının belki de ilk defa zorlanmadığı bir rahatlıkta, kollarının arasında Galata’ya bakarken, seninle, o ıslak bankın üzerinde…
Şimdi onca suskunluğun yerle bir olmuşken, aramızda bir tahterevalli varmışçasına ve biz çocukluğumuzdaki gibi masumca birbirimizin gözlerine bakıyorken aklımı koyveriyorum İstanbul’un zamana aldırmayan günlerine.

Oradaydık, çünkü orada olmanın değerini ikimizden başkası bilmiyordu. Kolayca ithaf edilemeyecek bazı başlıkların onarılmaz sızısını duymasaydın içinde, yine gelir miydin yarınıma bilmiyorum ama bugünümün takvimine koca bir çentik atmayı ihmal etmeden, doyasıya yaşıyorum burada…

İstanbul’u gece yarılarında ayakuçlarında taşıyan adam! Bir devri başka bir devirle kapatabilirsin belki ama bir aşkı kapıyı çekmekle kapatamazsın. Çünkü sen giderken, o kapının ardında kalan bir kadın değildir. Bir kadına yaşarken kattıklarındır ve hiçbir gidiş, ne beni ne de bir başkasını eksiltebilecek güce sahiptir.
Oradaysan, hani seni bana getiren duygunun içinde. Hani bir yokluğu kendi varlığınla çoğaltamadığın zaman diliminde. Uyku öncesi yastık üstü düşüncelerde…
Bu defa orada kal ve sımsıkı sarıl…

Oradaydım… Orada olmanın bütün dirençliliğini dudaklarımda tutarak ve saklayarak…

26 Kasım 2010 Cuma

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XXV-

Sessizlik çoğaldığında başlar kelimelerin yalnızlığı. 'Bir gece daha' der ve beklersin. Önce 'biz'ler terk eder sahneyi sonra sesler. Kilitli kapılar ardına kadar kapalıdır ve o kilitleri açmak için bir daha asla aynı sebebin olmayacaktır.

" Bekliyordum, hani zaman kadranında durmayacakmış gibi hızla çarpar ya kalbinde. Gün, usulca yorgunluğunu terk etmeye başlar bedeninden. Özlemin son bulacaktır gözlerine değdiğinde. Başın oracıkta bir yerde kıvrılacaktır tenine."

Fısıltılarla devam eder yaşadığınızı sandığın, en azından öyle olmasını umut ettiğin. Bir göz hareketine sıkıştırılır bütün o seslendirilmemiş cümleler. Kalbin hapsolur o bakışların içinde bir yerde. Giderek eksilirsin ve aşk, kapı eşiğinden istemeye istemeye kendini yokluğa bırakır.

" Uğultular dinmiyor, uykunun dili ağır. Yastığın sınır çizgisinde tren yolunun ayrılan yerleri. Sanki her nefes alışında gidiyorsun uzaklara."

Sayfalar hep doluydu. Yazmak, alışkanlıktan öte bir şeydi. Harflerin yanyana kurduğu ve yine harflerin yanyana yıktığı sayısız kelimeden geriye ne kaldı? Ve bir gecenin daha boynu bükük kalsa, gündüz sapasağlam doğrulur mu?

" İncelikler... Hassastır oysa bir kadının susmaya alıştığı zamanlarda yüreği. İçindeki koridorlarda bulmaya çalışıyordur yine bir şeyleri. Durmadan yağmur yağar elmacık kemiklerine, ıslanır. Yürümek ister dokuna dokuna. Tanımak, keşfetmek. Nedenleri bulmak ister. İşte orada başlar o en çok gözardı ettiğiyle karşı karşıya gelişi. Aynaya bakar ve gözlerinin ardında çığ gibi artan bulutların sahibiyle belki kısa belki uzun bir konuşma yapar. Orada başlayan savaşla yüzyüze gelmeyi istemese de onu durduracak zaman artık çok geride kalmıştır. Ya makyajının akmasına izin verecek ya da yeniden makyaj yapacaktır. Ve karar er ya da geç verilmelidir.

Lacivert bir esmerliği ve belki biraz senli sözleri giyinmiştim. Hiç çalmayacak bir kapı için tetikte beklemek anlamsızdı. O gece de diğer geceler de olduğu gibi gelmeyeceğini biliyordum. Geleceksin diye ufak da olsa bir umutla uzandım kanepeye. Senin saatlerindi. Yok olacağım diyeceğin saatler yani. Telefon sesiyle irkildiğimi ve sonrasında ardıma bile bakmadan yatak odasına doğru koştuğumu hatırlıyorum.
Sabah uyandığımda yanımda değildin.

Üzgünüm sevgilim, yarın bugünkü kadar güzel olamayacağım.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Öyle Değil Mi?

Gösterişsiz ve itinasız adımlarla yola koyulduğumu anımsıyorum. Koskocaman bir yorgunluğun sızlanmalarını ötelerde bir yerde tutacak değildim. Yorulmuştum. Bazen, hani o unutulmuş anlardan bir sahneyi yaşamak ister ya insan, gözünü kapatıp bilinmez bir yolculuğun biletiyle yola çıkar. İsimlerini duymuştur gideceği yerlerin ama oraya dair, yani aslında oranın havasına ve dokusuna dair hiçbir şey bilmiyordur. İşte bu gizliden gizliye cezbeder ya... Kim bilir iklimi dedikleri gibi midir yoksa aniden, beklenmedik sürprizleri de yaşatabilme ihtimalini düşünmek mi gerekir, bilinmez. Aslıastarı özensiz birkaç kıyafet seçimi, bir iki ufak ayrıntı yaşamanızı sağlayacak; alır ve gidersiniz. Saçlarınız yol boyunca gökyüzündeki esintilerle birlikte dolaşır durur. Bambaşka kimyaları tadar. O an siz de değişir ve o görüntüsü olmayan kıvılcımların içine huzurlu bir şekilde salıverirsiniz kendini. Sanki dünyanın gerçekten dönüyor olduğunu hissediyormuşsunuz gibi bir duygu gelip sarılıverir boynunuza. 


Koynunuz size kalan dinginlikte ne güzeldir öyle değil mi? Sıcak bir odanın içerisinde kahkahalarla geceyi karşılamak gibi... 


Bazen de yapay bir dünya kurulur. Kimlikler fırlatılır oranıza, buranıza. Şaşkın şaşkın etrafı izlemeye başlarsınız bir süre. Olan bitenin bu kadar hızla değişime uğraması şaşırtır sizi. Oysa uzun tutulan sohbetler, iyi niyetli karşı tarafı düşünen davranışlar, sakinlik içinde tatlı tatlı yayılan hafif panik, daha az önce sizi eğlendirmişti. Ama yok, burada sahne çabuk değişmez. Kostümlerdir değişime uğrayan. Sanki ilk defa bir elbiseyi giymek işe yaramamış, beğendiğinizi sandığınız elbise üzerinizde durmamış ya da daha kötüsü, o elbiseyi sırf üzerinizde görmek için giymiş olma ihtimalinizin gittikçe kanınızda ağırlaşmaya başlaması sizi tedirginleştirmeye başlar. Daha kötüsü, olmamış gibi kabul edersiniz. Çünkü tedirginlik bir nebze bile olsa umursamayı barındırır içerisinde. 


Tedirginlik yayılmasını istemediğiniz bir duygudur öyle değil mi?  Soğuk bir 'insan olma sorgusu' içinde sahte gözyaşlarıyla sabahı uğurlamak gibi...


Öyle veya böyle...















17 Kasım 2010 Çarşamba

Kelimelere Resmedilen Yazgı

"Her zaman alıntıların kaybedişe götüren olduğunu düşündüğüm için kendi cevapsızlığımda sızlanırım ama bugün senin suskunluğunun kıyılarına vurdum sanırım."

Yarım bırakılmış hikâyelerin bütün o huzursuz geceleri gibi yorgunluğunla kuşatılmış odanın, kimi solgun renkleri arasında sızlanıyor yine yalnızlığın.
Soğuk bir deniz suyu ya da yağmurun birdenbire farkındalıkta yarattığı herhangi bir ânı kıl payı, günü geçirmek maksadıyla kullanmak, kimi zaman en kolayıdır. Ama kelimelerle resmedilen yazgının anahtarları nedense bir türlü işlerlik kazanmayı bilmez. Böyle zamanla
rda küçük bir neşter darbesi yeter de artar bile.


Önce, küçük, hani o pek nerede oldukları anlaşılamayan kılcal damarlarını aramaya koyulursun. Üzerinde gezip dolaştığın yerler sana tanıdık bile gelse, vaktinde uzlaşmadığın onca şey yüzünden sanki bir ilk karşılaşma anında olduğu gibi yalpalarsın. Beynini kemiren sorular etrafında, o kılcallara giden yolu bulmaya çalışırsın. Sorularının muhatabı olabilecek ikinci bir kişi yoktur. En çok da canını bu sıkar ya! Kendi sesinin içinde bir yerlerde yine kendi sessizliğinle boğulmak... Tatminsiz her cevap verme denemesi, her gün karşılaştığın bedenin giderek bir yanılsamaya dönüşmüş olması ve bildiğini sandığın aynadaki karşılığının koca bir hiçle yüz yüze gelmiş olma sancısı yerle bir eder. Yıkıntılarının arasından bakmanın ne kadar zor olduğunu anlarsın. Belini büken, seni hareketsizliğe götüren çaresizliğin değildir. Orada, o küçük kılcalları bulma yolunda karşılaştığın ve seni ihmale sürükleyen her şeydir. Sensindir! Bütün yanlış hesaplamaları kabullenmeni sağlayıp ölü saatlerde kapının hemen önünde uyumasına izin verdiğin kaçışlarındır. Bütünüyle uzak ve yabancısındır "sen" tanımlamalarına. 


Ama önce neşter darbesinin verebileceği acıyı benimsemelisin. Yoksa biliyorsun ki o darbeyi ömrün boyunca vurmayacağın gibi sana kendini hatırlatmaya çalışan her şeyi de usul usul belki de tüm şiddetinle uzaklaştırmak için çirkinleşeceksin. Sonra gerçekten o yol üzerinde ilerleyebilirsin. Yani bir gerçeğin olmalı. Varlığından bütünüyle emin olduğun, sayıklamalarına tenezzül etmemiş bir gerçek.


Sokakların uzayan kaldırımları üzerinde yürüyorsun. Belleğine kazınmış fotoğrafları silmek neredeyse imkânsız. Hepsini birer zafer nişanıymışçasına üzerinde taşıyorsun. Zafer kimlerle, ne kadar, ne içtiğini unutursan yıkıcı bir sarhoşluktur. Oysa sen sarhoş olamayacak kadar ayık tutuyorsun aklını. Fazladan birkaç alkol damlası, her güne yaydığın düşünce parantezlerinin içerisinde dikkate alınmayacak kadar değersiz, etkisini yitirmiş... Hepsi hepsi biraz oyalanma seninkisi. O pis gülümsemelerden birisi içinde saklanmıyor mu sanıyorsun? Hani varlığından haberdar olmalarını istediklerinin bunu büyük bir gösterişle yaptığın anlarda seni gelip bulduklarında, yani karşılığını bulunca o sözlerinin, içinden püsküren ama yüzünün ateş hattı gibi görünen sınırlarında fark edilmesi neredeyse mümkün olmayan o gülümsemeden. Yok mu o dokunulması çok güçmüş gibi gösterilip aslında onca zahmete girmenin anlamsız olduğu sahte sarhoşluktan? Elbette var. Neden gidip kırmıyorsun geçmişinden gelen o bakışları? Neden şimdinin azabında onlarca bakışı kurban ediyorsun vazgeçtiklerine?


Zordur. Bir defa anlamlı bir dağarcıktan geçirmişsen kelimelerin bağcıklarını, onları yeniden derleyip toparlamak ve istediğin gibi bir sıraya dizmek hiç de kolay değildir. Bilincin bir darağacı ve sen de bu darağacının gövdesisin. Gövdene zarar vermediğini düşündükçe ve yaraladıkça başka bedenleri, kurtulacağını sanıyorsun. Belki de sen bildiklerinle örtüşmeyeni arıyorsun. Karmaşanın içerisinde bahsettiğim ince, küçük kılcalları bulmayı çalışırken koşar adım kendinden uzaklaşıyorsun. O herkesin bildiği aynanın karşısında duran adamı hiç tanımayacaksın!


İşte bu yüzden gitgide kelimelerle resmedilen yazgının anahtarları sana tanıdık gelmemeye başlıyor. Hiç bilmediğin, ne işe yaracağını anlamlandıramadığın bir anahtarın, bütünüyle kendisine yabancılaşmış bir parçanın işlerliği de olmaz. Kendi içinden sırf başkaları için yaptığın yanılsaması bol alıntıların girdabında çevirir durursun anahtarı. Yabancı bir delikte hiç bilmediğin bir anahtarı çevirip durmak ne kadar da anlamsızdır. Nerede uyanacağını bilmeksizin kendini, bir deliğin boşluğuna öylece bırakıvermek... Oysa böyle zamanlarda bir neşter darbesi yeter de artar bile!

"Her zaman alıntıların kaybedişe götüren olduğunu düşündüğüm için kendi cevapsızlığımda sızlanırım. Ben alıntıların yabancısıyım."

11 Kasım 2010 Perşembe

Oradaydım Söylenceleri I: " Yaz Kırgınlıkları "

Başlarken her şeyin bir nedeni var kendi içinde, her ne kadar nedensiz yanlarını tercih etmeyi istese de insan. Zamanın duygu yüklü bir kadranı yok. O ses her defasında kulakları tırmalarcasına bir şeylerin geçip gittiğini anlatıp duracak. Hatta oradayken çığlık çığlığa çerçevelenmiş ayrılığın da günün birinde geçip gidebileceğini duyuracak...


Yazın gölgesi en çok ne zaman düşer yüreğin adımlarına?
Huzursuz bir beklentinin, ruhu darmadağın eden düşüncesi ilk hangi yol ayrımında terk edip gider? Geçmişin pembe vadileri arasında bırakılmış yalnızlığın elinden, ilk kim tutar? Şimdilerde orada oluşa dair çok şey biriktiriliyor satırlarda. En büyük haykırıştır kelimelerin avuçlarına bırakılmış gizli seslenişler. Bir tek içinden içine açılır sandığın yollar, bir zamanların bakışına öyle bir açar ki kendini, o an düşerken bile yalnız değilsindir aslında. Elinden tutmasa da düşlerinde seni tutacak biri mutlaka vardır.  Demiştim: "Bir tek ben bileceğim bu hikâyenin sonunu, sadece ben anlatacağım sende bıraktıklarımı".

Oradaydım, iğne yapraklı ağaçların gölgesinin birinde. Gül kokusu henüz bulaşmıştı ellerime ve sen en korunaklı yerine doğru yürüyordun tahmin edemeyeceğin bir şekilde. Belki de hiç birimiz tahmin edemedik! İlk defa bu denli keskin karşı karşıya geldik. O adresi biliyordum. Zor bir dönemecin ertesinde, her sabah seninle uyanacağımın düşüncesiyle geleceğim, o yeri. Perdelerine sinen sigara dumanını ilk ben temizleyecek, geceleri bin bir mızmızlıkla yaptırdığım bütün o kahveleri sana, ben yapacaktım... Kelimelerdeki hataları hiçbir şey olmamış gibi ayıklayacak ve seninle o malum kurguları tartışacaktım yaşarken yüz yüze gelmek zorunda kaldığımız. Bazen, daha fazlasını beklerken en olmadık şeylere yenilebiliyor insan. Bekledikçe olgunlaşan umutlar, yine bekledikçe en büyük yaraları alabiliyor. Beklentiler bizi yerle bir ediyor...

Şimdi sana sadece bir tek şey sormak istiyorum: " Neyin cevabını bulamadık?"

Oradaydım... Hani soğuk bir kış gününde battaniyeye sarılıp filmler izlediğimiz sonra da doyasıya uyuduğumuz o yerde... Özlemek değil de özümsemek belki de tüm bunlar. Bütün yalınlığıyla koca bir geçmişi en ufak ayrıntısı kalmadan yürekten alıp akla işlemek...

Yarına ne kadar az kaldı değil mi?

10 Kasım 2010 Çarşamba

Gerçeğin Alt Yazısı

"Bazen sayamıyorsun. Göz kapaklarının hemen altında kıvranan bekleyişler, her geçen gün daha da çoğalan bir hızla uykuya dönüşmeye başlıyor. Sonra, geçmişin kahkahaları arasında yitiriliyor birbirimize dokunmak için çırpındığımız sayılı günler..."

Masanın hemen ortasında kitabın sayfaları arasından çıkarmaya çalışıyorum tanıdık birkaç cümleyi. Geride kalan gün sayısı katlandıkça sen de benim gibi özlemişsindir diye bir şeyleri, okuduklarının arasına kıvrılan sessiz bir noktalama işareti olmayı istiyorum. Kalemin ucuyla karışık bir düzende bildiğim bütün işaretleri çiziyorum. Saatler geçiyor, beyaz sayfaların yerini uğultulu bir karanlık almaya başlıyor. Fazlası yok. Hepsi hepsi birkaç çizginin etrafında dolanıp duruyorum. Soru işaretlerini ne çok seviyor bu hayat. Her şeyde bir nokta var. Yani hemen hemen. Tırnak içine alsam biriktirdiklerimi, sıkışıp kalıyor teninde bir yerde. O tırnak kapanacak, kapanmalı. Nokta koymadan yapamıyorsun. Sanki iştahlı bir boğazın doyuma ulaşması için var gücüyle çalışıyor "nokta". Bak gördün mü rahat bırakmayacak bizi, sen de biliyorsun. Gerçeklerin alt çizgili bir anlatımı yok ne yazık ki! Er ya da geç kurulu düzen içinde yerini alacaklar. Tıpkı noktalı virgülün bir zaman bize kattığı o şehvetli neşe gibi... Bir cümleyi ne kadar uzatabilirsin ki? Bütün o duraklardan kaçsan, uzun uzun birbirine bağlasan duyguları, dönmek zamanı geldiğinde bugüne, her şey o son harfin sonrasında geride kalan izle son buluyor.

Israrla bir mucizenin peşinden koşsak da bütün ekler kendini bilmez bir savaşın içerisinde ele geçiriyor o şehveti. Hızlı bir çekimde yaşananlar yavaş yavaş bütün o kareleri donduruyor. Ömür boyu tutamazsın ki eline aldığın bir şeyi. Koyacaksın. Neresi olduğu önemli değil ama bir eylemle şekillenen her şey yine bir diğer eylemle örtünmek zorunda...
Karşı komşunun her gün aynı saatlerde başlayan kavgaları, gecenin ilerleyen saatlerinde bitecek. Kadehine doldurduğun şarap yudum yudum azalacak. Büyük şehrin yorgunluk travmasıyla baş etmek için koşa koşa geldiğin evindeki yatağın, bacaklarında biriken sızıları alıp götürecek... Sen ve ben örtünmeye başladığımızda, parmak uçlarımızda bulduğumuz sonbahar mevsiminin yerini kimliğini kaybetmiş bir kış devralacak. Sıkışıp kalacağız kendi köşelerimizin birbirinden habersiz yalnızlıklarında. Yalnız olmadığımızı anımsatacak bir dönem okuduğumuz kitaplar, yazdığımız yazılar, izlediğimiz filmler, konuştuğumuz arkadaşlar. Kısa süreli bir aldanışa meyledeceğiz sırtımızda günden kalan ağrıların asla unutmaya izin vermeyen sancılarıyla.

"An geliyor, kilitli kapılar arkasında bırakılan alelacele söylenmiş sözleri açıp bir daha duymak istiyor insan. Bir süre, kendi kendine biçtiğin zamanın nerede sonlanacağına karar vermekte zorlanıyor. Olanı biteni bilse de yine de gerçeğin kendine özgü bir alt yazısı olsun istiyor. Ama kendi koyduğu zamanın soğuğunda her şeyin kaybolup gittiğini anlayınca, süreksiz sert sessiz bir kelimede kalakalıyor. Kaçtıkça, peşinden ses gelmiyor. Genel geçer cümleler yerle bir oluyor..."

Hep aynı güne denk geliyor tarifsiz bir duyguya yenilip de seni uzun sessizliklerin arkasına bırakışım. Salı günlerinin derinde bir yerde bıraktığı anlamın peşinden gidiyorum. Henüz bilmiyorum. Düşüncelerimin bugün için kestiği bir bilet yok. Ama her şeye rağmen yola çıkıyorum ve sonrasında da -ilk mola yerinde- başladığım yeri unutup paniğe kapılıyorum. Duyguların samimiyeti canıma okuyor. Onlarla baş etmek neredeyse imkânsız.  İçimde büyümeye başladıkça, bir zamanlar daha onlar çok küçükken, yanıma alıp geçtiğim her yerde onları beslediğimi unutuyorum. Bazen unutkanlıkların çepeçevre sarmaladığı bir anda beklenmedik anımsatmalar olur ya nereden geldiğini çözmekte zorlandığınız, işte onlar da ilk mola yerinde sanki ufacık bir aralıktan sızmak için bekliyorlarmışçasına gelip yerleşiveriyorlar içime. Sigaranın dumanını derin derin içinize çekip geri kalanını dışarıya bırakmak gibi... Yapabildiğiniz ölçüde içeride bir yerlerde o duman hep kalır. Sanki dehlizinizin koridorlarında uygun anı kollayan öksürük gibidirler. O duman bir daha asla çıkmaz ama adı değişmiş bir belirtinin de içine siz fark etmeden sızarlar. Fark etmezsiniz çünkü sıradan bir şeydir artık o sizin için. Sıradanlıktan sıyrıldığınız zaman başlar tanımlamalar.

Doğrusu ben de yadırgıyorum böyle anları. Her şey bir anda toparlanıveriyor oysa tam da yeni yeni alışmışken sözün gelişi bir dağınıklığa... Talihsiz bir sabahın, belki de bir Salı gününün peşinden bölünmeye başlıyor her şey.

Ben o sessizliği şimdi gördüm.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Zifiri Karanlık

Sahipsiz bir renkti bizi yalnızlığımıza götüren. Derinlerden yansıyan kâğıt geminin kırışmış sayfalarında, korkularımızın renklerini gördük. Ayağı takılıp yere düşen palyaçolar gibi güldürüyorduk zifiri karanlığı.

Azaldık, azdık gündüzlerde...

Renklere bulanmış bedenimizdi, bizi yalnızlığa götüren. Sığ sessizliklerden geceye akor basan yüreğimizin acı çığlıklarını duyduk.

Çoğaldık, çoktuk.
Azaldık, azdık.
Ama yine de hep güldürdük zifiri karanlığı.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Kavisler ve Döngü

Bazı yankıların hiç beklemediğim bir anda, beni neden bu denli sarıp sarmaladığı çoğu zaman aklımdadır. İçimde taşıdığım uzun yolları tanıyor olmasının sersemliğini, aldatmacasını, gerçek olabilme ihtimalini düşünür dururum. Bir iki mızmız kelimedir derim harflerine söz geçirememiş, geçer giderim. Ben gittikçe çoğalır uğultular. Kendi içlerinde kavisler çizerek döner durur cümleler. Baş etmek için bir nedenin elbette vardır geçmiş takvim yapraklarına küçük notlarla birgün anımsarım diye bıraktığın sessizliklerle. 
Belki kızılca kıyamet bağırsa, gökdelenleri devirse gözlerindeki şiddet, rahatlayacaksındır. Oysa en kötüsüdür, en bıçkın kabulleniştir öfke damarlarının bedeninde dolaştığını görüp de bir ufak sesin çıkmayışı... Ses çıkmasına çıkmaz ama katlanamazsın da o yüksek sesli sessizliğe. Çıkagelmiştir bir defa o uğultular. Yastığın bir kenarından diğerine bastırılan yüzün her bir tarafında kendi izlerini taşır geçmiş. Ten susar ve gözyaşların hiç zorlanmadan bulur kendi yolunu. 


Bilinmeyen yokluklar varlığına hükmedercesine karşındadır. Ya küçük bir çocuksundur henüz boyu uzamamış ya da ergenlikten yeni çıkmış bir genç şaşkınlığındasındır. Kâğıttan bir sahne değildir ki buruşturup atasın. Olmaz. Yapamazsın. Gidermez hiçbir şey dokunduğun tenlerin makyajı yüzüne gözüne bulaşmış ayrılıklarını. Sonra bir daha yazarsın. Tükenmek bilmeyen bir küsüp gitmenin koynunda, dolanır durursun en hain uykuların göğsünde. Birkaç saate sığdırılmış, geçmiş zamandan kopartılmış eklerini biçer; şimdiki zamana karışıp giden adımlarını, geniş zamanla beklersin. 


İlginçtir yine de hayat. Kaç kez koparıp attığın, üstesinden hangi aralıklarla geldiğin, kimlerden medet umduğun, bir dönem sözlüğüne sıkça eklediğin kelimelerin neler olduğu, an gelir hükmünü kaybeder. Bir sabah uyandığında, yarım kalmış bir sohbetin soru işaretleriyle doldurulmuş parantezlerini de kapatırsın. Dizi oyuncusunun o sahnede neden kırmızı elbise giymediği için senaristine tepki gösterdiğinin hikâyesini, soğuk bir kış günü yatağın sağ tarafından dinlediğin andan kurtulursun. Kimse bilmez bahsettiklerinin ne olduğunu. Okunup geçilecek her cümle, bir önceki dağınıklığı toparlayamadan, hiç tanımadığın insanların hiçbir şeye anlam verememiş bakışları arasında yitip gidecektir.


Bazı yankıların, üzerinden çok zaman geçse bile, beni neden bu denli karmaşık konuları anlatmaya zorladığını merak ederim. İçimden koparıp atmak istediğim bu birbirinden uzak bağların kendi arasındaki yakınlığının ilk bakışta tahammül edilemez gibi görünen çekiciliğini, tutarsızlığını, gerçeğe yakın keskinliğini kurcalar dururum. Bir iki baştan savılacak düşüncedir derim duygularına yenik düşmüş, sorularımı sorar terk ederim. Ben terk ettikçe azalır döngü. Ben gittikçe çoğalır uğultular. Birbirlerinden kaçarcasına soluk soluğa kalır duygular bir acayip çember içinde. Kendi içlerinde kavisler çizerek döner durur cümleler. Kabullenmek için bütün nedenlerin mutlaka sonuca bağlanmıştır ve baş etmek için de "yeni" bir nedenin yeniden, elbette olacaktır.