Geçmiyor. Ne etsem de üzerime çullanmış şu hain ağırlığı kaldıramıyorum. Sol yanım sızlıyor. O sızlayınca çirkinleşiyorum. Çirkinleştikçe susuyorum. Ben ne zaman kendimden uzaklaşsam susuyorum. O bilmiyor. Kimse bilmiyor. Söylüyorum işte. Susturmayın beni.
Bütün gece oturma odası ve koridor arasında gidip geldim. Yalınayak. Sırf üşüteyim de hasta olduğumu söyleyebileyim diye. Hain taşlar. İnadına sıcaktılar. Ayak parmaklarım basıp geçtikçe daha da ısındılar. Dizimi çarpsam? Olmaz, orada öyle hükümet gibi bir morluk yerleşmişken nasıl giyerim ince çorabı? Geçmiyor da meret iki haftadan aşağı. Yaşım ilerledikçe daha da uzar oldu iyileşme aralıkları. Küçükken böyle miydi? Ne kadar çok düşersen o kadar çok ganimetin olurdu. Yaramaz çocukların en büyük nişanı değil midir yara bereler?
Cemil'i hatırlarım hep düşüp de bir yerimi morarttığımda. Dışarıdaysam gelip geçene hiç aldırmam. Evdeysem dünya benim! Düştüğüm yerde şöyle birkaç dakika da oturur halime gülerim. Acım diner, rahatlarım. Cemil, ikide bir dokuz taş oynadığımız taşları akşam olup da kuytuya sakladığımız yerdeki kırık tahtalara basıp düşerdi. Hani sorsanız kaç defa, derim ki çocukluğum boyunca... Birkaç defa o tahtaları yerinden oynatmaya kalkıştık da çocuk gücümüz yetmediydi. Hep o burun kıvırdığımız ıspanağı yemediğimizden oldu.
İki bacağı yetmezmiş gibi kolları da yaralarla örülüydü. Kimisi kabuk bağlamış kimisinin rengi mordan yeşile dönmüş. Bazıları da kim bilir hangi zamandan kalmış ama bir türlü geçmek bilmemiş. Sanki bütün acılarımı Cemil alır o kırık tahtaların üzerine saklar. Cemil ve onun sarsılmaz tahtının yareleri...
Dolu dolu gülerdik Melek'le. Melek, Cemil'in sevdiceği. Ben demiyorum, Cemil öyle derdi. Öyle demişti bir akşamüstü oyundan evlerimize dağılırken. Hepimiz birbirimize bakmıştık. 'Sevdiceğim' ne demek olaydı ki? Bir kız bir oğlanı sevebilirdi ama sevdiceğimi ne Melek ne de ben biliyorduk. Çok sonraları, liseye geçtiğimde izlediğim bir filmde öğrendim anlamını. Ah Cemil dedim içimden, sen ne yaman ne kaçın kurası çocukmuşsun. Şimdi artık ne Melek ne de Cemil var. Memur çocuklarının kaderi budur. Her şehirde, her ilçede parça parça resimler bırakırlar. O çerçeve hiçbir zaman tamamlanmaz. Resim oluşmaz. Hepi topu yamalı birkaç öykü... Çil yavrusu gibi dağılır anıları, hayatlarının bir bölümünden. Elde avuçta kalan da zamanla akla düşen küçük anımsamalardan öteye gitmez. Yine de çocukluğundan bir şey hatırla, birkaç kelâm et deseler, buruk da olsa onları hatırlarım. Beş taş oynamanın zevkini, aç bil aç beyzbol oynamak için pazar yerinde ter döktüğümüz o günleri, apartman içinde merdiven köşelerine sıkışıp yaptığımız ilk aşk dedikodularını nasıl unuturum?
Dirseğimi mutfağın kapısına geçerken çaktırmadan vursam? Nasılsa kış mevsimindeyiz. Senden başka kimin haberi olacak oradaki mor şişlikten? Bir süre boy aynasında kendimi izlemem olur biter. Biraz canım yanacak. O kadarına da katlanırım. Varsın haftalarca geçmesin, varsın hiç geçmesin. Sonunda beni sana affettirecekse senin için bunu da yaparım.
Kapıyı biraz aralık koymalı. Sonra geçen gün yine bir gece sıkıntısı sonucu, evde yürürken hesap ettiğim kırk altı adımlık oturma odası, mutfak yürüyüşü için gereken hazırlıkları tamamlamalı. Mesafe çok uzak olmadığından yeterince hızlı bir yürüyüş ve etkili bir çarpışma sağlamak için odanın en ucundan yürümeliyim. Böyle şeyleri planladığında, aksilik bu ya, ansızın olan gibi olmaz. Akıl, harekete geçmeden önce geçerli sebepler bulmayı severken ve aldığı kararları onaylarken, sıra olayın gerçekleşme anına geldiğinde pek tabii geri durabilir. Can bu, patlıcandan bi farkı olsun. Ama ben ne olursa olsun kolumu kapıya senin için...
Birazdan canım yanacak. İnsan bile bile... Tövbe tövbe... Yapacağım.
Yaptım da. Cümleniz uyurken, kar huzursuz bir rüzgârla koyun koyuna oynaşıyorken ben tuttum da dirseğimi o kapıya senin için vurdum. Nah ceviz kadar bir morum var artık. Bekle de geçsin. Geçmeyecek. İzini kaybettirse de içimdeki yerden silinmeyecek. Ne rengi değişecek ne de ağrısından bir gram eksiltecek. Varsın ömrümce bu nişan burada, sağ dirseğimde eğleşsin.
Nasıl söylerim sana? İçimde çöreklenmiş bir korku, sözden ırak tutar duygularımı. Yaklaşmak ister de sakınır. Dilim ne de çoraklaşır, her şeyin böylesine çekildiğini hissettiğim anlarda. İçimde yüksek harda bir ateş, savrulur da savrulur. Ağzım dilim kurur yine de bir bardak su isteyemem. Yastığa başımı koyar yanar dururum. Sen hiç yangına ortak olan gözyaşı gördün mü? Ben gördüm. Söndürecek sanırken gittikçe büyüyen yangınlardan bahsediyorum. Yanağından düşerken kalbe varamadan değdiği o küçücük yerde yangını körükleyen.
Canım acıyor. Buzluktan birkaç parça buz alıp annemin ne olur ne olmaz diye bana bıraktığı tülbente sarıp dirseğime koyuyorum ama acım dinmiyor. Cemil'i hatırlayıp dolu dolu gülmek istiyorum, olmuyor. Çocuk kalmak istiyorum, olmuyor. Tahtalara düşüp orasını burasını morartan ben olmak istiyorum. Olmuyor. Olmuyor. Olmuyor. Ne yaparsam yapayım biliyorum, bir daha asla konuşmayacak benimle. Gülmeyecek de sarılmayacak da öpmeyecek de. Ah şu sol yanım da sızlamasa sol yanımda o olsa. Dayasa elini göğsüme, bastırsa.
Çirkinleşiyorum. Kahrolası suskunluğum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder