PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

6 Ocak 2013 Pazar

Sözde Gözde

Uzakta durup birden karşısına çıkınca ne yapacağını merak ederken, beklemediğim bir şey oldu ve onu karşımda buldum. Birkaç saniyelik dalgınlığım her şeyi değiştirmişti. Çay ocağının en kuytu yerini seçmiştim. Arkalarda bir yerde, büyük şemsiyenin hemen yan tarafındaki ağacın altında oturuyordum. Daha önce hiç karşılaşmamıştık. Haftanın bazı günlerinde mutlaka orada oluyordu. Yürürken göz ucuyla bakıp geçtiğim bu yerin müdavi olsa gerek diye düşünmüştüm. Önceleri tesadüftür deyip üzerinde durmadım. Ama günler geçtikte fark ettim ki salı, perşembe ve pazar günleri orada oturuyordu. Yani ben ne zaman oradaysam o da oradaydı. Hep aynı lacivert kadife ceketi üzerinde olurdu. Saçları sağ yanından özenlice sola doğru ayrık ve simsiyahtı. Siyah kaplı küçük defterini masanın bir ucuna koyup, kimi zaman baktığı yerin farkında ama çoğu zaman da dalgın dalgın etrafı izliyordu. O küçük defterin varlığını hiç anlayamıyordum. Bazı zamanlar eline alıp sayfalarını şöyle bir karıştırırdı. Neden bilmem, eline aldığında bir şeyler yazmasını isterdim. Belki de ne yazacağına dair tahminlerde bulunmak istiyordum. Ama bu dileğim, ne onu ilk defa gördüğüm gün ne de sonraki günlerde gerçekleşti. Ta ki... 


Orta yaşının biraz üzerindeydi. Oldum olası yaş tahminlerinde bulunmayı severdim. Yeni tanıştığım insanların yüzlerine bakarken kendimce bir yaş aralığı seçer, bu tuhaf oyundan mutlu olurdum. Elimde kalan birkaç çocuksu oyundan biriydi. Hem benden başka kim anlayacaktı ki?

Akşam, şehri ele geçirmeye başlamıştı. Kalabalık gittikçe artıyordu sokaklarda. İşten çıkanlar, sabahtan beri bu sokaklarda olup geri dönenler, bir aşağı bir yukarı İstiklâl'in her köşesinde kâh duraklayıp kâh vitrin camlarına göz ucuyla bakıp geçenler...

Buradaki uğultu başka hiçbir şehirde yok. Tek bir cadde sanki şehrin bütün yükünü göğüslemiş gibi durur. Yürüdükçe sesler kazınır, boşluğa doğru süzülen bir yaprak gibi kalabalık bir dünyanın içerisinde yolunuzu bulacak yer ararsınız. Üstelik ruh halinize göre değişecektir de caddenin havası. İşte yine böylesi bir akşamda, bir türlü düzelmeyen havaların dar geçitte yolunu kaybetmenin verdiği huzursuzlukla yürüyordum. Saatlerdir tek başıma yaptığım yolculuktan sıkılmıştım. Eve dönmek, güzel bir film izlemek belki de yapılacak en doğru şeydi. Hem zaten kimi aradıysam şu ne istediğini bilmez halime derman olsun diye ya başka işleri vardı ya da ruh halleri elverişsizdi. Bir tek kişi de boş olmaz mı ulan? Yok. Bazen bu boş atışlarınız öyle bir üzerinize gelir ki kiminle, nerede, nasıl zaman geçireceğinizin planını yapmak zorlaşır. Ama bunun gibi bir gündeyseniz de kime yaklaşmaya çalışırsanız çalışın bahane engelleri etrafınızdadır.

Dolmuş yoluna doğru saptım. Arnavut kaldırımlarının topuklu ayakkabılarıma çarptıkça çıkardığı can sıkıcı gıcırtı sesleri arasında köşeyi güçlükle de olsa döndüm. Yorulmuştum. Her seferinde kızıyordum kendime: "Madem bu kadar yol yürüyeceksin, ne diye giyersin ki şu lanet olası topukluları?" Ama evden henüz çıkmadan içeriye, ruhun koridorlarına kadar inmeyi başaran "kadın olmak" dürtüsü, her defasında beni ele geçiriyordu.

Uzun bir sıra vardı. Hava soğuktu. Birkaç dakika bekledim. Sahil dolmuşunun yolcuları ve kalkan araç sayısı her zaman daha fazla oluyordu. Çevre yolundan giden dolmuşlar üvey evlat gibi muamele görüyordu. Ayaklarım, ellerim beklemekten, hareketsizlikten buz kesmişti. Çıktım sıradan. Aşağıya doğru ilerledim. Hanın ara sokağında bir yer bulup oturdum. Demli bir çay, bir de tost söyledim. Oysa demli çayı hiç sevmem.
Perşembe günü sakin olacağını sanırsınız buraların. Oysa öyle mi? İşten kaçan, kafası atan, bir tur yürüyeyim de sonra eve giderim diyenler etrafı sarmış olur. Bu gece eve geç gidecektim.


Etrafı kayıtsız gözlerle izlerken geçen aydan beri buranın müdavimi olduğunu düşündüğüm adamı aramaya koyuldum. Kalabalıktı. Her zamanki gibi keşke buralarda bir yerde olsa da çaktırmadan göz ucuyla onu izlesem hem bir meşgale bulurum hem de kendimce olmayacak hayaller kurarım diye düşünüyordum. 

Tostun kenarlarını ufak ısırıklarla yemeye koyuldum. Bir yandan da yeni gelenlere bakıyor, oturanlar arasından seçmeye çalışıyordum. Anlaşılan bugün gelmemişti. Ne yalan söyleyeyim, üzülmüştüm. İnsan sahip olduğu bazı alışkanlıklarından mahrum kalınca çok sevdiği birinden ayrılmış gibi hissediyordu. Onu tanımıyordum ama öyle çok rastlaşmıştık ki istemeden onu sahiplenmiştim. Benimdi. Oysa düşününce ne akıl almaz bir duygu. İnsan sahiplenmekten korkarım. Çünkü henüz yitirme duygusuyla barışamadım ben. Sevmek sahiplenmek midir? Bunu da hiç bilemedim.

Bu kadar kuytuda oturmak iyi bir fikir değildi. Ama en çok da bu büyük şemsiyenin yanındaki yeri seviyordum. Ağacın dallarının beni koruduğunu düşünüp mutlu oluyordum. Sanki bir şey olsa beni kollarımdan tutacak ve yanına alacakmış gibi hissediyordum. Bana burada, onun kanatları altında hiçbir şey olmayacakmış gibi... Yalnızlık böyle korunaksız ve bencil bir duygu.

Çayımdan son yudumu alırken bu küçük mekânın tek bildiğim çalışanı Mehmet de yavaş yavaş bana doğru yürüyordu. Yirmi beş yaşında, bebek yüzlü ve değme artistlere taş çıkartacak kadar yakışıklı çocuktur Mehmet. Kaç defa liseli kızların onun hakkındaki dedikodularını dinlemiş, birbirilerine onunla birlikte olma hayallerini anlattıklarını duymuşumdur. Çay bahçelerinin en güzel yanı da budur. Herkesle içiçesinizdir ve bir konuya müdahil olmanız öyle zor değildir. Kitap okuyorsanız bile onların sohbetiyle birlikte okur, arada bir duraklamak zorunda kalır, tekrar kaldığınız yerden kafanızda onların cümleleriyle devam edersiniz. Samimidir ve öyle şekilci yerlerin ağır züppe havası yoktur. 

Karar vermiştim. Mehmet'ten çay isterken o adamı soracaktım. Ne de olsa ondan daha iyi bilecek kimse olamazdı. Hoş, olsa bile...
"Abla çay alırsın değil mi?" 
" Sen bana orta şekerli bir kahve yapıp getirsen Mehmet, biliyorsun çayla aram pek yoktur. Ama istersen çay da olur. Seni mi kıracağım."
" Yok abla öyle değil. Çay taze yeni demlendi diye ben şey etmiştim."
"Olur olur. Ama açı..."
"Açık ve limonlu abla, biliyorum."
"Hay yaşayasın."
"Ee abla biliyorum artık seni. "


Unutmadan, çay bahçelerinin en güzel yanlarından birisi de müdavi olan müşterilerini iyi tanımalarıdır. Şeker ona göre konur, çayın açık mı demli olacağını söylemenize lüzûm yoktur.  Kimi zaman da yanınıza gelmeden, gözlerinizle ne istediğinizi anlayabilecek kadar da iyi bilirler. 

"Mehmet sana bir şey soracağım. Hani benim de sıklıkla geldiğim bazı günlerde buraya gelen bir adam oluyordu. Şimdi diyeceksin buraya bir sürü adam geliyor. Haklısın. Lacivert kadife ceketi var. Simsiyah saçları. Boyu da işte benden biraz uzundur sanırım. Bir de yanından hiç ayırmadığı siyah renkli küçük bir defteri... Bildin mi?"

Kısa bir süre düşündü. Elinde çay bardaklarından bir tepe, başımda dikilmiş şaşkın gözlerle bana bakıyordu. Hatta öyle bir bakıyordu ki soruyu sorduğuma soracağıma bin pişman oldum. Dudaklarını içine kıvırdı, bir iki sızlandı. Ne diyeceğini bilemeden arkasını dönüp gidiyordu ki: "Abla, o abi var ya..." dediği anda arka masadan bir el usulca belime dokundu. Bense Mehmet'le o el arasında bir yerde kaybettim bakışlarımı. "Abi" dedi Mehmet bir kez daha. El belimden ayrıldı, lacivert bir gölge yanı başımda dağ gibi yükseldi. "Abla, abi geldi." Dedi gülümseyerek Mehmet. Oysa oturmadan önce arka masalara şöyle bir göz gezdirmiştim. Yoktu. Dalgınlığıma gelmiş olsa gerek dedim içimden o nasıl davranacağımı bilemediğim saniyeler içinde. Utandım. Ağzımdan tek bir kelime çıkmadı. Nasıl çıksın ki? Rezil rüsva olmuştum. Bir de utanmadan adamı tarif ederken "Boyu da benden biraz uzundur sanırım." derken gevrek gevrek gülmüştüm. 

Mehmet tabanları yağlayıp gitti. Giderken yüzünün kenarında hiç de emanet olmayan bir sırıtışla. Ona da rezil olmuştum. Sanki tüm çay bahçesi bana gülüyordu. O kocaman kuru gürültü şen kahkahalara dönüşmüş gibiydi. Lacivert gölge giderek küçüldü: "Aslında boyum sizden epey uzun." diyerek yanıma oturdu. Dudak kenarlarındaki gülümseme sanki tüm bedenine yayılmıştı. Simsiyah saçlarıyla, yakından görünce farkına vardığım bal rengi gözleriyle bana gülüyordu. Bir süre ikimiz de sustuk. O elindeki siyah defterin sayfalarını karıştırıyor bense bacaklarıma koyduğum el çantamın askısını kıvıra kıvıra içinde bulunduğum durumdan kurtulmanın yollarını arıyordum. Sessizliği bozan yine o oldu.
"Ne ilginç değil mi?" diye sordu. Konuşursam bir şeyleri yine devireceğimden ölesiye korkuyordum. İçimdeki heyecana teslim olmuş, o uzun suskunluklarımdan birisiyle başbaşa kalmıştım. "Ya, öyle." diyebildim. "İşin aslı ben de sizi bekliyordum. Hatta siz gelmeden az önce hesabı istemiştim. Ama işte şans. Demek ki bazen tesadüf diye düşündüğümüz anlar gerçeğin ta kendisi. Aslında tuhaf. Yani evet, birine anlatıldığında bile anlamsız bir heyecandan başka bir şey değil. "


Neyden bahsettiğini, ne anlatmaya çalıştığını anlamamıştım. Başımı sağa eğip evet der gibi kaldım. Ne kadar yalnız olduğumun, oracıkta öyle dururken ve hiç tanımadığım bir adam yanı başımda bir şeyler gevelerken, üstelik söylediği şeylerin de hiçbir önemi yokken, bir defa daha farkına vardım. 
Birinin gelip hayatınızda bir ses olması, hatta oyun bahçenizdeki herhangi bir oyuncağın birdenbire canlanıp sizinle konuşması yeterliydi hayata tutunabilmek için. Ne söylediği, ilgi alanınızdaki şeylerden bahsedip bahsetmediği, elleri, yüzü önemli değildi. Varlık duygusu böyle bir şeydi. Onca kalabalıklar arasında yaşadığımız, yaşatılan yokluk duygusundan ötedeydi. İnsan, yıllar içerisinde yaşadığı her türlü ilişki çemberinde varlık ve yokluk kavramlarıyla öyle büyük sınavlar veriyordu ki zamanla yanındakilerin "seni seviyorum" demesine karşı duyarsızlaşıyordu. Çünkü sevmek sözle olan bir eylem değildi. İçinde yaşamadığın bir zamanın öznesi olamadıktan sonra 'sözde gözdesi' olmuşsun ne çıkar? Böyle böyle sessizlik çukurunda debelenmeye başarsın. Sustukça, günü gelip duruldukça yavaş yavaş yitip gidersin. "Neden sessizsin, konuşmuyorsun?" diye sormaya başlarlar. Diyemezsin ki hergün bir parça daha alışıyorum yalnız bırakılmışlığıma...


"Saat dokuzda vapurum kalkacak. Daha fazla oturmak isterdim ama yarın sabah İstanbul'u terk ediyorum. Sizden küçük bir ricam olacak." dedi ve elindeki küçük siyah defteri önüme uzattı. Aklımdan yine daracık zamanlara sığdırılamayacak kadar çok düşünce geçti. Bu defterin ne işe yaradığını ta ilk zamanlardan beri merak ediyordum. Daima yanında olurdu ve yeri de hiç değişmezdi. Üstelik deftere bir şey yazdığını bile hiç görmemiştim. Oturduğu masanın en ucunda sanki birazdan yerinden kalkıp gidecekmiş gibi duran birine benziyordu. Kalbimin o değişken akışı yeniden belirmeye, ansızın bir bardaktan ötekine aktarılmaya çalışılan bir sıvı gibi akmaya başlamış; içimdeki hayat ha boşaldı ha boşalacaktı. Oracıkta, uçsuz bucaksızmış gibi görünen küçük siyah defterin olanca görkemiyle bir krallığı takdim ettiği yerde, başımı öne eğip sessizce: "Elbette." diyebildim.
"Anlat bana o yalnızlığı, içinde yitip giden çırpınışları." dedi kalemi ceketinin sol cebinden çıkarıp küçük siyah defterinin ilk sayfasını açıp elime uzatırken.


Yutkundum. Bir atın şahlanışı gibi yükseldi içimdeki nehir. Defter bomboştu. Gelenlerin uzaklığına mı gidenlerin umarsamazlığına mı yoksa bu dünyanın çarkındaki haksızlıklara mı bir laf etseydim, bilemedim. Anlatmak kolaydı da anlamak zordu. Uçurumlar, gölge insanların şehrinde çok derindi. Gözlerim gittikçe buğulanmış camlarda bırakılmış parmak izlerinden geriye kalan su damlaları gibi irtifa kaybediyordu. Doğa yalnızlığımı kuşatıyordu. Kapılarınızdan bir daha geçmem dediğim adamlar, yüksek sesli kahkahalarıyla bana gülüyordu. Sesim, düşlerim, yıldızlar, gökyüzü hepsi bir makamda birleşmiş yazmam için aynı mısrayı fısıldıyordu ellerime:

"Kısaca söyleyeyim anlamak yordu beni."*















*Edip Cansever'in - Bir Ölü Dalga adlı şiirinden alıntılanmıştır.


1 yorum:

  1. Lacivert ceketli adam, gece gibi aslında; metaforların kanatsız kuşu... Hiçbir yere gidemiyorsun o anda ve hiçbir şey olamıyorsun. Gece gibi sadece sessizliğini takip ediyorsun. Geceleri bu kadar yalnız yapan, o esrarlı adamın siyah saçlarının diplerindeki beyazlar kadar doğal. Aslında arınmak için ve dirilmek için kararmak lazım.

    Kararıyoruz...

    Adam hiç gitmiyor bizden. Ve biz kendi adanmışlıklarımızın hesabını başkasından almaya kalktıkça, hayatı yaşayamaz oluyoruz.

    Hâl; vaktin mabeyninde bir toz. Nüans farkından dolayı anlatabilmek daha kolay her zaman...


    -Peki hangi beyaz bulut kaldırabilir bir insan efkârını?


    İnsan griyi seven kuş. Bahar helecanı kayıp, uslu bir çocuğun huysuzluğu.





    Lacivert ceket, öyküdeki o hain gidiş, yok oluş aklımın kenarında kalmış yarım yamalak öyküler adına bir kayık görevi gördü.

    'Bizi insanca ayrılıklar değil, hayvanca aynılıklar mahvetti.' demişti bir keresinde şair.

    Astarı olan hayaller kurmanız dileğiyle...

    YanıtlaSil