Koca bir cumartesi gününü dişe dokunur bir şey yapmadan
geride bırakmıştım. Tanıdık televizyon programları arasındaki gel gitler de bir
işe yaramamıştı. Saat neredeyse iki buçuk olmuştu. Haftalardır bir türlü
bitiremediğim kitabımı elime alıp yatağa yattım. Birkaç sayfa okuduktan sonra,
okuduklarımın aslında kitap cümleleri değil de kendi cümlelerim olduğunu fark
edince çaresizlik içinde ışığı kapatıp yastığıma gömüldüm. Serdar aklımı ele
geçirmişti. Her yerde o vardı. Onun sesi, onun kokusu, o, o, o…
Ellerimle kulaklarımı tıkadım. Saçlarımın siyah bir perde
gibi yüzümü kapatmasına izin verdim. Kıpırdamadan, öylece uykuya dalmak için
bıraktım kendimi. Ne duymak ne de görmek istiyordum. Her zamanki kaçışlarımdan
biriydi.
Küçükken de böyleydim. Ne zaman bir şeylerle baş edemeyecek
kadar sıkışsam, kaybolurdum ortalıktan. Bir iki mızmızlanır, sonra doğru yatağa
kaçardım. Kapıyı da arkamdan kilitlerdim. Annem peşimden gelir, kapı önünden “
Kıçını dönüp gitmeyi büyük marifet sayıyorsun değil mi?” derdi. O an çığlık
çığlığa bağırmak gelirdi içimden. Susardım. Annemle kavgalarımız hep tatsız
biterdi. Ona karşı diklenmeyi sevmesem de incelikli bir yerimi bulur, beni
kanatmayı başarırdı. Alttan almayı bir
türlü beceremezdim. Hala da becerebildiğim söylenemez. Ben onun küçültülmüş bir
kopyasıydım. Otoriter tavırları, dediğim dedikleri, bir şeyi kabul
etmediğindeki isyanını genetik bir mirası devralmışçasına üzerimde taşıyordum.
Gece, ben ondan kurtulmaya çalıştıkça bir süre daha geçmiş
defterleri açarak üzerime gelmeye devam etti. Çoğu zaman, birilerine vakti
geldiğinde anlatmak için hatırlamakta zorlandığım birçok hatırayı da
beraberinde getirerek. En son hangi anıdan kaçarken uykuya yakalandığımı
hatırlamıyordum bile.
Her zamanki gibi yapılacak bir sürü işin arasından seçim
yapmanın oldukça güç olduğu bir pazar gününe uyandım. Aklımdaki liste sürekli
değişiyordu. Önce kahvaltı yapılacak, sonra geceden bırakılanlar toparlanacak,
öğleden sonra da geçen haftadan ertelenmiş randevular değerlendirilecekti. Uzun
süredir göremediğim o kadar çok arkadaşım vardı ki, Gökhan’la birlikte olmaya
başladıktan sonra neredeyse hiçbirini göremez olmuştum. Bu benim kendi seçimimdi.
Bilinçli yaptığımdan şüpheli olduğum bir seçim. Sanki hayatımdaki kişi için
kendimden, kendi yaşadıklarımdan vazgeçmeyi anlamsızca yeter şart sayıyordum.
Gökhan benim hayatıma fazla karışmazdı. Hiç karışmazdı.
Kendi iş hayatı ve sosyal çevresi arasında kurduğu yollar arasında gidip
gelirdi. Çalışmak için bir zaman planlaması yoktu. Gecenin birinde bile bir
müşterisiyle buluşabilir, ciddi pazarlıklar içine girebilirdi. İlk başlarda
buna anlam verememiştim. Belki de alışık değildim. Sonraları kanıksamaya
başladım. O da benim bu rahatlığımdan olsa gerek beni görmeyi hep ertelerdi.
Bazen on beş günde bir görüşürdük. Bazen bir ay. Hiç söylenmedim ona karşı.
Anlamasını bekledim. Olmadı. Karışık bir hayatı vardı. Ben de o karışıklığa
dâhil etmek istemedim kendimi. Bir gün, İtalya’dan döndüğü günün ertesi,
konuşacak gibi oldum “Yalan mı söylediğimi düşünüyorsun?” deyince, vazgeçtim.
İzin verseydim saçmasapan bir yere doğru gidecekti konuşmamız. Hayatında benden başka bir kadın olduğunu hiç
düşünmedim. Yine de bu ilgisizliğiyle tek başıma bırakılmaktan dolayı
kızgındım.
İlk adım her zaman zordur. Dün gece yatağın içindeyken
aklıma gelen, sonrasındaysa büyük bir hızla aklımdan kovaladığım o adam,
Serdar, bir türlü yakamı bırakmıyordu. Evet, bir sevgilim vardı. Ürkütücü
derecede, insanların gözlerimin içine bakarken ne düşündüklerini
anlayabiliyordum. Hoşuma gitmiyordu. Birileri için kendinden türlü
fedakârlıklarda bulunmayı bir türlü becerememiştim zaten. Oldubitti kafamın
dikine gitmeyi sevmişimdir. Başkaları umurumda bile olmadı. Ne derler, nasıl
düşünürler, neyi ister ve beklerler. Bu tarz yaklaşımlara karşı içimi, hiç de
hoş olmayan uyuzluklarla dolduruyordum. Yeri gelince de karşımda kim olursa,
onunla savaşıyordum. Babam hep derdi. “Ne kadar da asisin bazen. Seni
dizginlemek için bilmiyorum ki ne yapacağız. Burnunun dikine gitmeye
bayılıyorsun.” Bense hep bir ağız dolusu bağırarak kızardım babama.
Durduramazdım içimdeki öfkeyi. Asi… Asi... Asi… Yıllarca peşimi bir türlü
bırakmadı bu kelime. Ne zaman buna benzer bir şeyle karşılaşsam sanki babam
yanımdaymışçasına kulağımda, beynimde,
çınladı durdu. Tanrı biliyor ya bir tek onun söylediklerini
unutamıyorum.
Söylene söylene yataktan kalktım. Serdar’a küfrediyordum
içimden. Bana yaptıkları için. Oysa neydi. O beni yalnızca sevmişti. Bitmek
bilmeyen bir arzuyla kendini bana adamıştı. Adanmışlık? Ruhuma bir zamanlar
oldukça yakın olan bir duyguydu. Sonra ne olduysa oldu buz gibi soğudum bu
duygudan. Kime adasam kendimi daima bir yerlerim budanmıştı. En sonunda kesip
atmıştım. Bir eksik bir fazla ne fark ederdi ki! Nasılsa er geç yeni bir şeyle
karşılaşacaktım.
Kalkıp uzun bir duş almanın keyfini hatırlamak istercesine
banyoya attım kendimi. Bedenimden akan su ısındıkça o adamın beni ikna
edebilmek uğruna döktüğü cümleler de damla damla üzerimden akıyordu. Bir yandan
Gökhan’ın hayatımda gittikçe boşalan yeri, diğer yandaysa Serdar’ın o yere her
nasıl olursa olsun girme isteği. Karışmıştım. Aklım da saçlarım gibi birbirine
dolanmıştı. Serdar’ın bu eve her gelişinde üzerimde kalan kokusu kaçmaya, ondan
uzaklaşmaya çalıştıkça daha da fazla siniyordu üzerime. Kimi zaman hafızanın
türlü oyunlarla unutturmaya başardığı bazı anlar, söz konusu kokular olunca
unutulmuyordu.
Duşa girerken, ‘bir daha ne olursa olsun onunla görüşmeyeceğim’
diyor, suyun altına girişimle bu sözü hemen unutuyordum. Ya da ben, onu
unutmayı hiç istemiyordum. Bazen itiraflarla yüz yüze gelmek, insan kendisiyle
baş başa bile olsa kolay olmuyordu.
Sıcak su, Serdar’a olan bağımlılığımı gün geçtikçe artırıyordu.
Eve ilk girişinde yayılan taze parfüm kokusu ilerleyen dakikalarda yerini, uzun
bir sevişme sonrasında birbirimize kattığımız o kokulara bırakıyor ve sıcak
suyun tenime değmesiyle tüm o anlar, şaha kalkıyordu. Ondan arta kalanlardan
arınamıyordum. Bir daha bir daha istiyordum onu. Dudaklarımı öperken kendini
kaybedişini, elleriyle göğüslerimi okşarken içinde zapt etmeye çalıştığı
duygularını, her seferinde yeniden yaşamak için deliriyordum. Bana neler
olduğunu bir bilsem? Uzaklardan, çok uzaklardan gelen bu yabancının beni
böylesine baştan çıkarmasına nasıl izin verdiğimi bir anlayabilsem…
Yok işte, sorumun karşılığı olabilecek bir cevabım yok.
Kendimle dahi baş başa kalamıyorum. Serdar’sız kalamıyorum. Gökhan’ın
varlığından kopamıyorum. Üstüne üstlük bildiğim tüm değer yargıları da alt üst
olmuş durumda. Yine de bu yaşadıklarımdan vazgeçmeyi düşünemiyorum.
Apar topar çıktım duştan. Bornozu kaptığım gibi odaya
geçtim. Önceden olsa kurulanır, üzerime rahat bir şeyler giyer öyle çıkardım.
Canım istemedi. Belki de üşendim. Kanepenin sağ köşesine geçip dizlerimi
neredeyse çeneme kadar çekip oturdum. Kumandayı aldım. O kanaldan bu kanala
dolaştım. Her zamanki gibi hiçbir şey yoktu. Yumuşak tüylü yastığıma koydum
başımı. İstemsizce derin bir nefes aldım. Kokusunu alınca irkildim. Serdar ne
zaman buraya otursa, ‘bu evin erkeği gibi hissediyorum kendimi. Baksana köşem
bile var gelip kurulduğum. Çok huzurlu’ derdi. Gözlerine bakar ve gülümserdim.
Dayanamazdı. Köşeye, sıkıştığım yere, usulca uzanıp dudaklarımı öperdi. Sonra
da belimi sıkıca kavrayıp kendine doğru hızla çekerdi. Karşı koyamazdım. Bir
şeyler söyleyerek onu durdurmaya çalıştığımdaysa hafifçe toparlanıp köşesine
geri giderdi. Hafifçeydi çünkü bir parçasını daima benim yanımda bıraktığını
hissederdim. Gitmesini hiç istemezdim ama o bunu bilmezdi. ‘Peeekii, madem uzak
kalmak istiyorsun, o zaman kalalım’ der, bordo renkli, bol tüylü yastığımı sağ
kolunun altına alıp otururdu. Dayanamazdım. Birkaç dakika sonra ufak diz üstü
sürünüşüyle bacaklarına dolardım bedenimi. Yüzünü avuçlarımın arasına alır,
gözlerinin altındaki o derin çizgilerde yavaşça dolaştırırdım parmak uçlarımı.
Parmak uçlarının tehlikeli olduğunu söylemişti bir defasında. ‘Parmak uçları
hafızayı zorlayan, unutkanlıkları ortadan kaldıran şirin ve aynı zamanda baş
belası bir şeydir’ diye eklemiştim hemen. O görmemişti ama ben, bilgiç bir
edayla gülümsemiştim. O çizgiler sayesinde onun yokluğuyla baş edebiliyordum.
Orası, onu ve onun gizli varlığını sakladığım tek yerdi.
Uzun bir süre hiçbir şey yapmadan uzandım. Masanın üzerinde
duran kitaplara baktım. Hangi arada bu kadar çoğaldığını fark edemediğim
çakmakları saydım. Tam altı tane çakmak vardı. Bu kadar çok çakmakla ne
yaptığımı anlamadım. Yüzümü çevirdim. Kanepenin gülkurusu rengiyle yüz yüze
geldim. Burnumun ucunu bastırarak tanıdık bir şeyler ararcasına olduğum yerde
daireler çizdim. Ellerime baktım. Tırnaklarım renksizdi. Parmaklarımdaki
yorgunluğun sebebini düşündüm. Parmaklarım yorgun muydu gerçekten? Gökhan
aklıma geldi. Bu kadar küçük ellerin güçlü olmasına bir türlü anlam veremezdi.
Kontrol et şu parmaklarını diye durmadan kızardı. Güya kendisini,
şakalaştığımız zamanlarda, benden ona karşı böyle bir güç gelecekmiş gibi
ayarlamamıştı. Ne demekse? Sanki onu usulca sevmemi istiyormuş da ben karşı
koyuyormuşum. Zaten onunla birlikte olmaya başladığımdan beri, ona dair hiçbir
şeyi anlayamadım. Ne zaman konuşmaya kalksam, ilişkimizdeki rahatsızlıkları
dile getirmeye çalışsam ‘dırdır etme, bir kere de sessiz kalmayı’ dene derdi.
Dırdır eden kadınlardan haz etmem. Dırdır eden bir kadın olmadım hiç! Bunu bile
açıklamama izin vermezdi. Varsa yoksa geçit vermez duvarları. Yıkılmayan.
Muhafazakârlıkla modernlik arasında sıkışmış bir benliğin, can çekişen
cümleleri.
Üzerimdeki miskinliği atamıyordum. Bıraksalar saatlerce
uyumak, yan gelip yatmak için sebepler bulabilirdim. Kalkıp üzerimi giyindim.
Bu eve, birbirine karışmaya başlayan seslere daha fazla tahammül edemedim. Ne
zamandır saçlarımı kestirmek istiyordum. Bir iki yıldır nereden musallat olduysa
saçlarımla uğraşmaya başlamıştım. Murat, kuaförüm, beni her gördüğünde yine ne
isteyecek benden bu deli kadın diye şaşkın gözlerle yüzüme bakardı. Hep aynı
şeyi isterdim aslında. Biraz kadınsı, biraz çılgın kimi zaman da çocuksu
ifadeye sahip olabileceğim bir model. O da makası eline alır almaz hızlı el
hareketleriyle oradan buradan kesmeye başlardı. Bilirdi benim uzun süre o
koltukta sabit kalmayı sevmediğimi. Eli hızlıydı. Bu yüzden yıllardır ona
gidiyordum. Hatta bir defasında, kesimi bitirdikten sonra aynaya bakmış ve
kendimi bambaşka bir şekilde bulmuştum. Düşündüğümden daha çılgınca olmuştu.
Otuzunu geçen her kadın anlamsızca, ilerleyen yaş buhranlarına girer ve yaşını
küçültmeye çalışır ya ben de tıpkı onlar gibi kendimi yirmisinde taş gibi bir kadın
olarak görmüş ve kocaman bir çığlık atmıştım. Ayağa kalkıp Murat’a teşekkür
ediyordum ki ‘sen şimdi bana sarılırsın
da bu sevinçle’ demişti. Sarılmamı istediğini biliyordum. Sarılmak ne kelime, boynuna atlayıp iki tane kocaman
öpücük bile kondurmuştum yanaklarına. Murat’ın hayretler içinde kalmış halini
dün gibi hatırlarım. Murat beni severdi. Çok konuşmazdım. O ise sevdiğim
kitaplardan, tangodan bahsedip sorular sorarak beni konuşturmaya çalışırdı.
Aynadan hafif tebessümlerle geçiştirirdim. Sinir olurdu sessizliğime.
Aldırmazdım.
Yaz günlerinin en sevdiğim saatleri, havanın yavaşça
kararmaya başladığı anlarıdır. Ne sıcak ne soğuk olur. Rahatsız eden sıcak,
yerini tatlı bir ılıklığa teslim eder. Keyifli bir yürüyüş için bundan iyisi
can sağlığı.
Dışarı çıktım. İstanbul’un gürültüsü hiç bitmiyordu. Günün
hangi saatinde olursanız olun bir yerden bir yere gitmeye çalışan insan
kalabalığını görmek mümkündü. Bu şehirde insanın kendisiyle bile baş başa
kalması neredeyse imkânsızdı. Onca saat evde pineklediğime kızdım. Hava
muhteşemdi. Otobüse binip bu güzel havayı kaçırmak olmazdı. Yolum oldukça
uzundu ama yürümeye karar vermiştim. Serdar’ı düşünüyordum. Hayatıma girişiyle
alt üst olan her anımı… [İşin tuhaf olan tarafı da mutluluktan alt üst olmuş
bir hayatım vardı artık.] Uyandığım ve uykuya daldığım zaman dilimleri
arasında, aklıma ne zaman düşeceği belli olmuyordu. Hoş oradan hiç çıkmıyordu
ya! Eksik bırakılmış yanlarımı, unuttuğum cümleleri, kendini deliler gibi mutlu
hissetmenin ne demek olduğunu onunla yeniden hatırlıyordum. En güzeli onu
özlüyordum. Birini, içinde herhangi bir şüphe olmadan özlemek güzeldi.
Beklemek, geldiği dakika ona sımsıkı sarılıp onu bir daha hiç bırakmamak
isteği, çok çok özeldi. Zaten bu yüzden kapıyla oturma odasının arasında bir
yerde, uzunca bir süre birbirimize sarılır kalırdık. Sanki oracıkta ondan
kopsam bir daha sarılamayacakmışım gibi gelirdi. Sağ yanağının altına
dudaklarımı, başımı boynuna koyup kokusunu doyasıya içime çekerdim. İlk orada
fark ettim. Ne olursa olsun kalmalıydı. İçimde, aklımda, sözcüklerimde,
dinlediğim müziklerde, yolculuklarda, kalbimde, bana ait olan her duygu ve her
yerde.
Yürümeye başlayalı bir saat olmuştu. Neredeyse durağa
yaklaşmıştım. Sesini duymak istedim. Arayamazdım. Ama buna da alışmıştım. İnsan
her şeye alışabiliyordu. Adımlarımı hızlandırdım. Çünkü ne zaman bir duygudan
kaçsam böyle yapıyordum. Koşarcasına yürüyordum. Düşüncelerimle hızlanan
adımlarım arasında bir şeyleri hatırlamak daha zordu. Otobüs çabuk gelmişti.
Yine tıklım tıklım doluydu. Kokular, bedenler, yüzler, koltuk başlarını tutan
eller, her şey birbirine girmişti. Kimseye dokunmadan arka köşede kendime bir
yer bulmuştum. İstemediğim hiçbir şeyin tenime dokunmasından hoşlanmıyordum.
İki büklüm o köşede, aklımda Serdar’la gidiyordum.
Otobüsten birkaç durak erken indim. Ne zamandır, bu şehre
ilk geldiğim günlerde yaşadığım zor zamanları atlatabilmek için kendime
bulduğum kırık dökük, boyası dökülmüş o bankta oturmamıştım. Hani bazı şeyler
vardır, birine anlatamayacağınızı ya da anlatmanın zahmetli olacağını düşündüğünüz…
İşte o bank, benim dile dökemediklerimi dinleyen sessiz sedasız arkadaşımdı.
Haliç her zamanki gibi tek başınaydı. Nedense bu her yandan
kıstırılmış su parçasını kendime benzetirim oldum olası. Sanki Hasköy’den,
Fatih’e uzanan bir yalnızlığın karşılaşması gibi bakar gözlerime, sessiz ve
yalın. Tüm giysilerini üzerinden çıkarıp bir kenara fırlatmıştır.
Çırılçıplaktır ve üşüyormuşçasına titrer. Havanın sıcaklığına aldırmayışı kendi
yazgısına düşülmüş tarihtendir belki de. Onca hezeyan, onca savaş ağır
gelmiştir yüreğine de böylesine kapana kısılmıştır Haliç’in bahtı. Sessizliği
canımı yakar. Oysa konuşsun isterim. Acılarından, çekip gidenlerden…Sesini duymasam da bana bir şeyler
fısıldasın. O susmayı tercih eder ama ben anlatırım içime binlerce kor bırakıp
kaçıp gidenlerin öyküsünü. İşte bugün de sırf birkaç söz söyleyeyim de beni
duysun diye buraya gelmiştim. Sesimi duyurabildiğim için şanslıydım.
Başladım anlatmaya vakit kaybetmeden. Kuş sesleri karıştı
mırıldandığım cümlelere. Gülümsedim. Doğanın cana yakın, insancıl tarafı beni
her zaman kendime getirmiştir. Böyle anlarda bir dostun bile kapısını
çalamayacak kadar insanın kendi başına kalmış olması acıydı. Birkaç defa
dilimin ucuna gelse de söylemek için çırpınsam da başarılı olamamıştım. İçteki
sızıyı dağıtacağını düşündüğün an geliyor sanki hiçbir şey paylaşmamışsınız,
onca arbededen birlikte çıkmamışsınız, her ne olursa olsun yan yana kalacağız
sözleri hiç söylenmemiş de, sana uzak bir şehirmiş gibi orada öylesine
durabiliyordu. Yargılanma olasılığının böylesine ağır bir duygu olduğunu en
nihayetinde ben de öğrenmiştim. Korkuyordum. Belki bana o an içinde,
yaşadıklarımı anlatırken sessiz kalacaktı. ‘Seni anlıyorum can dostum’
diyecekti. Peki ya sonra, sonra hiçbir şey olmamış gibi mi davranacaktı?
Davranabilecek miydi? İçten içe bana kızarken ağzından çıkan kelimeler beni mi destekleyecekti? Ya da gönülsüzce bana mı bırakacaktı seçimi. Samimiyetsizlik kadar sinirlendiğim çok az şey vardı. O yüzden bütün olanları kendime saklamak daha kolaydı.
Hiç değilse kendi kendime attığım tokatların üstesinden gelebiliyordum. Ama
onun tokadını hiç yememiştim. Biliyordum, ağır gelecekti. Kendimi aşağılanmış,
aşağılık bir şey yapıyormuş gibi hissedecektim. Sustum. İçim yana yana sustum.
Bazen vicdanın içten gelen sesini duymak daha gerçekti. Ona birisi müdahale
ettiğinde baş etmek için çok daha fazla çaba sarf etmek gerekiyordu.
Güneş iyiden iyiye kendini gözden kaybolmaya başlamıştı.
Gökhan kim bilir neredeydi? İlişkimizin gideceği bir yer yoktu. Birbirinden
haberdar ama aynı oranda da uzak olan iki insandık. Varsa yoksa Serdar’ın
kuşattığı bir evrenin ayak izlerinin peşinden gidiyordum. Haliç bile içimdeki
birden fazla sesin durulmasına yardımcı olamamıştı. Ne kadar anlatsam da her
cümle bambaşka bir anı da beraberinde getiriyordu. Boşalan duyguların yerini
yenisi alıyordu. Oturduğum banka gözüm ilişti. Hiç tanımadığım insanların bıçak
darbeleri, isimleri, muhtemelen yağmurdan silinmeye yüz tutmuş birkaç kelime, hepsi
bir hikâyenin dile getirilmiş kahramanlarıydı. Onlar da benim gibi burada
oturmuş, bir şekilde kendilerini ifade etmeye çalışmışlardı. Bir yerlerde hiç
tanımadığımız ne kadar da çok ortak kader anlatısı vardı. Bu nedenle
sahiplenmek kolay oluyordu.
Gökhan’ı aradım. Her zamanki gibi uzun uzun çaldı. Ses yok.
Birkaç gündür ona ulaşmak neredeyse imkânsız hale gelmişti. Operatörlerin
sevimsiz bant kayıtlarını dinlemek sinir bozucuydu. “Aradığınız kişi şu anda
bir başkasıyla konuşuyor, aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor, aradığınız
numara artık kullanılmamaktadır.” Benimse aradığım numara artık açılmıyordu.
Biraz daha oturdum. İçimden geçenleri söylemediğim
zamanlarda başlayan kaybolmuşluk hissi içtiğim sigaranın dumanı gibi etrafımı
sarıyordu. Yine de burayı seviyordum. Bir şekilde beni anladığını, varlığımın
bile anlaması için yeter bir sebep olduğunu hissedebiliyordum. Nesnelerin
dünyası sadeydi. Bizim gibi hesapları yoktu. Düşünmek, insanoğlunun ödediği en
büyük bedeldi. Yollar iç içe girmeye ve o yollar üzerinde lâbirentlerimizi
kendimiz yaratmaya başladıkça, mutlak sona kadar devinim devam edecekti.
Fedakârlık yapmayı hiç bilmeyen bir insan bile olsa, eninde sonunda herhangi
bir şey için yapacaktı. Güzellikle olmayan zorla oluyordu nasıl olsa.
Eve gitmeyi istemiyordum. Ağır ağır doğruldum. Karşıda,
Balat tarafında havai fişekler patlıyordu. Yaz, kış demeden aşina olduğum bir
görüntüydü. Balat ve o taraflar için havai fişekler, geceyi karşılayan güneş
ışıkları gibiydi. Önce ıslık çalıyormuşçasına yükselen, ardından güm diye yavaş
yavaş inişe geçen bir ses duyarsınız. Oysa bir havai fişek neye benzer hiç
bilmem. Üstelik çoğu zaman da korkarım. Kim bilir birileri de bu durumdan
mutludur. Hayat karşılıksız çek gibiydi biri size mutlaka veriyor ama iş bozdurmaya
gelince, karşılığını bulamıyordunuz.
Haliç’in kıyısından Koç Müzesi’ne kadar yürüdüm. Oradan yol
kenarındaki daracık kaldırımlardan ilerleyerek Aynalıkavak’a kadar çıktım.
Burada nerdeyse her ev, her bina birbirine kapı komşusudur. Bitişik nizamda yükselir
her şey. Başınız döner. Gökyüzünü görememek ürkütür kimi ara sokaklarda. Ama
sıcaktır da buranın kalabalığı. Havası yalnızca kendinedir. İstanbul’un
gürültüsünün, birbirinden uzak insanlarının sözü geçmez. Kendi halinde kapana
sıkışmış bir hali vardır. Demirciler, oto tamircileri, fabrikalar eşlik eder
yol boyunca. Hele böyle neredeyse geceye dönükse zaman, karanlıktır da. Sokak
lambalarının dermanı yoktur. Aydınlığı bir tek kendinedir.
Aklımda eksilmeyen düşünceler, kalbimde elimi kolumu bağlayan ve asla dikiş tutmayan bir ilişki karmaşasıyla yol boyunca yürüdüm. Gelen ilk otobüse atlayıp Şişhane’de indim. Ara sokaklardan Pera’ya çıktım. Burası İstanbul’un en sevdiğim yerlerindendir. Eski binalar tuhaf hikayeler anlatır size. Tarihin koridorlarında yankılanan sesler duyarsınız. Adımlarınız sessizce eşlik eder bu yolculuğa. Kabarelerde çalınan müzikler dolar kulaklarınıza. Sanki birdenbire zamanda bir anı atlamışçasına gözünüze değen her yer her şey başkalaşmaya, bugünün çok sesliliğinden uzaklaşmaya başlar. Birkaç yüzyıl öncesine yapılan bu geçiş içinizi anlatılmaz bir coşkuyla kaplar.
Bu geçiş bana iyi geliyordu. Her defasında aynı duygularla, aynı sokaklardan geçiyor olmak içimi dolduruyordu. Bir şansım olsa, zamanda geriye gidebilsek hiç düşünmeden o geçmiş hikayelere giderdim.
Akşam olmuştu. Biraz hayaller biraz da gerçeklerle günü devirmiştim. Elde kalan yine aynı hezeyanlardı. Serdar zamanı geldiğinde hayatımdan çekip gidecekti. Biliyordum. Ne ben onun hayatına tam olarak girebilecektim ne de o benim hayatıma girebilecekti. O son noktaya hangi koşulda geleceğimizi bilmeden gizli kapaklı gerçekliğimizde zamanı öldürmeye çalışacaktık.
Saat gecenin üçü. Yine ne yaparsam yapayım uyuyamıyorum. Küçük
bir kız çocuğunun dinlemeden uyumayacağı bir masal gibi ben de sana dair bir
şeyle karşılaşmadan lanet olası gözlerimi kapatamıyorum. Sabah, er geç olacak.
Gökyüzü ya derin bir maviyle kaplanacak ya da gri siyah bulutlarla örtünecek.
Gündelik telaşlar sabahın erken saatleriyle birlikte ayaklarımıza dolanacak ve
ikimiz de birbirinden farklı yollarda, bir yerlere yetişmek için yola
koyulacağız.
Bin bir zorluklarla günü devirmeye çalışırken aklımıza gelip orada
çöreklenen anların bekleyişiyle birbirimizi deli gibi özleyecek, bir araya
gelmenin fırsatlarını yaratmak için çaba sarf edeceğiz.
Ve gün gelecek bütün çabalarımız çaresiz kaldığımız bir gerçekle son bulacak… Yine de sen hep hayatımda kal olur mu?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder