“Birçoğumuz çöl hayatı yaşadık:
Yüzeyde çok küçük, yerin altındaysa muazzam.”
Clarissa P. Estés
Sis…
Gözlerini kapattığı yerde baştan
aşağıya donuk bir resmin içerisinde dıştan bir izleyici olarak ama olabildiğince
de içeriden geçmişin izlerini takip ediyordu. Kalbindeki kuş, midesindeki
kelebekler çoktan göçüp gitmişti başka diyarlara. Zordu. Hem kendisine tanıklık
etmek hem de kendisinden uzaklaşmaya çalışmak. Kahramanın bir adı yoktu. Kadının
da. Bir mevsimin tam da diğer bir mevsime kavuşma anında gelmiş, öteki mevsimin
başında hemen yanı başına uzanmıştı. Elbette izin vermişti. Soğuktu. Isınmaya,
kuşandığı bütün o kalın giysilerden kurtulmaya ihtiyacı vardı. Teslim olmak,
bedenine ve ruhuna ait her bir parçayı koşulsuzca sunmak üzere kodlanmıştı. İşte
sırf bu yüzden hayattaki bütün sorgulamalarını devre dışı bırakmış, avuçlarını
kavramasına sesini çıkarmamıştı. İki yalnızlıktan bir bütün, belki bir doğru
olur sanmıştı.
Kış mevsimine aldanmak kolaydı. Bir
şeyleri kendi duygularından bambaşka uçlara savurmayı, savurduğu yerden
toplamayı, sonra yeniden ve yeniden dağıtıp durmayı hayatın ona bahşettiği bir
oyunmuşçasına sahiplenmişti. Birinin ona sahip olmayı istemesinden çok teslim
olduğu kişiye bir düşün peşinden koşar gibi varlığını adamayı seçiyordu. Sezgisel
bir kabul, sabır, derinlerde kanayan yerlerini iyileştirme gücü doğuştandı. Yok
etmeye çalışanın önünde sonunda kendi yokluğunu kuşatacağını bilmesine rağmen
peşinden koştuğu adamın varmış gibi görünen varlığını her geçen gün bir önceki
yıldan daha da fazla kabulleniyordu. İçindeki tüm yaşamsal sıvıları sömürmesine,
zevklerinden uzaklaşmasına, kendi boşluklarını ve doymak bilmeyen açlıklarını
onunla ama mümkün olduğunca ondan uzakta kalarak ört bas etmesine sesini
çıkarmıyordu. Usul usul yanına sokulmayı, birkaç can alıcı cümleyle yüzüne
düşen gölgelerinden sıyırmayı o öğretmişti. Adamın yüzeyde göremediği ama kadının,
derinlerde neredeyse baş edilmesi gittikçe zorlaşan kuraklığı büyüyordu. Sis bütün
ruhuna ve bedenine yayılıyor, onu ele geçirmeye başlıyordu. Sahte bir özgürlük
duygusunun altın çanakta sunulduğu yanılsamasıyla kendi mutluluğunu tek başına
yarattığının farkında ama gerçeklerden de oldukça uzakta bir uzlaşı oyununu
eksiksiz oynuyordu. Geçmiş yaralıydı. Ve geçmişin yaralarının bugünündeki baş rolünün
adı: ‘kabulleniş’ adlı avdı. Kurtlar sisli havayı seviyordu. Bu da kadının
bedeninden ziyade ruhunun ölümünün gerçekleşmesi demekti.
Mantık…
Doğru soruyu sorabilme
cesaretinin ilk ne zaman elinden alındığını hatırlayamıyordu. Oysa onu cevaba
götürecek her eylem önemliydi. Kırgınlıklarının, arkada neler olup bittiğine
dair önsezilerinin birer birer silinmeye başladığı, içten içe yaşamsal
bulgularının yok olduğu o can alıcı zaman dilimini ilk nerede arkasında
bırakmıştı? Meraklarını yitiriyordu. Aklında kalan bir kitap cümlesinin
peşinden gitmek için hafızasını yokladı. Yıllar her şeyin üzerinden geçiyordu. Anılarının,
anlarının, durumların, hafızasının, meraklarının… Sayfalarca okunmuş kitapların
arasında, kayboluşunun önüne geçen sayısız bilginin içinde durmaksızın aklındaki
odaları kurcalıyor, altını çizdiği her cümleyi o tek cümleyi bulabilmek uğruna
yeniden okuyordu. Karmakarışık yollar içinde yürümeyi istemeden de olsa
öğrenmiş, çıkmazları tanımış, kısa
vadeli de olsa çıkış yollarına girmekte ustalaşmıştı. Bu döngüyü kıramıyordu. Çünkü
çıkış sondu. Ama o, kendi tarihine çelme takacak sonu bir türlü bulamıyordu.
Bir gece, kimine göre kısa ama
ona göre oldukça uzun bir sessizlikten sonra adamın sesini duydu. Her şeyin
başlangıç anı coşkuludur. O da coşkuyla sarıldı adamın sesine. Adam da ona…Günlük hikâyelerin sonrasında adam, arada
oluşan bütün özlemleri yok sayarak kendini anlatmaya, kendi yokluğunu
sıralamaya ve kendi varlığını gitgide sildiğinin farkında olmayarak kadını yok
saymaya başladı. Kadın yoktu. Hiç yoktu. Kısa bir sessizlik oldu. Kadın sustu. Adam
da sustu. Adam kadının derin bir nefes alıp sessizliğini saklamaya çalıştığını
hiç anlamadı. İşte o sessizlikte kadın defalarca “Ben, peki ya ben bu yokluğun
neresindeyim?” diye sorup durdu. Kadın sessizlikte konuştu. Sessizliği bir zırh
gibi kullanıp adamın o zırhı delip geçmesini bekledi. Adam geçmedi. Sessizlik sustu.
Ses yok oldu. İşte tam o esnada kadın, o kitaptaki cümleyi düşürdü önüne:
“Uygun bir şekle giren soru, her zaman
arkada neler olup bittiğine dair temel bir meraktan çıkar.”
Çıkışa doğru...
Yol bir kez daha önündeydi. Her şeyi
göze almakla başlayacak bir sancıyla, belki de gerçeklikle yüz yüze gelme vakti
yaklaşmıştı. Bilinci en büyük sığınağı olacaktı. En sağlam tutması, en özen
göstermesi gereken yeri…
“Gördüklerine dayanma yeteneği kadının derin doğasına –bütün düşüncelerin, duyguların ve davranışların beslendiği yere- geri dönmesini mümkün kılar.”
Kapı neredeydi?
Not: İtalikle belirtilen cümleler
Clarissa P. Estés’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabından alıntılanmıştırç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder