“ne güzel uyurduk biz kavgasız gürültüsüz
bir yara bile olsa şuramızda buramızda”
Turgut Uyar
Sessiz ve yavaşça ilerliyordu parmakları. Birazdan saatin dolacağını ve az önce yanı başında yüz üstü yatarak yarı uyanık bir halde parmak uçlarının ilerleyişini tenine kazıyan adamın gideceğini biliyordu. Yine de hiç acele etmeden sırtındaki bütün tümsekleri usulca okşadı. Dilinin ucuna her defasında gelip de ondan esirgediği cümleleri teker teker dolaştığı yerlere bıraktı. Gece hiç olmadığı kadar gürültülüydü. Kalbindeki sesler mi yoksa aklıyla verdiği mücadelede ona yeni engeller çıkartan güvensizliği mi bunca sese neden oluyordu? Sorgulamalardan da bu hayata dayanabilmek için her defasında yeni bir hayal bulmaktan ve o hayalin peşinden koşmaya çalışmaktan da çok yorulmuştu. Nereye varacağını bir türlü kestiremediği bu sır dolu ortaklık, zaman geçtikçe kalbinde geniş bir yer kaplamaya başlamıştı.
Vücudundaki her köşeyi artık çok iyi tanıyordu. Tanıyacak kadar birlikte vakit geçirmişlerdi. Zaman doğurgan değildi. Onunla birlikte geçirdiği her gece bir sonrakine, bir sonrakine ve hep aynı sona bağlanıp duruyordu. Değişen hiçbir şey olmuyordu. Kendisi hariç. İlk günlerde kaçmak için yollar ararken yıllar geçtikçe kendi yazdığı ‘son’dan ne kadar da uzaklaştığını fark ediyordu. Tüm o klişe tanımlarıyla aşkın gerçekte böyle bir duygu olup olmadığını bulmaya çalışıyordu. Son üç yıldır onunla yaşadıklarının kalp çarpıntısı ve sinir nöbetleri arasında tutunacak bir yer arıyordu.
Bir yabancıdan bütün bir geçmişi çekip almak kolaydı. Bir gece, üç gün, iki ay… Ama o artık bir yabancı değildi. Üstelik hem her şeyi hem de hiçbir şeyiydi. En zoru da buydu.
Parmak uçlarındaki şarkı hâlâ bitmemişti. Yarım saatten fazla bir süredir bıkmadan kollarına, kasıklarının başladığı yerdeki minik çukurlara, gezindikçe ürperen tüylerine, en çok da geniş bir ovaya benzeyen sırtına kendince bir şeyler anlatmıştı. “Beni unutamayacaksın.” “Olur da başka bir kadına dokunursan ben, olmayacağım.” “Neden birbirimize bu kadar geç kaldık ki?” ve daha niceleri… Yani tam da o anlarda yüzünü dönse ve: “Aklından ne geçiyor?” diye sorsa asla yüzüne karşı söyleyemeyeceği cümleleri, ellerinin marifetiyle dua eder gibi bedeninin içinden geçiriyordu. Çünkü biliyordu. Ten unutmazdı.
Kolları yorulmuştu. Saate baktı. Gitme vaktinin geldiğini bilmesine rağmen sesini çıkarmadı. Parmaklarının altında öylesine sessiz ve öylesine huzurlu uzanmıştı ki hangi sebeple hayatına aldığını ve aslında burada olmaması gerektiğini bildiği adamı uyandırmak istemedi. Bugüne kadar uykuya daldığı anlarda onu uyandıran, istemeden de olsa -uğurlamak için- kısıtlı dakikalarını üzerine giydiği geceden sıyrılan hep o olmuştu. Gözlerini kapattı. Hiç gerçekleşmeyecek bile olsa kendi hikâyesinin kahramanı olmaya devam etti. İçinde hep bir gong sesiyle, uyandırmamaya çalışarak.
Çok değil bir saat sonra ürpertiyle uyandı. Boğazında eskiden kalma bir düğüm, nefes almasını zorlaştırıyordu. Gözlerinde birikmeye başlayan yaşlar, sağ koluna başını koyduğu adamın omzundan aşağıya doğru akmaya başladı. Her defasında geride kalanlara ağıt yakar gibi acıyla… Adam ıslaklığı fark etmiş olmalı ki göz kapaklarını istemeye istemeye açıp: “Ağlıyor musun?” diye sordu. O anda bütün ayrılıklarının ve bütün bekleyişlerinin mevsimi canlandı. İçinde büyük bir gök gürültüsüyle zor da olsa yutkunarak cevap verdi: “Hayır!”
Sonra bütün o gecenin büyüsü, yokluk uykusu bozuldu. Adam: “Gitmem gerekli.” diyerek ve apar topar bedenini sürükleyerek kadını, yataktaki yetmiyormuş gibi ruhunda da kocaman bir çukur bırakarak kalktı.
GONG!
Oda, kadranından fırlamış akreplerle doldu. Yanaklarından süzülen gözyaşları kanadı. Gerçekler hep haklıydı. Kimi zaman baş etmek için hikâyesinin kurgusuyla oynasa da er geç sonu onlar yazıyordu. Peşinden gitti.
Kapının önünde durmuş bekliyordu. Geceyle birlikte o da giyinmişti. Vaktimiz yok demeye meyilli ama sessiz kalmayı tercih eden gözlerine baktı. Gökyüzü gibi çıplak ve çaresizdiler. Bir süre öyle kaldılar. Çoğu başarısız birkaç deneme sonrasında bu hikâyenin asıl anlatıcısının kendisi değil de “O” olduğunu bedeninde kalan sıcaklığa sarılınca anlamıştı. Öylesine ona aitti ve o, öylesine ona sahipti ki bir yanlışlığın isimsiz iki kahramanı olarak hikâyedeki yerine razı oldu. Kapıyı açtı.
Çünkü iyi biliyordu. Ten unutmazdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder