Hep aynı ilkbahar sabahında uyanıyorum. Yataktan bir heyecanla kalkıp elimi yüzümü yıkamış, mide ağrılarıma kulak asmayıp kahvaltı yapmadan ilk kahvemi içmiştim. Hani kelebekler derler ya hani bilirsiniz işte, çoğu zaman tanımlamakta zorlandığımız ama tanımı yapılmaktan da hiçbir zaman vazgeçilmemiş yegâne duygudan bahsediyorum. Önce içe doğru burkuluruz tıpkı "a" gibi sonra biraz bükülür, bi gayret dışa döneriz tıpkı "ş" gibi sonra dimdik durur ve kollarımızı açarız tıpkı "k" gibi...
Hep derim harfler büyük çığlıklardır. Baştan sona bütün bir hayatın çalkantısını barındırırlar. Düşünsenize sadece yirmi dokuz taneler ama bir araya geldiklerinde doğumlar, savaşlar, kavgalar, mutluluklar, ölüm, korku, kıskançlık aklınıza gelebilecek her şeyin müsebbibidirler. Ben "ah!" derim siz bilmezsiniz neden derim. Sen bir "ah!" dersin ben deli gibi merak ederim. Bu çığlıkları hergün duyarım.
O gün de duymuştum. İçim bangır bangır bağırıyordu. Onca zamandan sonra bir hayran kalışın zindanında tek başına zamanı tüketmek için beklerken çıkagelmişti. Kapıyı açtım ve dışarı çıktım. Saatlerle yarışmanın, sevdiğine varacak olmanın en doyumsuz anları değil midir o kelebekler? Kim demiş kanatlarımız yok diye? Kim söylemiş uçamazsınız diye? Ben uçtum. O yüzden gökyüzünü çok severim. Bu yüzden biraz mavi biraz yeşil biraz beyaz ve biraz da laciverttir bakışlarım.
Midem hâlâ o gün kahvaltı yapmadan kahve içtiğim için ağrır. Akşam üstü arabacıdan satın alıp da yediğimiz köftenin kokusu hâlâ burnumun ucundadır. Ve uzun uzun yürüdüğümüz yolun sonunda ayrı yollara giderken birbirimize değen parmak uçlarımızda bıraktığımız izlerin hatırası, dokunduğum her eşyada hâlâ bana kendini hatırlatır...
Bir tek sen duy diye, sen anla diye...!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder