Giriş cümlem yok. Aslında bunu öyle sanabilirsiniz ama pek değil. Evin içinde bir koşturmacadır gidiyor. Sanki yüz yıllık bir tatile çıkacakmışım, bir daha hiç dönmeyecekmişim gibi valizi bir dolduruyorum bir boşaltıyorum. Aklıma yaz tatiline gittiğim günler geliyor. Bir haftalık elbise programlaması yaptığım o son gece telaşları. Dünyayı satın almışım. Ama en çok da siyah ve kırmızıya ait ne varsa tıkmışım dolaba. Askılar ağırlığından çıldırma noktasına gelmiş. Her biri tonlarca elbise taşıyormuşçasına sağdan soldan boyunlarını bükmüş. Bense hâlâ ne giyeceğimi bulamıyorum.
Ruhum daimi bir serzenişte. Benim evin inişleri de çıkışları da adamı öldürür. Ben de öldüm. Çok öldüm. Şu inatçılığım da olmasa, bu koyu kahverengi gözlerle bir daha dünyayı nah görürdüm. Nah dedim de çok eskiden bir çocuk vardı. Adını şimdilerde hatırlamıyorum. Ne zaman bir araya gelsek: " Nah şurda bi adam var. Onun da eski püskü bi evi. Oraya gidelim mi?" der, dururdu. "Ne yapacaz?" derdim. "Nah şurda bi ev var." diye başlardı yeniden cümleye. O eve hiç gitmedim. En çok da o çocuğun istediğini yerine getirmediğime üzülüyorum. Ne yapıyordur acaba? O eve girmiş midir, bilmiyorum. Geçmiş böyle en olmadık zamanlarda yoklama almaya başladı. Anlar geliyor gözümün önüne bense durmadan onları savuşturmaya çalışıyorum. Abuk sabuk şeyler hatırlıyorum. Nohut topladığım, közde patates pişirdiğim, bu nasıl bir giysi deyip de ehramın içine girmeye çabaladığım onlu yaşlarım aklıma geliyor. Yıkıntıların arasında minnacık şeyler arıyorum. Annem hep der: "Ne kadar da güzel bir çocukluğun vardı halbuki nasıl olur da hatırlamıyorsun hayret ediyorum." Ben de bilmiyorum anne. Ne yaptım, nasıl yaptım da onca şey silinip kayıplara karıştı? Benden uzaklaştı, bulamıyorum. Belki de yakın zaman ait ne varsa geçmişimi silerek soluk alıyor. Belki de bu, benim ödediğim bir diyet. Geçmişimden vazgeçmem karşılığında bugünümde yaşadıklarımın ağırlıklarından kurtuluyorum.
Ehrama sarınmak zor işti. Hayal meyal olsa da kollarıma doladığım o tuhaf, iplikleri batan giysiyi anımsıyorum. İçinde kaybolmacasına, sırf meraktan boncuk boncuk terlemiştim. Sahi, koyun yünü müydü o? Siz bilmezsiniz kurutulmuş tezeğin içinde pişen pembe patatesin tadını. Mübarek öyle güzel olurdu ki yemeğe doyamazdım. Şimdi nerede bulacaksın o ince kabukluyu?
Atmaya da birine vermeye de kıyamıyorum şu elbiseleri. İnsan yirmi yedi yıllık bir eteğin içine hâlâ girebilir mi? Ben giriyorum. Aynanın karşısına geçip kendime baktıkça Mersin'in bir kasabasındaki güneşli günlere gidiyorum. Havuz çocuğuydum. Saatlerce ellerim buruşana, annem çık artık diyene kadar havuzdan çıkmazdım. Boyumu aşan yerlere girersem ölür müyüm diye düşünürdüm. Merak işte. Bir çocuğun en büyük kumarı. Şimdi zorlasanız girmem havuza. Ben artık bir deniz kızıyım.
Saatlerdir elbise dolabının karşısındaki yatağımın üzerinde bağdaş kurmuş dolabı izliyorum. Kapıları ardına kadar açık. Sanırsınız içeride cümbüş var. İç içe geçmiş elbiselerin dikiş yerlerinden sesler yükseliyor. Her şey, bütün anılar birbirine karışmış. Çoğunu unutmuşum. Ya da onlara yaptığım gibi aklımın en gerisine tıkıştırmışım. Dolabın içinde kocaman bir elbise çukuru yaratmışım. Bazılarına ulaşmak neredeyse imkânsız. Bir askının üzerinde on beş yıl üst üste durabilir mi? Duruyor işte! Bir tek yeni aldıklarımdan çıt çıkmıyor. Onlar bu kargaşada sessiz ve kimliksiz bekliyorlar. Günün hangi saatinde, nerede ve kimlerin yanında arz-ı endam edeceklerini bilmiyor olmanın tedirginliğini yaşıyorlar. Tıpkı benim gibi...
Annem uzaklardan bana bakıyor. "Ne yapacaksın bunca elbiseyi, biraz para biriktir. Daha düzgün şeyler al. Çocuk değilsin artık. Boğazından kesmiyorsundur inşallah." diyor. Bense hep aynı sözlerle, annemin yıllar yılı söylemekten usanmadığı cümlelerini savuşturuyorum. "Aldım işte."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder