Ne zaman istediysem o zaman
yürüdü ayaklarımda dünya. Deli bir huzursuzluk hali bendeki. Dudak kenarlarımda kısa kısa gülümsemeler.
Sigaram hep biraz alıngan. Küçük ayrıntıların, büyük bekleyişlerine özlem
duyuyor ellerim. Ne yana baksam, hiçbir şey açık seçik görünmüyor. Durmadan
uğurluyorum. Sonu gelmeyecekmiş gibi hatırlıyorum. Bir şeyler vardı. Kaç gece
oldu unuttum. Yirmi, on, on dokuz, seksen... Sıralamanın ne önemi var ki? Akşam
oluyordu. Her zamanki gibi aynı yerde onu bekliyordum ama o yoktu. Sonra ben
unuttum. O da unuttu.
Dokunduğum her bedenin yitirilişe
adım adım yaklaşmasındaki bu benzeyiş, gökyüzünü anlatan masallar kadar çirkin.
Haksızlık etmek istemem. Sadece bir zamanlar ne de ihtişamlı kanmışım demekten kendimi
alıkoyamıyorum. Bağışlayacaksanız,
sizler bağışlayın beni ama yaşanmadıktan sonra hangi masal güzel ki? O
yüzden, güzel kaybedişlerim var benim. Uğruna kadehler dolusu denizleri
devirdiğim rüyalarım. Yok, hayır, pencerelerin bir suçu yok. Onlar yalnızca bu
anlatışta bir mizansenin suç ortakları. Nefes almak uğruna açıp boğularak
kapattığım bir dünyanın mandalları. Korkmayın, biraz topukları kırılsa da
rüyalarımın elbet onlar da doğrulacak bu bahar akşamını karşıladığım yerde. Yol
bunun için değil midir? Ben de düştüm yola. Ardımda rüzgâr gibi geçen günlerin
sıcak soluğuyla.
Şu sancı geçmedi gitti bir türlü.
Böyle büyük bir sevdanın, tanıdığım hiç kimseye gölgesi düşmeden hemen yanı
başımdan geçip gitmesinin üstesinden nasıl geleceğimi bilmiyorum. Belki zaman,
şimdi değildi. Hani hep geç kalır ya birileri bir diğerine. O da böyle bir son
sözün görkemine aldanmıştı belki de. Sağ elinde onlarca isyanın izi, içinde
kimselerin çözemediği bir gürültüyle gelip girdi dünyama. Sonra alabildiğine
büyük bir uğultu bıraktı ayak bileklerime. İşte ben o an durdum. Yürüyemedim.
Kendimden geçtim. Zaman da değildi belki tüm bunlara ortaklık eden; önce
korkunç bir sessizlik baş gösterdi. Evin odalarındaki şenlik alayında nereye
kaçacağımı bilemedim. Ardından İstanbul dönmeye başladı. Ben soyundum. Kapıyı,
birbirine karışmış seslerimizin üzerine kilitleyip kaçtım.
Beyoğlu'nun arka sokaklarından
kalabalığa karışmadan Karaköy'e indim. Kısmet diye bir şey varsa şayet benim
masa yine bomboştu. Galata akşama hazırlanıyordu. Işıkları bir bir yanmaya,
müdavimleri kim bilir kaçıncı buluşmanın son dönemecine girmek için kapılarını
çalmaya başlıyordu.
Bu salaş meyhanenin en anlamlı
yerinde ben oturuyordum. Mezeler tamdı. Kavunu sevmezdim ama kavun kokusunu
severdim. Rasim Amca bilirdi neleri sevdiğimi, sormasına lüzum yoktu. Gülerdi
böyle dediğimde bana. Gülüşünü izlerdim. Zaten bu mevsimde kavun da olmazdı.
Ama ben yine de söylerdim. "Deli kız." derdi. Sanki ben herkes için
hep biraz deliydim.
Önceleri, üniversitedeyken, sek
içerdim rakıyı. Sonra ne olduysa kimin oyununa geldiysem bir daha tövbe
koyamadım ağzıma susuz. Aslında nedenini biliyorum da varsın küller yerinde
ağırlansın.
En kuytuda, tahta masanın
kenarındaki büyük çatlakla, bir küçük rakı şişenin koynunda gelen geceyi
selamlamaya hazırlanıyordum. Onca yokluğun, bu küçük ayaklara çörekleneceğini
nereden bilebilirdim ki?
Taş plak henüz suskundu. Bir
sigara yaktım. Bazen, içtiğim ilk sigaranın dumanının nereye uçup gittiğini
düşünürüm. Hele ki böylesine yalnız ve aklım karmakarışıkken. Sanki o da alıp
başını gitmeye meraklıymış gibi gelir bana. O yüzden, bilinmezliğe kaçıp
gitmesin diye olabildiğince içime çekerim. İsterim ki usulca içime uzansın.
İyice sokulsun. İçimde dağılsın ve orada öylece kalakalsın.
Bu gece, yıldızlar çıt
çıkarmıyordu. Rakı bardağımı elime alıp deniz kenarına yürüdüm. Denizin sohbeti hep uzun olurdu. Günlerce
susmadan konuşsanız sanki derinliklerinde sizi misafir edecek koca koca odaları
vardı da usanmadan dinlerdi. Üzüldüğüm, kendimi hırpaladığım onca gece, kendi
kavlince konuşurdu. Bilirdim, ne zaman dalgalansa bana kızmaya başlardı. Bir
başıma kalmama hiç izin vermezdi. Bazen o kızardı, ben susardım. Sanki hiç
tüketilmeyen bir aşkımız vardı. Hatıralarımın en sulu yandaşıydı.
Kısacık sürmüştü. O beni
uyarmıştı ama ben dinlememiştim. Gidişine alışırım sanmıştım. Tanıdığım ve
artık iyiden iyiye ezbere bildiğim çığlıklar duyuyordum. Nerede, kim varsa işte
hepsi birer birer gelip kuruluyordu etrafıma. Birkaç yudumda beyaza bulanan bir
sarhoşlukta kırıp dökmediğim ne varsa onlara da dokunmuştum. Kısacık bir an
karşıma dikildin. Sana baktım. İstanbul'a nasıl sokulduysam sana da öyle
sokulmuştum. Sokak sokak, cadde cadde geçivermiştim teninden. Sabah akşam
bekledim seni. Vurgun bir tek denizde olmuyordu.
Dalmışım. Rasim Amca'nın omuzuma
dokunmasıyla irkildim. "Kavun yok mu?" diye sordum. Gülmedi. Kaş göz
işaretiyle masana geç artık dedi. Eteğimi silkeleyip kalktım. Eteğimde
sabahlara kadar birbirimize karıştırdığımız gecelerin hiç geçmeyen kokusu.
Belki dedim içimden, olur ya, şu rüzgâr taşır sana içine hapsettiğim kokuyla
anlatamadıklarımı. Şimdi sen kim bilir nerelerdesin? Söylesene, biri olmadık
yerde niye gider?
Ben sigaramı kim bilir kaçıncı
defa yakarken ve yine de o bu duruma alınırken, yıldızlar göz kırpıyordu.
Masaya yaklaştıkça taş plaktan bir cümle dudaklarımın kenarından rakı bardağına
damla damla düşüverdi: “Ölmek istedim bir türlü ölmedim.”
Not:14 Mart 2013 tarihinde Büyükkeyif'te yayımlanmıştır.
Yazının linki: http://buyukkeyif.com/simdi-sen-kim-bilir-nerelerdesin/3356
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder