Burada
öylece durmuş onu izliyorum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Gideli neredeyse
üç ay oluyor ve üç aydır her gün, aynı yere gelip oturuyor. Gündüzleri sürekli
uyuyordu. Çocuğumuz doğduktan hemen sonra başladı bu alışkanlığı. Belki daha
önceleri de vardı ama ben fark etmemiştim. Ne de olsa ikimiz de çalışıyor,
birbirimizi çok geç saatlerde görebiliyorduk. Yavrucak zırıl zırıl ağlardı
saatlerce. O çığlıkları nasıl olur da duymaz bir de anne olacak? Kaç defa
onunla konuşmaya çalıştım, beni anlamadı. Ya da anlamak istemedi. Varsa yoksa
durmadan aynı cümleyi mırıldanıyordu: “Ben buraya ait değilim.” Oysa kendi
isteğiyle çıkıp gelmişti. Beni seviyor sanmıştım. Hiç düşünmeden evlenmiştik.
Ailesiyle arası çocukluğundan beri iyi olmamıştı. Arkadaşlığımız boyunca evde
bitmek bilmeyen kavgalardan, annesinin onu hırpalayışından ve “Sen ne biçim bir
çocuksun?” diye onu hor görmesinden bahsederdi. İçim burkulurdu o bunları
anlatırken. Seviyordum. Canı sıkılsa, üzülse içim parçalanırdı. Böyle olacağını
bilsem onu karı diye alır mıydım? Hata bende. Sorgusuz sualsiz o hayattan,
benim hayatıma girmesine ben izin verdim.
Buraya
değilse nereye aitti? Söylemezdi. Kavga etmek isterdim. Konuşsun da
içindekileri döküp anlatsın diye. Susup kalırdı. Şimdi de o bankın üzerinde,
tıpkı evde oturduğu zamanlardaki gibi kaskatı kesilmiş bir şekilde oturuyor.
Kucağında yavrumuz, aramızda tel örgüler ve hiçbir zaman açıklığa kavuşmamış
bir hikâyeyle… Lanet olsun. Geçemiyorum da buradan o tarafa. Hem geçsem ne olacak
ki? Çıldıracağım.
Korkuyorum.
Her sabah buraya gelip uzaktan uzağa onu izlemekten yoruldum. Bütün hayatımızı
mahvetti. Bir sabah ansızın gidiverdi. Ne çok aradım. Ne istediğini
anlayabilmek her zaman zor olmuştu. İki yıldır evliydik. İlk zamanlar ne kadar
da güzeldi her şey. Kendi ailesinden, orada yaşadığı kötü günlerden paçayı
kurtarınca, öyle derdi, okuluna daha çok zaman ayırmıştı. Resim yapardı.
Neredeyse bütün zamanını kadın portrelerine harcardı. İyiydi de. Resim
öğretmeni olmayı istememişti. Üniversiteden mezun olduktan sonra bir yıl
dayanabilmişti öğretmenliğe. “Orada, o okulda ben olamıyorum bir türlü. Yeteneğimi
köreltecek çocuklar.” diyordu. Hiç anlamıyordum. Çocuklara resim yapmayı
öğretmekle yetenek denilen şey nasıl oluyordu da körelebiliyordu? Sanırım ilk o
zamanlar başladı aramızdaki anlam savaşları.
Onlarca
kadın portresi yaptı okuldan ayrıldıktan sonra. Evin bütün odalarında,
yüzlerinde acınası bakışlarıyla bakan kadınlar düşünün. Kimisi boşluğa bakar
gibi koridorun bir başında duruyor diğeri içeri az sonra kimin gireceğini merak
ediyormuş gibi etrafı kolaçan ediyor, bir diğeriyse onları köşeden onları
izliyordu. Hepsinin bir adı ve durması gereken yerleri vardı. Hepsi birilerini
bekliyordu ve tablonun içinden herhangi birinin yerini değiştirmek yasaktı.
Bunu bir gece, ışığı açmak için durmadan elimi çarptığım tablolardan birini
koridora koymaya yeltenirken oldukça açık bir şekilde ifade etmişti. “O kadınlar orada duracak. Bir daha
dokunmayacaksın hiçbirine. Onlar da benim gibi buraya ait değiller ama birgün
gelecek ve gerçek yerlerini nasılsa bulacaklar.”
İşte o
gece, gün geçtikçe kendi dünyasının içinde yerleşmeye ve bu kayboluşun içinde
bir yerlerde, varoluşunu aramaya başladığının farkına vardım.
Bir hâl
vardı ya onda, çözmek neredeyse imkânsızdı. Birkaç defa psikoloğa gitmesi için
onunla konuşmaya çalıştım. Nafile. İnadı inattı. Ama seviyordum onu. İnsan
sevince anlamadığı şeyleri bile birgün anlaşılabilir kılabileceğini, aradaki
sevginin bütün bu zor zamanların atlatılması için yeterli olduğunu düşünüyordu.
İnanmayın buna. Ben inandım bakın neler oldu. Uzunca bir süre daha kendini
arayan kadın portreleri yapmaya devam etti. Varoluş portreleri. Bu adı
vermiştim. Ta ki evin içinde onları koyabileceği, asabileceği yer kalmayana
kadar.
Bir sabah
uyandığımda onu evde bulamadım. Gitmişti. Üstelik çocuğumuzu da yanına almıştı.
Hemen polise haber vermedim. Ne kadar uzağa gidebilirdi ki? Dışarı bile ben
olmadan çıkamazdı. İnsan yabancısı bir karım vardı. Ürkekti. Onu anlayamazdım
ama tanırdım. Anlamak ve tanımak ne kadar da farklı şeyler... Sonra onu, bizim
evin hemen ilerisindeki parkta buldum. O gün bugündür her sabah buraya gelir.
Tanımadığı kadınlarla birlikte saatlerce kaskatı kesilmiş gibi sessizce oturur.
Yüzünde hep belli belirsiz bir gülümsemesi olur. İyice bakarsanız siz de fark
edebilirsiniz. Şimdi, ben de onunla birlikte buraya geliyorum. Anlamsızca.
Kayboldum.
O hiç değilse nerede durmak istediğini seçebilecek kadar kendinde. Yani
sanırım. Yanındaki insanları tanımıyorum. Belki onlar da onun gibi evini,
çocuklarını, okullarını terk etmişlerdir. Ama o kendisi karar verdi. Hem
durmadan demiyor muydu: “Ben buraya ait değilim.” diye. Belki de size, bana
anlamsız görünen bu yokluk, onun için bir var olma yoluydu. Ya ben ne yapayım?
Burada tek başınayım. İnsanın bir evinin olması yeterli değil. Yerinin yurdunun
orayla sınırlı olması da önemli değil. Eğer kendini kaybetmişsen ve bununla
başa çıkabilecek bir gücün artık yoksa nereye gitsen orası sana kaybolduğunu
anlatır. Burası bana bunu hatırlatıyor.
Elimden
hiçbir şey gelmiyor. Konuşmuyor. Geceleri sadece uyuyor. Çocuk ağlıyor. Varoluş
portreleri üzerime üzerime geliyor. Bense bir gece uykumun en tenha yerinde tel
örgülerden geçip onları öldürdüğümü hayal edip diri kalmaya ve alışmaya
çalışıyorum. Bu anlamsız hayal belki de benim varoluşumdur. Olabilir mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder