Mürekkep izini bırakıp gitti. Geçmiyor. Bir sandığın kapağı
tık dercesine açılıyor. Zorlanmadan… Bütün harfler, bütün sesler, o bir türlü
unutulmayan anlar etrafa saçıldıkça elim kolum bağlanıyor. Sanki her şey orada
olmaktan ölesiye mutlu. Ya ben?
Onunla artık vedalaşmam lâzım.
Şimdilerde baş etmesi kimi zaman zorlaşan, aklıma geldikçe
dipsiz bir kuyunun içinde havasız kalmışçasına beni boğan o kalemi artık
unutmalıyım. Zamana yenilmek bilmeyen bir şeyler bıraktım onunla. O tazelikte
acılarım kaldı. Bir araya geldiğinde cümle harflerin dile geldiği, cümle
hayatın. O ise ilk izi bırakıp da gitti. Bilmem haberi var mı?
Hatırlamak öylesine zor, öylesine ağır ki içimden büyük
büyük alevler fışkırıyor. Belki de insan hep aynı isimle karşılaşacağını bildiği
içindir.
Yıllar geçti. Mürekkep üstüne mürekkep düştü gömleğime. Ama
ben bir tek o izi unutmadım. Kitaplığımın sol üst köşesinde öylece durur. Arada
sırada elime alıp bakıyorum. Ondan geriye kalanlar hep taze…
Aynı cevapsız sorular.
Neden bunca yıl geçip gitmişken ve zaman, acımasız geçmişine
bir yenisini daha eklemişken bazı anları da beraberinde o karanlığa gömüp geçip
gitmiyordu ki? Her şey sanki dün yaşanmış gibi capcanlı.
Balkondayım. Deniz boylu boyunca karşımda uzanmış geceyi
selamlıyor. Sorular soruyorum. Dört yıl geçmiş bile olsa üzerinden bir cevap
bulabilmek, yaşananları aklamak ve belki rahat bir nefes alabilmek uğruna
geçmişin üzerinden yürüyorum. Yalın ayak. Her defasında yaralanıyorum. O gece
de öyle olmuştu. Yeri geldiğinde birbirimizi bunaltacak kadar cümle sarf etmeyi
beceren biz, ayrı yollardan gidiyor olsak da aynı cevapsızlıkta kalakalmıştık.
Ömer bacaklarını masanın üzerine uzatmış, bir elini de
burnunun ucuna tutmuş dalgın dalgın uzaklardan geçen gemileri izliyordu.
Geldiğinden beri tek tük konuşmuştu. Pişman mısın bu gece bana geldiğin için?
dedim. Cevap vermedi. Bir şeyler düşündüğü belliydi. Çünkü ne zaman elini
burnunun ucuna doğru tutsa sorularımı duymamazlıktan gelirdi. Uzun sürmezdi bu
hali. Düşündüklerini toparladığı anda mutlaka hiç beklemediğim bir konuyla
sessizliğin içine dalar, sorusunu sorar ve “Hadi!” dercesine çakır mavisi
gözleriyle gözlerimin içine bakardı.
Nasıl olsa konuşacaktı. Bekledim.
Uzunca bir süre denize baktık. Sanki derin derin içimize
çektiğimiz nefeslerimiz de olmasa bu dünyadan geçip gittiğimizi hiç
bilmeyecektik. Masada bir tek ay ışığı kalmıştı. Ellerimi uzattım. Parmaklarımı
bir sağa bir sola, yukarıya aşağıya doğru amaçsızca kıvırdım. Ayın yansıyan
parıltısı bir şiir gibi dokunup geçti damarlarımın içinden. Hoşuma gitmişti.
Havayı kokladım. İncir ağaçlarının kokusu bütün terası
sarmıştı. Sokağın en büyük incir ağacı evimizin hemen karşısındaydı. Eğilip göz
ucuyla ona selam verdim. Selamımı almış olacak ki rüzgâr bir nefeslik kokusunu
kucaklayıp bana getirdi. Peşi sıra çocukluğum da o selamı bekliyormuş gibi
hemen arkasından gözlerimin ucuna kuruluverdi. Göz kapaklarım yavaşça kapandı.
Başımı balkon demirlerine dayayıp o günleri düşündüm.
Çocukluğum hep kurak yerlerde geçmişti. Babam sağ olsun,
sayesinde o ilçe senin bu il benim dolaştık durduk. Gittiğimiz her yer sanki
başka renk hiç yokmuş gibi sapsarıydı. Uçsuz bucaksız bir sarı…
Bozkırın ağır bir hüznü var. İnsan bir defa onu tattıysa
ömrü billâh yanında taşıyordu. Toprak efendidir oralarda. Boştur insan ne
söylese. O yüzden sarıyı sevmem.
Aklımda yarım yamalak kalmış olsa da kuzeyin, Karadeniz’in
özlemi hep saklı durur içimde. Çok çok küçüktüm o yıllarda. Ama insanın içine
kadar yerleşenler unutulmaz ya nicelik önemli değildir bıraktıkları esastır
hep, işte orası da benim için öyle. Anılarımda tekinsiz bir hatırlamaya denk
düşse de sarının da dışında bir renk, renklerin olduğunu Karadeniz’de öğrendim.
Orada bağışladım dünyayı. Affetmeyi, sevmeyi, her yağmur yağdığında otların
arasından baş gösteren salyangozlara dokunmayı orada öğrendim. Dağ çileklerinin
izini sürdüm. Kokusuna adımı feda ettim. Fındık ağaçlarında yuva kurdum.
Yapraktan düşen tırtıllarla birlikte yürüdüm. Hiç incitmedim. İncinmedim. Yaşım
o zamanlar tek haneli. Anlat deselerdi yine ilk buralardan başlardım anlatmaya.
Belki de zorla alınıp başka yerlere gitmediği için hâlâ böylesine benimle.
Ömer’e baktım. Ötelere bakıyordu. Sanki denizin son
çizgisini geçmiş, benim göremediğim o yerlere çoktan gitmiş gibiydi. Oysa
yanımda olmasını, ilk günlerdeki heyecanla bana sarılmasını ne çok istiyordum.
Zaten çok az görüyordum. Son günlerde ne zaman gelse az az konuşuyor sonra da
kendimi içinde hissetmediğim bir sessizliğin peşinde kaybolup gidiyordu.
Aklından hiçbir zaman tam olarak ne geçtiğini anlayamıyordum. Aylar öncesinin o
aşk dolu cümleleri de bir şeyleri çözmeme yeterli olmuyordu. Aşkımızın yasa
dışılığı gün geçtikçe kamburunu bizim üzerimizde çıkartmıştı. Böyle anlarda
biraz daha yaklaşıyorduk birgün hesabını ayrı ayrı ödemek zorunda kalacağımız
ayrılık günlerine.
Balkon demirleri soğumuş, gece iyiden iyiye zamanın üzerine
ağır bir sis gibi çökmüştü. Başımı kaldırdım. İnsan ölecekse güzel kokular
içinde ölmeli dedim içimden.
Sessizliği Ömer bozdu:
“İçelim mi?”
İlk defa cevabı çok kolay olan bir soru sormuştu. İstemsiz
bir kahkaha attım.
“Hayrola bilmeden bir espri mi yaptım?”
Bozulmuştu. İri gözlerini kısıp kaşlarını çattı. Böyle
yaptığı zamanlarda daha fazla gülesim geliyordu.
Hayır canım, yapmadın. Onca süre düşündün durdun. Rakı
isteyeceğin aklıma gelmedi de ondan güldüm.
“Ne istesem gülmezdin?”
Of Ömer, ömürsün. Yani sen genelde cevabı hemen
verilemeyecek sorular sorarsın da ondan. Şaşırdım biraz hepsi bu.
“Sabret, bu soru değildi zaten. Canım rakı içmek istedi.
Belki de biraz daha… Ne bileyim işte, başka bir şeyler daha gerekiyor sanırım.
Oluyor böyle şeyler ara sıra.” dedi. Yine o geçiştirici gülümsemesini
takınmıştı yüzüne. Bu defa takılmadım. Madem dönmüştü artık yanımdaydı. Bu
yeterliydi.
Ben mezeleri getireyim, sen de rakıyı.
“Telefon etsek getirmezler mi? İndirme beni şimdi aşağıya
kadar.”
Geçen gün getirmiştin ya dolapta var. Ne çabuk unuttun.
“Ne bileyim, bitmiştir diye düşündüm.”
Sanki onsuz içiyormuşum gibi…
Kısa sürede her şey hazırdı. Dolunayın aydınlattığı küçük
masamızda kadehlerimizi tokuşturduk. Ömer, her zaman ki gibi elinde en sevdiği
şairlerden birinin kitabıyla başköşeye kurulup bana şiirler okudu. Bir erkeğin
ağzına, yüzündeki mimiklere nasıl da yakışıyordu şiir okumak…
Her defasında ona, ikimizin de anladığı bir dilde, tıpkı
masal sonrasında gözlerini uykuya kapayan bir çocuk gibi teslim oluyordum. Ara
sıra başını kaldırıp göz ucuyla gülümser; çok değil, ikinci şiirin sonuna
gelmeden ellerini boynuma uzatır ve ensemden yukarı doğru usul usul saçlarımın
arasında dolaştırırdı.
Yıllar önce onunla ilk tanıştığımızda Cemal Süreya’nın
Üvercinka’sını saatlerce hiç bıkmadan okumuştu. Teninin kıvrımlarını, soluğunu
nasıl da içimde hissetmiştim. Bütün kara parçalarımı ele geçirmişti.
Dokunmadan… Sanırım ilk o zamandı boynumla tanışması.
Sonraları başka şairlerin başka şiirlerinde aynı duygular
sürüp gitti. Ama bu defa Ömer yanımda yoktu.
“N’olur ağzından başlayarak soyunmaya/Bir kez daha sür
hayvanlarını üstüme üstüme/Çık gel bir kez daha yıkıntılardan/Çık gel bir kez
daha beni bozguna uğrat.”
Ömer kitabı kapatıp ellerimi tuttu. “Ne muhteşem bir şair şu
Cemal Süreya, her defasında ilk defa okuyormuş gibi hissediyorum. İlkler neden
bu kadar yüreğimizi dağlıyor? Ben neden her bunaldığımda hayattan, hayatımdan
kaçarcasına buraya geliyorum?”
Beklediğim soru nihayet gelmişti. Elimi geri çektim. Ne
diyeceğimi bilmiyordum. Ömer başını öne eğmiş, rüzgârın yere düşmüş üzüm
tanesini ileri geri hareket ettirişini izliyordu. Gözlerini göremiyordum ama
hastalığında karısını yalnız bırakıp yanıma gelişinin yarattığı vicdan
muhakemesini ve pişmanlığın o buruk izlerini çok iyi görebiliyordum. İnsan
böyle anlarda neyi seçerse ömrü billah ona mahkum oluyordu. Ben susmayı
seçmiştim. Ömer’in seçimiyse daha soruyu sorduğu andan itibaren çoktan belli
olmuştu.
Bi koşu su içmeye gidip geldim. Hani dedim, belki o arada
bir cevap bulurum da şu boğazımda düğümlenen sorudan kurtulabilirim. Ne
giderken ne de dönüş yolunda, kendimi bile tatmin edecek bir cevap
bulabilmiştim. Çünkü bir ilki sözcüklere dökmek sanıldığı gibi bir şey değildi.
Ağızdan çıkacak her şey onu biraz daha geride bırakıyordu. Sona yaklaşıyorken
ilkler çoktan mazi oluyordu. Bir tek yürekte kalan sancısı tazeydi.
Ömer, bardakta kalan son yudumu kafasına dikip kalktı.
Gitmeden sanki bir daha hiç gelmeyeceğini anlamış gibi sımsıkı sarıldım. Kapıyı
açtım. Sonra kapatıp yeniden sarıldım. Onu hiç göndermek istemedim. Ama bu defa
diğerlerinden farklıydı. İçimdeki her bir hücrede hissedebiliyordum. Öptü.
Sonra bir daha. Bir daha. Ama o, bu defa gerçekten gitmişti. Koskoca iki yıl
boyunca bir tek an bile azalmayan heyecanımsa hâlâ yerli yerindeydi.
İncir ağacının yaprakları kıpırdadı. Rüzgâr tıpkı o gece ki
gibi aşağılardan yol alıp kokusuyla balkonu doldurdu. Bazen tek bir koku
nedense hep bir önceki anın tetikleyicisi oluyor ve hatıralar da böyle böyle
akla düşüyordu. Ülke, son okuduğu şiirdi Ömer’in. Benim de en sevdiğim Cemal
Süreya şiiri. Kaç defa ondan el yazısıyla bu şiiri yazmasını istediysem de
yazmadı. Belki de gittiğinde ardında mürekkep izi bırakmak istememişti. Ama
asıl mürekkep izi kalbime düşmüştü.
Onunla vedalaşmaya çabalarken ve fazlasıyla incinmişken
cevapsız kalan o soru bana kendini yeniden hatırlatıyordu. İncir ağacı gam
götürmüyordu.
Ve insan, kimi zaman delirecek kadar çok yaşıyordu.
*04.11.2013 tarihinde Egoist Okur sitesinde yayımlanmıştır.
Ve insan, kimi zaman delirecek kadar çok yaşıyordu...
YanıtlaSilZevkle okudum. Buda benim incir ağacım;
http://sessiz-cigliklarim.blogspot.com.tr/2014/10/incir-agaci.html