PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

24 Eylül 2024 Salı

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -48


Serbest vuruşa geldim. Nereye varırım bilmiyorum.


Uğultulu sesler, yalnızlığın da yalnızlıkla karşılaştığı günler ve geceler… Bir varmış bir yokmuş. 


Uzun hikâyeleri severim. Güzel mesaidir o akışın içinde kaybolmak. Yazanı önemsiyorum. Yoksa canım sıkılabilir. O kadar uzun süre bir önemsizlikte kaybolmak istemem doğrusu. Kaybolmadığımdan değil. Benim hikâyemi şimdilik boş verin. Kahramanların kim olduğuyla ilgilenmiyorum. İşaretlemenin lüzumu yok. Zaten ben de tüm bunları bir yere varsın diye yazmıyorum. Bakarsınız Datça’da bir geceden çıkarım. Belki bir yol sohbetinden belki de malum gecenin sahnesinden. Çünkü bugün doğum günüm ve dağılmasam da aklıma gelip gidenleri, kenarından kıyısından geçip gidenleri buraya bir vuruş misali sabitlemek istiyorum. Mazur görünüz. Aklınızın ipleriyle oynamayacağım. Salın gitsin. Ya da erkenden dağılınız. Sizlik bir şey yok. Olanın gözlerine bakarak söylemeyi tercih ediyorum diyelim. Meraklısınız da… Peki peki anlıyorum. O halde buyrun. 


Eylül ne güzel geldi. Sesiyle, gülümseyişiyle, incelikleriyle, kendine has havasıyla, o muhteşem sarılışıyla.Ya da bana öyle geldi. Size gelmemiş olabilir. Bilemem. İlgileniyor muyum? Bu yazıda hayır. Ah benim güzel eylülüm. 

Bir şekilde karşılığını bulan sözler de var bu hayatta. Varmış. Her zaman ortalığa saçacak değiliz. Kim bilir onlar da bu denli ayran gönüllü olmak istemiyor olabilirler. Nihayetinde: “Onca neden varken/ Ve tam sırası gelmişken/ Hiçbi' şey yapmamış /Ve susmuşuzdur. Olamaz mı? Olabilir. Ama işte bir yer var ki o noktaya gelene kadar her ne kadar susmak bir çare gibi görünse de değil. Orası, hayatın yeniden seni sahneye aldığı ve sana ‘önden buyur’ dediği nokta… Ya o cesareti gösterip o mikrofonu eline alacaksın ve o şarkıyı söyleyeceksin ya da geri geri gidip kendi iç dünyanın, yani hem kimi zaman en uzak olduğun kimi zamansa giderek yakınlaştığın kendinle kös kös vakit geçirmeye devam edeceksin. Cesareti seçtim elbette. Korkusuz olduğumdan değil. Kendi iyimi yaşatma savaşımdan. İnatla bayrağı yere düşürmüyorum sayın okuyucu. Düşürmeye de hiç niyetim yok. İlmek ilmek dokuduğum şeyler var. Kıçı kırık bir sökük mü beni benden alacak? Gülüyorum. Çünkü bana da komik geldi. Siz de şimdi kıçı kırıklıklarınıza yahut kıçı kırığınıza gülebilirsiniz. O her neyse… Her şey birine, her biri de bir şeye çıkacak diye kaide yok. Yazının başında demiştim. Bugün burada serbest vuruş halindeyim. İşaret parmağımı kullanmıyorum. Ama illa ki bir duygu sizi esir alacak burada. Ona da ben karışamam. Hayal gücünüz benim alanım değil. Yani ben oraya müdahil olabilirim ama müdahale edemem. Lakin gözünüzü seveyim nazar değdirmeyin. Daha nereye kadar göz taşıyabilirim ki? İnsaf.


Eylül diyordum. Bir cumartesi gecesi yağmurunun ıslaklığıyla, yokuş yukarı yorgunluğuyla geldi. Yürümek güzeldir. Yol, yürüdüklerinle güzelleşir. Çiçeğinden, böceğine, yağmur damlasından, yere dökülmüş yapraklarına ya da senden önce oradan geçmişlerin izleriyle yolda olmak inanılmaz bir duygu. Heyecanlandım. Bazı geceler heyecanlanabilirim. Gündüzlere ayıp etmek istemem. Onların da hatırı sayılır yerleri var kalbimde ama işte “bazı geceler” bazı heyecanların adını koymak kolay olmuyor. Şöyle söylesem daha iyi, adını koysan da yanına sürekli başka şeyler de eklemek istiyor insan. Şelale gibi… Hal böyle olunca olay çığırından çıkıyor. Sanki asıl hakkını teslim edemiyormuşsun gibi geliyor o duygunun…


Aklıma deniz geldi. Ege’de bir mavilik, bütün mavilere bedel. Kalbimdeki denizin sesi orada… Tül perdeleri ve bahçedeki masayı hatırlarsınız. Durup durup oraya dalıyorum. Bu aralar sıkça yokluyor. Datça’yı düşünüyorum. Oraya bir “es” koyuyorum. Yakamoza mı düşsem yoksa yakamoza düşen gözlere mi bilemiyorum. Sonra bir bakıyorum ki ikisine birden düşüvermişim. Ayıramıyorum… Zaten neden güzellikleri birbirinden ayırayım ki? Eylül hem portede güzel hem de tenimde. 

Bir rüzgâr inceden dokunup geçti omuzlarımdan. Ürpermedim. Kendini bırakan rüzgâr duydunuz mu siz hiç? Evet evet öyle boylu boyunca üzerinize serilip kokusunu sağ omzunuzun başında bırakan bir rüzgâr. Öyle tanıdık ve öyle benden ki… Şarkıya bağlanmamak mümkün değil. “Onca yıl sen burada/Onca yıl ben burada/Yollarımız hiç kesişmemiş/Şu eylül akşamı dışında”


Serbest vuruşu daha fazla uzatmak istemem. Hava, toprağa ve ateşe çoktan karıştı bile. Suyu kaynattık.


Ne diyordum, bugün benim doğum günüm. Eylül kadınıyım. Ruhunda güzel kokularla, rüzgârlarının eteklerini savuruşuyla eylüle vurgun, denize hayran, yol hikâyelerine aşina… Hatırlamayanlarınız olmuş olabilir. Bu defa kızmadım. Çünkü mutluyum. Kızarsam da gönlümü alacaklara kızarım. Kredisi ömrümdür çünkü onların… Hem zaten gün bitmeden her şey hakkım. Kime ne?


Serbest vuruş burada sona ererken sizlerin duyamayacağı ama benim günlerdir kulaklarımda çalan bir melodiyle aranızdan ayrılıyorum sevgili okuyucu… Bilseniz öyle güzel ki!







                              

20 Ağustos 2024 Salı

Geniş Zamanın Efendisi

 “Benim için her yerde Armida’nın bahçeleri var. Bu nedenle sürekli koparılma ve yüreğin yeni kırgınlıkları söz konusudur. Yorgun, yaralı ayağımı kaldırmam gerekiyor. Buna zorunlu olduğum için beni alıkoyamayan o en güzel olanı sıkça kızgınlıkla hatırlıyorum -çünkü beni alıkoyamadı!” Stefan ZWEIG - Nietzsche/Yaralı Ruhların Şifacısı


Kıştı. Mevsimin adı olmasa neredeyse kış olduğunu anlamayacağımız ılık günlerden geçiyordu İstanbul. Karşılıklı yakalarda devam eden tutsaklığımız, gecelerimize neredeyse iki yıldır sirayet eden uzaklığımız, aramıza gölge düşürüyordu. Tenimde, birbirimizden ayrı düştükçe ortaya çıkan çıkmaz sokaklar, durduramadığım bir hızla çoğalıyordu. Öylesine uzaktın ki sana dokunabilmek için yandığım gecelerde yatağın bir diğer ucundan açtığın uçuruma bakıp ilk ne zaman ayrı düştüğümüzü bulmaya çalışıyordum. Elimde kalanlar paramparçaydı. Fırtınanın dinmeyeceği o kadar belliydi ki… Uçurum büyüdükçe kendi bedenime yabancılaşıyordum. Senden başka herkesin fark edip yolumu kestiği bu av oyununda kurban olmamak adına çok savaş verdim. Yüksek sesle bağırmak, “sevdiğim başka” demek istiyordum. Sesimde bir tutukluk, ruhumda ne yapacağımı bilemediğim koca bir delikle sana sığınmıştım. Hiç görmedin. Ne sesimi ne de sessizliğimi… Aklına geldiğinde ara sıra elimden tutuyordun. Avuç içlerimde varlığını hissetmeye o kadar ihtiyacım vardı ki biliyorum, kimi zaman ölesiye parmaklarını sıkıyordum. Ellerimiz terlediğinde sırf sen sevmiyorsun diye apar topar elini bırakırdım. Bırakanın ben olduğumu sanırdın oysa sendin bırakan. Kaç ay kaç yıl böyle geçti saymak dahi istemiyorum.


Sonraki günlerde ayakta kalabilmek adına sessizliğimi bozdum. Sana doğru çıkacağını düşündüğüm yollarda aşılması zor duvarlara çarptıkça, tanıdık sevinçlerime tutunup onarılmayı ümit ettiğim gecelerin sabahında erkenden uyanıp, yollara koyuldum. Her şeyin mübah olduğu kandırmacasında, mevsim geçişlerine denk gelen mesajların heyecanında kayboldum. Nasıl da mutlu ve tedirgindim. Birbirine zıt duyguların nemli çarşafların arasında can hıraş saklanışı, daha dün gibi şuracıkta, kalbimin o hassas ritminde hâlâ saklı duruyor. Her şey bu denli ortadayken neden korkan bendim? Neden içimdeki koca boşluğun sahibi senken yerini doldurmaya çalıştığım gecelerin hesabını ben ödüyordum? Oysa ben yolumu daha en başında seninle kaybetmiştim. Yoldan çıkmam için ne kadar da uğraştın, anımsıyor musun?  Her kavgamızda defalarca yüzüme haykırdığın “Ben böyleyim” cümlesinin zamanla seni cezalandırmak için çıkış kapısı olmasını sen sağladın. 

Bir zamanlar ikimize bahşedildiğini düşündüğüm aşk, yorgun bir kuş kanadının cılız çırpınışları gibiydi. 

Zamanın pençesinde sessiz sedasız ayakta kalmaya çalışırken verdiğim savaşlarla, o kanatların yeniden uçabildiğini düşünmek yanılgısıyla öyle uzun zaman harcamıştım ki kendi kanatlarımın güzelliğini gölgede bırakmıştım. 

Şairin öğüdünü tutmalıydım. Büyük yanılgı.


Sessizliğin bile yer yer sağanak yağışlı bir yalana dönüşebildiğini de zamanla öğrendim. Duyulmayı bekleyen tek bir cümlenin insanın hayatından yılları çaldığını, geride bıraktığının ise sadece kendisi olduğunu anladım. İnsan içinde başlayan savaşların hepsinden galip çıkamayabiliyor. Ya da arzu edilen sona ulaşma yolunda defalarca düşebiliyor. Çok düştüm. Belki de ezbere bildiklerimin üzerini örtmek istedim. Yok saydıklarım ne kadar çok karanlıkta kalırsa seni, beni, bizi ışıkla kavuşturabilirim sandım. İçimi yakıp kavuran bu duyguların ilk günlerin heyecanıyla kalmayacağını, heveslerimin kırılıp paramparça olacağını görmezden gelmenin bedeli çok ağır oldu. Oysa her acının üstesinden gelebilecek kadar güçlüyüm derdim. İçimde, derinlerimde bir yerde her ne olursa olsun ayağa kalkmaya gönüllü iştaha kandım. Çünkü bazen o iştah, yeri geldiğinde durmayı bilmiyorsa yeniden doğrulsan da aynı şeyleri tekrar tekrar yaşatmaktan başka bir işe yaramıyordu. İnsanın dış dünyaya açılan gözleri böyle zamanlarda kendisine kör olabiliyordu. Korkunun saltanatı uzun sürüyordu. Değişken duygu durumlarında -öyle ya ne çok git geller yaşatmıştın bana- kimi zaman, dudak kenarlarımda sakladığım kelimelerin büyük bir cümle ordusuna dönüşüp o saltanatı yıkıp geçtiğini görürdüm. Ne kadar da güçlüydüm. Yılların mahkumiyetine tek celsede elveda diyebilecek kadar gözü kara, yaşattıklarını sana böyle ödetebileceğimi düşünebilecek kadar da zavallı. Yalnızlığıma alışkındım da yalnız kalmaya değildim. Verilen emeklerin ayak bağı olduğu yanlış yorumlamalar çizelgesinde, günler günlere yıllar yıllara eklendi. Korkular büyüdü. Cümleler en kuytu köşelere gizlendi. Bir tek ruhumun isyanını susturamadım. Ne yaptıysam ona layık bir yer bulamadım. Bana ait her bir parçanın binlerce defa parçalandığına şahit olsam da ruhum, o girdapın içinde elimi bırakmamak için çırpınıp durdu. Şimdi, her şeyin sona erdiği bu anda dönüp geriye bakıyorum da içimi çöle çevirmekten hiç çekinmemiş bu hikâyenin baş kahramanının önünde gülümseyerek eğiliyorum. Bu kara örgüden kurtulmam adına kendi müziğinden vazgeçmediğin için sana bir ömür borçluyum. Öyle ki sayfalarca anlatmaya kalksam gelişme bölümünde tıkanacağım bu ilişkinin sonucunu bir otel odasıyla noktalamayı başardın. İçten içe biliyordun değil mi? O sahnenin elbet birgün kısacık bir hikayeyle önüne sürüleceğini, işte tam da o noktada yıllarca çıkmayı başaramadığın yola çıkacağını, benim de bunu kabul edeceğimi iyi biliyordun. Makul zamanın gelişi  pek zorlu olsa da yıl yıl içime ektiğin tohumların yeşereceğine inancın tamdı. Bu kadar uzun bir süre nasıl sessiz kalabildiğine, hırçınlıklarıma, anlamsız direnişlerime karşı koyabilmiş olmana şaşırmıyorum desem sana haksızlık etmiş olurdum. 

Demek beklemek böyle bir şeydi. Soyunduğun bedenin, öğretisini alana kadar bir kenarda bekleyip her yeni adımda ümitlenip hazırlığa başlamak, sonra hezeyan, hezeyan, hezeyan yaşayıp tekrardan başladığın yere dönmek ama asla gıkını çıkarmamak… 

Soyutun hükümranlığı elle tutulur gözle görülür olmaktan daha mı kolaydı? 

Üzüntüden kahrolduğum gecelerde, içimde bir yerlerde saklanıp beni öylece sessiz ve derinden izleyip hiçbir şey yapmamak da bir tek sana özgü olmalı. Hem ben olup hem de benden bir o kadar uzak kalabilmeyi başarabiliyor olmanın kudretini açıklayamasam da yanımda, oralarda bir yerlerde olduğunu bilmek bana güç veriyordu. Bütün o farkındalıklarıma rağmen ayağıma bağladığım taştan kurtulmam yıllarımı almış olsa da seni hayal kırıklığına uğratmadığım için içim huzur dolu.


Gelelim gelişme bölümüne…

Sonra sen, geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktın. Durmadan yürüyordun. Her adımında yüzlerce sayfalık cesetler bırakarak yürüyordun. Yirmi birinci yüzyılın kanseriydi iki dudağının arasından çıkmayan cümleler. Kaynaklarını yazarak avlayan, bir meleğin sözüyle inandıran sen, ezbere bildiğim kalıplar içinde şimdi diğerini eğliyordun. 

Geniş zamanın efendisi… ve ben biliyorum ki evini özlemeyecek olsan belki de dönmezdin.



Şimdi, tüm o küçük ama sancısı ağır ayrıntıları hatırlamak zorunda kaldığım bu anda, kalbimdeki ağırlığından kurtulmak için seni bıraktığım yerden hayatıma bakıyorum. 


Bu benim masalım. O nedenle müsaaden(iz)le yola biraz yalnız devam edeceğim.

16 Mayıs 2023 Salı

Unutma Perdesi

O uzun geceyi hatırlamak için yola çıktım. Bir yerlerde muhakkak kapısını açmadığım bir kilit, tadına bakmadığım bir yemek, bir kâğıt parçası, belki bir saç teli ya da onu hatırlatacak bir koku olmalıydı. Zamanla, anlara dair ufacık ayrıntıların bile kaybolmaya yüz tutması ne kadar da tuhaftı. Bir öfke patlamasının hafızamda koca bir delik açacağını, en ihtiyacım olduğu anda geride kalana artık sığınamayacağını bilmenin bu denli zor olacağını tahmin edemezdim.

Artık rüyalarım bile bana yol göstermiyordu. Sanki etrafımdaki her şey: "Bundan sonra başının çaresine bak." dercesine bütün ip uçlarını ortadan kaldırıyordu. Oysa yıllarca kaybettiklerimi onlarla, onlarda bulmuştum.
Aklıma gelen olmadık fikirlerin huzursuzluğuyla günlerce bilinçten yoksun dolaşırken, karar vermemin gittikçe zorlaştığı yol ayrımlarında bocalarken ya da kaybolan bir eşyamın peşi sıra ağlamaktan bitap düştüğümde onlara sığınırken bana mutlaka bir cevap, bir yol, yerine konulabilecek herhangi bir şey vermişlerdi. Şimdiyse bölük pörçük uykularımın arasında varlıklarından bihaber uyumaya çalışıyorum. Gece yarıları en çok da sabaha karşı uykumdan uyanıp büyük korkularla yattığım yerden sıçrıyorum. İşin aslı, uyuduğumu bile düşünmüyorum. Bir gözüm açık, geleni gideni kontrol etme çabasından kurtulamıyorum.

O geceye dair aklımda kalan tek şey, gözünü karartmış bir gölgenin elini kolunu sallayarak ve bir daha asla duymayı istemeyeceğim şekilde bana bağırarak bir şeyleri yapmamam gerektiği hakkındaki cümleleriydi. Ne o cümlelerin içindeki anlamın ne de o geceyi var eden olayların neler olduğu konusunda bir fikrim var.
Hiç durmaksızın: "Ne olur beni dinle. Anlatmama izin ver." dediğimi ve sonrasındaysa iki elimin ulaşabildiği ölçüde gözlerimi ve kulaklarımı bu rahatsız edici ortamdan ve bağırışmalardan kaçırmak için kapatmaya çabaladığımı hatırlıyorum.
O gölge kimdi? Bana herhangi bir zarar vermiş miydi? Sisten duvarları olan o ev kime aitti? Tüm bunların cevapsızlığı zihnimde huzursuz bir uçurum yaratıyor. Koca bir boşluktan ibaretmişim gibi gözlerimin içinde saklanmış birkaç görüntüden başka elimde kayda değer hiçbir şey yok. Hepsi bu.
Yine de bu esaretten kurtulamamın tek yolunun o gecede saklı olduğunu biliyorum.

Evin içerisinde ne kadar eşya varsa hepsini ortalığa saçtım. Makyaj malzemelerinden, mutfaktaki tencerelere, elbise dolabından türlü ıvır zıvırları doldurduğum kat kat sepetlerime kadar her şeyi... Düzeltmekten yıllarca kaçındığım kütüphanemi bile yerle bir ettim. Kitap aralarına notlar yerleştirmeyeli epey olmuştu. İnsan otuz beşini geçtikten sonra aklına ve kalbine yazmayı seçiyordu. Sanki bütün yükü onlar taşıyabilecekmiş gibi.

Filmlerdeki gibi bir 'uyanma' halini mi umuyordum? Ya da ne bileyim, bir aydınlanma anında başıma gelen şeylerin bana kendisini hatırlatacağını mı düşünüyordum?

İçimde yükselen ve kalbimi kökünden burup savuşturan gücün ağırlığı altında eziliyordum. Canım hiç bu kadar yanmamıştı. Unutma perdesinin kalın ve sert bir noktasında sıkışıp kalmış olmalıydım. Başıma gelenleri nasıl bir duyguyla kapattıysam altında kalmıştım. Ne hatırlayabiliyor ne kaçabiliyor ne de kaldığım yerden hayatıma devam edebiliyordum. Tek bildiğim, yüzlerce isim ve bana ait olmayan bambaşka renklerdeki giysilerin olduğu bir çekmecede kalbimi bıraktığım günden beri içinde yalnızca benim olduğum bir boşlukta nefes almaya çalışıyordum. 

Uzun bir zaman bu tuhaf halimden sıyrılmayı başaramadım. Bir büyük oyunun içinde kendi gerçeğimi, bana yapılanları unutacak kadar kör olmayı becerebildim. Böyle diyorum da hiçbir şeyi becerebildiğim falan yoktu. Bu düpedüz kendini kandırmaktan başka bir şey değildi. Hayata devam edebilmem için önümde duran engele tekmeyi savuracak kadar elinde her şeyi olup da o tekmeyi saçmasapan bir bahaneyle saklamayı tercih eden de yine bendim. İnsan istedikten sonra öyle güzel saklanabiliyordu ki kendinden ve birgün bulmak istediğindeyse geride bıraktığı gel git duyguları içinde çıkış yolunu bulmakta zorlanıyordu. Çünkü bütün kapıları hep aynı yokluğa çıkartıyordu. Bildik ve artık iyiden iyiye ziftleşmiş acıların yol arkadaşlığına nedense daha fazla güveniyordu. Tek bir kapı, her şeyi değiştirebilmek için yeterliyken onu görmezden geliyor, aynı yoldan yürümeye devam ediyordu.
Devam ettim.
Üstelik sen bile bana ne olduğunun farkına varmadın. Evet ‘sen!’ Gerçekte kim olduğunu etrafından gizleyen, kalın duvarlar arasında içinde kök salmış kötülüğü günden güne büyüten sen! Keşke adını söyleyebileceğim cesareti gösterebileceğim kadar sevebilseydin beni. Hayatındaki ayrık otlarını temizlemek için gelmeseydin. Bardağı taşıran özlem sokulmasaydı ikimizin arasına. Bahar başlangıçlarında beni aklına düşüren yanılsamalarınla yüzleşebilseydin. Olmadı. Her gelişinde bir gerçek bir gerçek daha sakladığın yerden sokuluverdi hayatımıza. Ben yalnızlığım uğruna sustum sen ise çoğalmak için… 
Birkaç saate sığan çarşafların dalgalanması da işte böylece son buldu. Erkenden uyandım. Tenine sığınmış benleri bir bir dudaklarıma toplayıp birkaç temasla kalkıp gittim. 
O sabahın ayaklarıma vuran şaşkınlığıyla aynı sokaklardan geçtim. Adım adım sessizliğine doğru yürüdüm. Seni sakladım. Geride bıraktığımız şahitler huzurunda kollarından indim.

O geceye dair aklımda kalan tek şey…esaret… Tek bir saç telinin hafızamda bıraktığı yangının ne gerçeğe ne de rüyalara sığabilen yalnızlığı. O sabah ayrılırken yatağın bir köşesine düşmüş saç telini alıp sakladığım bu hikayeyi ben yazdım. İnsan en zor kendisini hatırlıyor. En çok kendi boşluğunun içine düşüyor. 
O kavga senin. Adına özlem dediklerimiz de bir başkasının hayatından çalıp bana getirdiklerin. 

Haberin olsun. Unutma perdesini aralıyorum. Sokağı dönmek istediğinde kapatacağım.