PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

31 Ekim 2012 Çarşamba

Çile

Hızı hiç değişmeden devam eden bir ip çilesinin sonundan sesleniyorum. Buraya kadar daha ne kadar açılacağını, açılırken dolandığı yerlerde nelerle karşılaşacağını bilmiyorum. Bazen şu üçlü koltuğun tepesinden aşağıya kendisini salıveriyor. Bazen de sandalyenin arka tarafındaki ahşap deliklerin arasında dolaşmayı seviyor. Hangi zaman diliminde bu karışıklığa kendini bıraktı bilmemekle birlikte, nihayetinde duracağını hepimiz biliyoruz. Sıkılacak yahut bir sonu olsun isteyecek. İlgilenilmediğinde kendini oradan oraya savuracak. Türlü şaklabanlıklarla bir şeyler anlatmaya çalışacak ve er geç yorulacak. Oysa şöyle bir an dursa, dönüp baksa bunca şeyin olması için bir nedenin olmadığını anlayacak. Ama adı üstünde "yün çilesi". O da diğerleri gibi çilesini dolduracak. İnat etti mi inadından kurtulmak imkânsızdır. Ben de daha fazla onunla ilgilenmeyeceğim. Kararlıyım. Bu defa ne yapmak istiyorsa, nasıl davranmak zorunda hissediyorsa öyle olacak. Bakalım onun istediği yoldan gidince karşımıza neler çıkacak.

İkili koltuğu bu defa ben kaptım. Şimdi o muhtemelen bambaşka arayışlar içerisindedir. Aklının bir köşesinde bozuk plak gibi kurduğu düşünceleri hayata geçirmeye çalışmakla meşguldür. Buradan bakınca her şey öylesine komik ve anlamsız geliyor ki! Sakın yanlış anlamayın. Elbette komik olan anlamsız değil. En azından her zaman. Aman, benimki de laf işte. İçimde bir yerlerde ona ulaşamamış olmanın verdiği sıkıntı, olmadık şeyleri peyda ediyor. Kafamın uykudan bağımsız olduğu anlarda onun yine neler karıştırdığını düşünmeden edemiyorum. Hastalık sahibi oldum. Saçmasapan bir öngörü sayesinde ilerliyorum. Öngörüymüş! Güvendiğim her şey gibi onun da hiç bir karşılığı yok. Olsun. Yine de bozuk bir para gibi yuvarlanıp duruyorum olur da yakamı ele veririm diye. Ya yazıyım ya da tura. Dikine gelecek şans nerede bende? 

Sandalyenin arkasında güya çaktırmadan yavaş yavaş süzülmeye başladı bile. Gözüm üzerinde. Yaptığı her hareketi tam olarak göremesem de genel olarak farkındayım. Ara sıra yalan söylüyor. Uzun uzun anlatmayı sevmese de kestirmeden gittiği yollarda beni de kıstırdığını sanıyor. Ne yapalım, bir defa verdim eline bütün kozları. Torlayıp toplasam kime ne fayda. Çünkü ben de her insan gibi bu çilenin sonunu merak ediyorum. Bittiğinde kim bilir ortaya nasıl bir örgü çıkacak. Bir düz bir ters, iki düz bir ters... Hiçbirinden anlamam ki! Fakat bitmiş bir şeyi iyi anlarım!

Bu defa epey bir açılıp saçıldı. Diğer günler ağır aksak geçti. Hatta o zamanlar bir ara bu çilenin sonsuz olabileceğinden şüphe etmeye bile başlamıştım. Sahneler tekrarlanıyor, uzun yolları arkasında bırakıyor, arada bir, özellikle üçlü koltuğun tepesinden inerken, kendinden beklenmeyecek ölçüde büyük sesler çıkarıyordu. Tam da bu sırada bitecek diye sonunu dört gözle beklerken bir de baktım ki bizimki hiçbir şey yokmuş gibi geri dönmüş. Ardında da çilesinin geri kalanı mırıl mırıl geliyor. Onca yol, onca hareket meğerse ondan neredeyse hiçbir şey eksiltmemiş. Bu işin bir sırrı varsa onu bulmuş olmalı. Başka nasıl olacak? Altı üstü bir yün çilesi, her çile gibi onun da azalarak bitmesi lâzım değil mi?

Gece devriliyor. İkili koltukta sabitlemeye çalıştığım başım artık kendisinden beklendiği üzere yıkılmak üzere. Şuracıkta uyuyup kalacağım. Uyumamam, çileyi takip etmem ve onca ısrar ve inattan sonra neyle karşılaşacağımı görmeliyim. Of, dayanmak ne zormuş. Beklemek. Beklerken başına gelebileceklerden yarı haberli yarı habersiz devam etmeye çalışmak... Bir gönüllü çıksa da benim yerime izlese. Neler diyorum. İnsan kendi hayatının bir ucunu neden başkasına versin ki? Bu devirde elini veren kolunu kaptırmıyor muydu? Benimki de laf işte ama bazen pes etmeyi ne çok istediğimi bilemezsiniz.

Durdu. Hiç ses yok. Az önceki hareketinden eser kalmadı. Seyircisini hiç düşünmüyor. Çilemiz oyuncu. Dekorlar arasında kendi oyun aralarını veriyor. Ne de olsa onun benim gibi zamanla bir işi yok. Yani en azından bu çileyi bitireceği zamanla bir işi yok. Kafasında kurduğu her neyse bir tek kendi biliyor. İsterse hiç bitirmeyebilirmiş. Hatırlıyorum, orada uzanmış yatıyorken ben, dikine dikine bakıp bana böyle demişti. Bir yün çilesinin konuşmayacağını en az sizin kadar ben de biliyorum. Aylardır yüz yüze bakıyoruz, bırakın da anlayayım biraz olsun. Belki de ben haksızım. Arada sırada dinlenmemi istiyor olamaz mı? Uykum geldikçe yine kendi yazdıklarımı oynuyorum. Boş verin siz beni.

Siz de benim gördüğümü gördünüz mü? Sayın çilemiz bu defa kendisini sarkıtacak bambaşka bir yer bulmuş. Koridora doğru uzanmış, ilerliyor. Yoo, bu kadar da olmaz. Peşinden sürüklenmeye hiç niyetim yok. Nereye gidecekse gitsin. Hatta hiç gelmese de olur. Nasıl olsa kendi başına hareket etmekten zevk alıyor. Üstelik alıngan da. 
Birgün, hiç unutmuyorum, onunla böyle sizinle konuştuğum gibi konuşurken birdenbire onu hayatımda daha fazla tutmak istemediğimi anladım ve sustum. Önce ağzıma ne geliyorsa söyledim. Sonra da bana sinirlenip yuvarlanışı izledim. O an içim söküldü. Sanki o yün çilesi bendim ve biri beni eline almış patır patır açıyordu. Her şeyim bir tarafa dağılıyor, dağılanları toparlayacak gücü bulamıyordum. Meğer ne çok alışmışım dedim içimden. İnsan çilesine bile alışıyormuş. Oysa onu ilk gördüğüm anda vazgeçebilseydim, şimdi bütün bunlarla cebelleşmek zorunda kalmayacaktım. Çilemle aramda oluşan bağ hepinize saçma gelebilir. Bir çileye bağlılık tuhaf bir şey, kabul ediyorum. 

Hâlâ koridorda bir yerde olmalı. Bense ikili koltuktaki yerimi bozmadım. Bu defa korkarım onu yalnız bırakacağım. Dönüp gelecek, her defasında böyle olmadı mı? Onu izlemeye çalışmak boşuna! Kimi zaman tatlı bir yorgunlukla ve büyük bir zevkle bunu yapmış olsam da başına buyrukluğu beni yoruyor. Ben izledikçe o çile tükenmek bilmiyor.

Bu koltuktaki köşeleri tıpkı bir canlının ölümünün yasını tutar gibi tutuyorum. Bağlıyım. Ve bağlarım öylesine derinden geliyor ki koparmak istesem bile yeterince gücümü kullanamıyorum. Sonraya kalan bir şeyler muhakkak oluyor. Zincirin halkalarında yer değiştirmesi gereken öyle çok şey var ki. Birinden tutsam diğeri elimde kalıyor. Her şey o yün çilesi gibi iç içe geçiyor. Onun bir sonu var. Bu çilenin sonunda mutlaka bir şeyler var. Ama sabrım da giderek tükeniyor. Heyecanla izlediğim yol, onun yolu, onda yavaş yavaş çözülmelere yol açarken ben, giderek düğümleniyorum.

Şimdiye kadar kendini belli etmeliydi. Ses yok. Gidip baksam mı arkasından? Hayır! Buradan kalkmamalıyım. Ama ya başka birine takılırsa? Benim yerime onu başka biri izlerse, o zaman ne yapacağım? O seslenmeden önce onu unutmadığımı fark ettirmeliyim. Bir söz vermemiş miydim kendime? 

Hızı hiç değişmeden devam eden bir ip çilesinin sonundan sesleniyorum. Aranızda beni duyan var mı? Çok uykum var. 
İkili koltuktan kıpırdayamıyorum. Oralarda bir yerde. 


22 Ekim 2012 Pazartesi

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -44-

Geç olmadan yola koyulmalı. Hazır gürül gürül gökgürültüsü mevsimi de gelmişken, bir anlığına çıkıp kendi dünyanızın merkezinden kayıplara karışmalı.

Her yeni günde eklenen yepyeni toz bulutları sayesinde, birikmiş ne var ne yoksa üzeri bir tabaka daha kalınlaşıyor. Bir zaman sonra arı bir düşüncemiz de kalmayacak olup bitenlere karşı. Yaşam, bir yandan kendini bizde var edebilmek uğruna türlü zorluklarla peşimizde dolaşırken ve biz de onunla hatırı sayılır bir bağ kurmaya çalışırken, arada aldığımız darbelerle nerede olduğu kestirilemeyen mutluluk kapısını arıyoruz. Anlık sevinçlerimiz daha bir önemli oldu. Her şey bir an kisvesi altında sunulurken bazı önemli mottolar da daha fazla kullanılmaya başlandı. An ile bir sorunum yok. Ama bu kıstırılmışlığa karşı feverana kapılmamak da pek mümkün gibi gözükmüyor. Neden bütün bir gün güzel geçmesin ki? Kötülük habercileri her yerde, en önemlisi de içimizde. Hepimiz zamanla birer canlı bomba haline geldik. Sabırlar tükendi. Tevazu neredeyse 'çok eskidendi' diyeceğimiz bir davranışa döndü. Zihnimiz öylesine yorgun, gel git yaşantılardan öylesine muzdarip ki "iki lafın belini kırmak" bir yana dursun, yarım lafla konuşmamız isteniyor. Tahammül eşiği giderek düştü. Hâl böyle olunca insanca yaşamak belki de bir lükse dönüştü.

O yüzden beklenmedik zamanlarda zincirlerinden kurtulabilmeli. Dağ, tepe, köy, bayır, deniz; neresi varsa kendini koy verebileceği, oraya doğru ufak bir valiz hazırlayıp yollara düşebilmeli. Başka türlü olmayacak. Döngüyü değiştirebilecek bir şeyler mutlaka olmalı. Sürekli bir diş, gönüldeyse açık kalmış yara izleriyle birbirimizden medet ummaya devam etmenin faydası yok. Bu keşmekeş sevgiyi büyütmüyor. Aksine içine doğru çekiyor. Her şey giderek küçülüyor.

Yazmaya başladım başlayalı ulaşmaya çalıştığım bir şeyler var kendi içimde. İnsanın kendisiyle olan kavgası son bulmuyor nedense. Eksik kalan yanları, aşkta arayışları, iş hayatındaki dalgalanmaları, kısaca varlığını öne sürdüğü her alandaki iniş ve çıkışlarıyla olan mücadelesi bitmiyor. Hele bir de hep ileriye yönelik, gelişim için çabalayan ve en kötü denebilecek zamanlarda bile bir şekilde kurtulma arzusu içinde olanların kavgası daha da  görkemli oluyor. Öyle anlar geliyor ki "bilgi" her türlü aydınlanmanın başat karakteriyken birdenbire kişinin kendi dehlizlerinde boğulmasına ön ayak oluyor. Kötü idareler, karakteristik sapmalar, nihayetinde duygulara yenilmiş olmanın verdiği güçsüzlükle yanlış şekilde yorumlanışı sayesinde başımıza olmadık işler açıyoruz. Bu tuhaf döngüde kendimi günübirlik tüketilen yiyecekler gibi görüyor olmam da çok normal değil mi? 

Yine de onca olumsuzluğa rağmen her an Ege'nin herhangi bir beldesinde kendimi görmekten alıkoyamıyorum. Zihinsel yolculuklar yeterince uzun değil. Öyle saatlerce orada asılı kalmanın yollarını henüz bilmiyorum. Ama ben ne zaman yola koyulmak istesem mutlaka terk edebilmenin de ne büyük bir meziyet olduğunu az çok öğrendim.
Alışkanlıklardan sıyrılmanın kolay olmadığını hepimiz biliyoruz ama bir alışkanlıktan kurtulabilineceğini de biliyoruz. Hep derim aslolan seçimdir. Seçim için verilen karardır. O kararın sonucunu üzerine alabilecek kıvamdaysan hiç düşünme devam et! Değişim elbette zaman alır. O ister, sen verirsin. Bu böyledir.Tabiat bütün görkemiyle önünde sonunda seni karşılayacaktır.

Aklımda deli rüzgârlar esiyor. Peşinden gidiyorum. Rüyaların dilini anlamaya, hikâyelerini yazmaya çalışıyorum. En çok zamansız ve mekânsız olmalarını seviyorum. Dilediklerince hatırda kalıp istemediklerindeyse uçup gidebilmelerine hayranım. (Eh haliyle bu yazgıyla bazen ben de baş edemiyorum.)

Küçük küçük kelimelerim var benim. Sakladım. Bir iştihla elimden kaçıp gidecek ve beyaz sayfalara konacak diye ödüm kopuyor. Zamanı gelince söylenmeyi bekleyenler... Belki de hiçbir zaman yerini bulamayacak, benimle beraber yok olacaklar. Şimdilik varlar. Heyecanlılar. Bu yeter.

O kadar kalabalıktan sonra sıra geldi düşünmeye. Nereye doğru yola koyulmalı?

Benim aklımdaki yer belli, kalbimdeki de... Hem daha umutluyum. Ne diyordu şarkıda: "Güzel günler bizi bekler, eyvallah dersin geçer gider."









15 Ekim 2012 Pazartesi

Köprü

Rüyalardan geçiyorum. Yine nerede başladığını bilmediğim sokakların herhangi bir yerinde uyanıp büyük şaşkınlıklar yaşıyorum. Kaldırım taşlarındaki telaşı izliyor, köşeyi hemen dönünce karşılaşılmış bir yakınlaşmanın izini sürüyor ve olabildiğince hızlı hepsinden kaçmaya çalışıyorum. Sanki varlığımla bir çokluğu oluşturuyorum. Oysa her yerim eksildi. Daha önce de buraya gelmiştim. Belki de çok benziyordu. Ama hissettiğim şeyler, seçilmiş kelimeler aynılığı çağrıştırıyor. Sıkılıyorum çoğu zaman ve bunu söylemeye korkuyorum. Çünkü içimdeki mazgallardan geçmek artık eskisi kadar heyecanlı değil. Meraklarımı yitiriyorum. Eylül ortasında başlayan sessizliğin içinde bir çığ gibi büyüyorum.

Oturduğum yerden çok uzakta Mozart kulağıma bir şeyler fısıldıyor. Flütün deliklerinde dolaşıyor ve her nefes alıp verişimde başımı olmadık bir sesten çıkarırken buluyorum. Olmamam gereken yerlerin sancısında,  süregiden telaşların gölgesinde, hiç bitmeyecekmiş gibi yüzüme bakan gözlerin ikircikli anlamlarında ayları devirirken bir tek rüyalarda sığınabilecek yerler seçiyorum. Oysa çoğundan hiçbir anlam çıkaramıyorum. Üstelik ürküyorum. Yine de insanın en korunaklı yeri belki de kendi düşüncelerinin içi. Çıkmazlarıyla baş başa olsa da orası çıplaklığın özgürce kendini gösterebildiği büyük yalnızlığı... Herkes kendi sözcükleriyle ifade edebildiği kadar yalnız ve kendi hayatının geride kalan zamanı kadar deneyimli ama yetmiyor. Bir adımda her şey bambaşka bir şeye dönüşüyor. Hayatın ilerisi de gerisi de var olan zamandan farklı işliyor. Akıp gidense zaman kisvesine büründürülmüş yalnızlığımız oluyor.

Tek kanatlı bir göz beni uzaklardan izliyor. Gözün içinde neyin saklı olduğunu çözebilmek uğruna peşinden gidiyorum. Artık sonunda beni neyin beklediği umurumda değil. Ben o sonları düşüne düşüne başlangıçları kaçırdım. Gözlerin kendi sıcaklıklarında neleri saklayabileceklerini unuttum. Kendim seçtim. Bile bile bir çift göz yerine tek gözle yetinmenin yollarını aradım. Şimdi kalan o tek gözle ne yapabileceğimi, ondan ne beklediğimi, bana kazanabileceğimiz herhangi bir duygu verip veremeyeceğini görebilmek için gidiyorum. Bu bir rüyanın içinde saklıysa rüya rüya geziyorum. Karanlık ormanların, gürültülü nehirlerin, apartmanlar arası geçişlerin, bir sokaktan diğerine çıkan sokakların, yapılan yolculukların, dalgaların öfkesinin, kayalıkların en uç köşesindeki uçurumların  içinden geçiyorum. Her rüya sonrasında açılacak kapıların ardında gizleniyorum. Çünkü bir bilinmezin insanın canını, yüreğini nasıl yaktığını çok iyi biliyorum. İşte bu nedenle korka korka da olsa rüya dehlizlerinde kendimce kahramanlık öyküleri yazıyorum. Aydınlıklar ve karanlıklarla iç içe yaşıyorum. Bir çoğunuzun inkâr ettiği kimlikleri ben teker teker ruhuma asıyorum. Hepsi benim, hepsinde bir parçam var. Kimilerini sizden kimileriniyse kendimden aldım. Ödünç verilenleri iade ettim.Farkına varmadınız bile oysa biliyorum siz onların bende uzun zamanlar kalacağını düşünmüştünüz. Özür dilerim. İhtiyacınız olmadığını bilsem de yine de her şey için bir teşekkürü borç bilirim. Ama önce geri verdiklerimin farkına varmalısınız. Bana ait bir parçaymış gibi bakışlarınızın bir kenarında asılı duran imalardan kurtulmalısınız. Çünkü size baktığımda her şey aydınlanıyor. Neden mola verdiğimi ya da neden türlü yolculuklara çıktığımı o teslimiyetten sıyrılınca anlıyorum. İnsan bazen nasıl da kendinden uzaklaşıyor sayenizde bunu da görüyorum.

Mozart hâlâ rengârenk... İsyanına kulak veriyorum. Çünkü ben de isyan ediyorum. Belki de o flütün deliklerinde ufak da olsa bir yer edinip sadece bana ait bir sesim olsun istiyorum. Böylesine uzak şehirler kurmaktan, bilinmez bir derinliğe doğru bakmaktan, aslında ne anlatmak istediğimi anlamamakta direnen insan ordusundan yoruldum. Yorgunluksa, bir tek kelimelerin arkasından gittiğimde kendisini var ediyor. 

Uzun ayrılıklardan sonra geldim. İçimde büyük bir sarmaşık ordusunun hükümdarlık sürmesine izin verdim. Onca yol, onca anıdan sonra birikmiş ve asla telaffuz edilmemiş cümlelerin, hüzünden sıyrılıp kendisini yepyeni anlamlara bezediği bir rüya geçişinde, herhangi bir sokak köşesinde oturmuş bana ayrılanları izliyorum. Buradan hepiniz çok daha güzelsiniz. Sizinle yaşamak ne kadar da zor. Fakat şimdi olduğum yerde bunları düşünürken her şey karmakarışık bir sıralama içerisinde de olsa yine içinizde kalacağım. Ben dışarıyı hiç öğrenemedim. Denedim. Orada yapamadım. Ben içinizde kalmalıyım. Oradan bakmalıyım dünyaya. Hepiniz farklıydınız. Hiçbirinizin gözlerinde aynı ifade yoktu ama sözleriniz hep daha fazla tanıdık oldu. Aynıydı. Değişmiyordu. Yıkımlarım işte bu yüzden hep daha büyük oldu.

Her yerim eksildi. Olsun. Bugüne kadar hissetmediklerimi böyle böyle öğrendim. İnsan, en çok içten içe hissettirilenlerle kendisini ateşe veriyormuş, yanınca anladım.

Şimdilik buradayım. Rüyalar ve sözler arasındaki köprünün üzerinde hepinizi bekliyorum. Kimin hangi taraftan yanıma geleceği hakkında hiçbir fikrim yok. Önemli de değil. Hiçbir şey için söz vermiyorum. Sözlerin bir harekete dönüşmediğinde nasıl havada bir yerde asılı kaldıklarınıysa... 

Söylememe gerek yok. Siz bunu gayet iyi biliyorsunuz.