PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

26 Nisan 2011 Salı

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -33-

Bir telaştır aldı gidiyor. Sanki hiçbir filme yetişemeyecek, tiyatroların son oyunlarını kaçıracak, aldığım konser biletlerini, konser yerlerini bulamayacağım için yakacak gibiyim. Komik değil mi? Sakin sakin devam ediyoruz yine de. Sırası gelmeyen zamanların heyecanından olabilir mi?
Hangi anlarda böyle bir tedirginlik silsilesine kapılır ki insan? Çok düşünüp de söyleyemediğiniz, en az sizin de benim şu an veremediğim cevaplara benzer cümleleriniz, birkaç sözünüz eminim sıkışıp kalmıştır bir yerlerde. Aranızda var mı bunun nedeninin ne olabileceğini düşünen? Her şeyi taradım, yok. Uygun, aklıma yatan bir bilgi bulamadım.

Değişimin eşiğindeyken bana hep başka başka şeyler olur. Kimi zaman karşılaşmalar artar, geçmişe dair izler birdenbire bugün içinde yerlerini almaya başlar, beklemediğim cümleler duyar ya da ilginç denebilecek tesadüflerle karşı karşıya kalırım. Şimdilik her şey olağan seyrinde devam ediyor. Olanların hiçbirisi olması gereken zamandan farklı değil. Birkaç ay öncesinin hazırlıkları şimdilerde anlamlı hale gelmeye başladı. Gürültüler yok denecek kadar az. Biraz olabilirdi. Daha doğrusu bir parça mutlaka olurdu. Sessizlik aşırıya kaçmamalı. O anlarda kendimi taşımaktan yoruluyorum. 

Yan tarafta konuşulanları duyamıyorum. Günün belirli saatlerinde iki ya da üç kişi o odaya girip bir şeyler konuşuyor. Önceden hiçbirisinin böyle alışkanlıkları yoktu. Son bir-iki yıldır kapılı kapılar ardında mırıl mırıl bir şeyler söylüyorlar. Gölgelerini görüyorum. Başımı çevirmesem de bir ileri bir geri giden, sanki yürümeden konuşamayacaklarmış gibi sürekli hareket ediyorlar.

Acaba dışarıda hava nasıldır? Sabah boynumu delip geçen rüzgâr hâlâ aynı sertlikte davranıyor mudur? Karar verdim, yarın göğüs kafesimin içine girip bir süre orada oturacağım. Kalbin tutsaklığı ya da tutsaklığın en çok kalbe yakışabilme ihtimalinin oluşu tesadüf olamaz değil mi? Yakışıyor mu? Oturup oradaki karanlığı izleyeceğim. Karanlıkta da güzel ve iyi şeyler olabiliyor pekâlâ.
Her an yanılabilme ihtimalimiz var. Değiştikçe değişiyor... Sanırım bu cümlenin sonunu getirebilecek kadar zamanım yok. Bir şeyler bildiğimi biliyorum ama bu bildiğim şeylerin bütün olup olmadığına dair şüphelerim var. Eksikliklerle başa çıkabilmek iste....m / Bu cümle kimilerine göre böyle: "Eksikliklerle başa  çıkmayı isterim." Kimilerine göreyse şöyle: "Eksikliklerle başa çıkmayı istemiyorum." Birkaç harfin elinde olunca değiştikçe değişiyor/uz. Aklımdan çok acayip fikirler geçiyor.

Ben bu "bahar"dan hiçbir şey anlamadım.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Uykusuzluk Merdivenleri

Uyuyacaktım. O müzik beni alıp o merdivenlerden aşağıya indirmeseydi. Ama indim ve şimdi yukarı çıkma çabasına girmek istemiyorum. Öyle usul usul da inmedim. Yuvarlanmak deseniz, o da değil. Bildiğim, çok hızlı bir şekilde zeminle kavuştuğumdur. Eskiyle yeninin karmaşasını bu zeminde hissetmek zor olmuyor. Hepsi istediği kadar üzerime gelebilir. Bugün korunaklıyım. Bugün sızıntı yapabilecek, fark etmeden beni alıp bambaşka yerlere götürebilecek yanlarım açıkta değil. İzin yok.

Tek bir yerdeyim. Sonsuzluk hissini hiç anlayamadım. Adını böyle koymak istesem kime ne? Adı öyle olsun. Vardığı yeri bilmediğim ama ötelerde, çok uzakta bir yerlerde olduğunu yalnızca bir kelimenin izinden giderek hayal edeyim.

Sonra fotoğraflar var. Parmaklarını bilmediğim yolcuların makinelerinden çıkan...Duygularını, sesini bilmediğim fakat bir şekilde yanımda olduklarını bildiğim... Boyutları önemli değil. Hangi düzende çekildikleri de. Kare, dikdörtgen belki de bir köşesinden kesilmişlerdir. Olamaz mı? Olsun. Olasılıkları da devre dışı bırakmayı istiyorum. Burası benim yeryüzüm. Yüzüm. Şekillendiği duyguların arta kalan parçalarından toparlamaya çalıştığım, ritimlerin içinde hapsolmasını istediğim yüzüm. Belli belirsiz de olsa adım sesleri duyuyorum. Duymak... Daha yaklaşmadan kapı önüne o en sevdiğin hayali kucaklamaya çalışmak ve birazdan bitecek bir yazının içerisinde bile olsa onunla yol alıp sabahı karşılamak...

Uyuyacaktım. Merdivenlerin en alt basamağında oturup kalmasaydım. Bir hızın önünü böylesine kesmeseydim. Bir mektubun tek kelimesini göndermekle göndermemek arasında kalmasaydım. Göndermedim. Kelimeyi kendi içinde değersizleştirmeyi istemedim. Yüzlerce yazılmış kelimeden birisi eksik kalsın, onu o hiç okumasın istedim. Kararların ardına bırakıp eski bir cümlenin izinden gitmeyi seçtim. O cümleyi bir daha hiç hatırlamayacak olsak bile...

Uykusuzluk merdivenleri bana silinmeyenleri, silmeyi istemediklerimi, zorla silinmeye çalışanları anımsattı. Orada daha başka neler var? Meselâ şu bağıra bağıra şarkı söyleyen kadının ruhundan da izler var mı? Olmalı. Hem o çağırmıştır belki de bütün bunları. Beni bilinmeyen bir şekilde getirip buraya bırakmıştır. O da sonsuzluğun ne anlama geldiğini, nerede olduğunu bilmiyordur. Ayakları yalınayaktır.Yeryüzümü, o da en az benim kadar hissedebiliyordur. Çıplak ayakların tende bıraktığı her iz, yara olmayabilir pekâlâ...Biliyorum, bugün onun da olmayı istediği yer burası. Yanım. Yana yana...

Artık uykunun basamaklarını çıkmanın zamanı geldi. Buraya gelişimden farklı olarak yavaşça kalkıyorum bu son basamaktan. Geceliğimin kenarlarına bulaşan hangi zamandan kaldığı artık çok da önemli olmayan tozlardan kurtulmaya çalışan birkaç hareketle, aynı çukura başımı koymaya gidiyorum. Harfleri yumuşatan bütün şapkalardan özür dileyerek...

20 Nisan 2011 Çarşamba

Ya İçinde Ya Dışında

Çöl susuzluğundan gün(düz)e düşürülmüş fotoğraflar gibi kalır kadın. İncinmiş başucu şarkılarının yalnız haykırışlarında, koca bir gökyüzünün, masmavi aldanışlarından kaçırılmış bir sonbahar sözüdür yüreğinde sakladıkları... Gece oturunca kan gibi damarlarına, göz kapaklarında sonlanır uykusuzluğun ağrılı nöbetleri.
Ya sabah olacak ya da gece bir daha hiç eskisi gibi yaşanmayacak!

Hep yola çıktığımda dökülmeye başlıyordu yapraklar. Dudaklarına çilek kokusu bırakmıştım ama o susuyordu. Suskunlukların yırtıldığı birkaç kelime duysam, sigaranın odayı dumana boğan zifiriliğinden biraz olsa arınabilsem, telafisi olmasa da can evinin yakıcı zehrini, biraz hafifletebilirdim. İşleyen zaman ben hep böylesine sızlarken mi unutuyor geçirgenliğini?

Biraz daha üzerinden geçtim ruhumun. Biraz daha olanları anımsatmaya çalıştım yorgun düşlerime. Evin odaları arasında birkaç kısa adım attım. Duvarda yeri değişmiş çerçeveyi düzelttim. Beğenmedim, yerine başka bir resim koydum. Tozlanmış ama hala ilk günkü gibi yaz sıcağını üzerinde tutan, camdan lalelerime baktım. Turuncu yapraklarında uzaklaştım olduğum yerden. Seni aradım. Tüm kapıların kapalı, tüm sözlerin mühürlüydü. Kaçtım, durdum, baktım, yürüdüm, kıvrandım, bağırdım. Hiç durmadan saçlarıma bıraktığın kokuyu çekiştirdim, koparmaya çalıştım. Olmadı. Gece arsızdı ve sen gecenin solgun hıçkırıklarında sessiz bir yargıçtın.

Düşünüyorum. Bugünlerde belki de tüm birikmiş hesapları da hesaba katarak, düşünüyorum. Yarattığım onca güzel şeye rağmen, bana rağmen, benden gidenleri... İhaneti en yakınından gelen, yüreksiz ve zavallı insanların içimde açtığı karmaşık duygusuzluğun nelere yol açacağını düşünüyorum. Habersiz adımların, er geç yine kendisine döneceğini hiç mi bilmez insanoğlu? Hiç mi kör, kahpe bir kurşun tarafından yeri geldiğinde yine kendi içinin vurulacağını hiç mi bilmez? Şimdi Tanrı'nın yarattığı bir canda, giden Tanrı'yı düşünüyorum. Üzeriden geçip gideceği köprülerin halatları birbirini tutmadığı zaman medet umacağı yokluğu... Koca bir okyanusu, küçücük bir dere için görmezden gelince can aldığın canın kanından olan, nefes diye hangi havayı soluyacak ömrü boyunca? Değil mi ki ihanet, yalnızca bir insan kınına saklanmış en aciz ama gölgesini bıraktığında, birdenbire en kudretli oluveren? Zayıflığı, kişiliğin elbiselerinin altından sinsice işleyen?
Ne çok soru düşüyor aklıma. Bir ömür, daima bir diğer ömrü isteyerek geçireceğiz anlaşılan.

" Kalk gel hadi... Üşüyeceksin burada. Hadi ama... Üzülme daha fazla..."

Bilincin içine gizlenen bilinçsiz davranışların yol açtığı yıkımın gecesinden arta kalanlardı kasılmalarıma sebep olan. Loş ve soğuk bir odada tıpkı bir cenin gibi kalışım , bana karnımın sol yanında duran doğum izini ne denli ağır taşıdığımı hatırlatmıştı. Doğarken acısını dahi hissetmediğiniz bir iz, yıllar sonra beklenmedik sözlerin içerisinden çıkıp kendini fark ettiriyordu. Gecenin biçimini ve saydam duvarlarını yıkan birkaç harf, küçük şeylerin büyüyen gölgesi olduğunda değerini unutturmayacak derecede izler bırakıyordu.


Farkındalıklar perdesi gün be gün aralanıp kapanırken içimize, dışımıza sayısız hücre girip duruyor. Hiçbir şey bundan ibaret değil elbette ama hepsi bu!

18 Nisan 2011 Pazartesi

Yine Bir Muammasın

Yine bir muammasın! Tebessümün belinin inceden, o uzak köyde kırıldığı yerde. Anlamın çöreklendiği kadehlerdeki şarap tadı çoktan yitip gitmiş. Sen, sen de çekip gitmişsin. Yabancı bir ayrılık taşıyorsun her zamanki gibi. O kelimelerindeki hüzün, sigaranın bağımlı yandaşlığı ve yazmaya değer tüm acılarınla. Kimsesizliğin karanlıklarla buluştuğu gece yarısı nöbetlerinde bekliyor ve mayhoş tatlarla ıslatıyorsun kara kalemle yazdığın kâğıtların üzerini. Bir nefes, bir nefes daha derken son sigaranın tedirginliğiyle noktalıyorsun sözlerini.

" Çok güzel dokunuyorsun..."

Gece hep sancılanıyor, İstanbul gamze gamze doluyor yanaklarıma. O günün hatırına saklıyorum bir parça nanenin tadını damağımda. Bilinmez bir yarım kalmışlığız seninle biz. Tahminlerin belki bir ara durak olduğu; ama sonrasında yan yanalığı zorlayan bir olmazlık edasıyla uzaklaştırıldığı...
Eski, çok eski bir gönül hikâyesine yer verebilirdik belki. Bakıp da görmemek, konuşup da susmak, dokunup da koşarcasına bir tenden ayrı kalmak bu olsa gerek! Kalbimizdeki yaralar ve kanattıkça kavlayan acılarımız hep ucunda mısralarımızın, dizelerimizin. Beni burada, senden başkası anlayamaz.

" Bak işte tam şurası ve burası..."

Gül rengi bir şarap tendeki yolculuğu parmak uçlarına usulca işletti kendini. Gecenin makamıydılar bir koltukta karşı karşıya kalmışken bedenlerimiz. Başımı koydum. Sıcaktın... Kalbin ritmi hep dillenir bu zamanlarda. Savrulup giden yalnızca rüzgâr değildi. Gece, müzik, şarap, dizelerimiz, paylaştıklarımız, çekingenliklerimiz... Hepsi ortak bir savruluşun konuğuydu. Bir avuç zamansızlığının içinde, küçük bir "an"dım, tenine esmerliğimle gölge veren...
Dördüncü mevsimi terk edeli ve beşinci mevsimde bekleyeli, hayli gün geçti. İkimizin de bir sabah kahvaltısında dile gelmişken kaçındığı isimler, yani kadınları ve erkekleri, o bilmediğimiz mevsimin ikliminde bekliyorlar. İnanmadıklarımızın üzerindeki perde çekilecek ve vakti geldiğinde alınacak parçalanmış ayrılıklarımız.

"Dudağımda eksik bir şiirin kaldı. Onu vermek için özlüyorum seni."

17 Nisan 2011 Pazar

Ada Yanılsaması

“Gürültülü bir günün hemen sonrasında durup da bir saniye bile olsa akla gelen bazı şeyler, insanı bazen uzaklarda kalmış bir anıyı hatırlamışçasına düşündürüyor. Bir süre, bulunulan yerle olan ilişkiniz kesiliyor, sesler kendi içinde tuhaf bir döngünün içine giriyor ve siz o döngünün içinde oradan oraya yer değiştirmeye başlıyorsunuz. Böyle garip bir girdabın etrafınızda dolanıp durduğu sırada içinizdeki karanlık sokaklara sapıp huzursuz bir uykuya yatıyoruz. Çoğul bir şahıs ekine meyletmek belki de en kolayı!

Yatağa yattığımda gece saat ikiyi çoktan geçmişti. Ne zaman ki uzun sessizlikler kendini göstermeye başlasa, saklandığı yeri keşfedilmiş küçük bir çocuk gibi korkardım. Korktum. Biraz daha fazla yanında kalsam sormak istemediğim soruları soracak, (aslında sormak isteyip de cevabından korktuğum desem daha doğru) belki de sevimsiz bakışlarını görüp yine bir şekilde kendime, o en güvenli sığınağıma kaçacaktım. O an çok hızlı karar verdim. Koltuktan hızlıca kalkıp "Uykum geldi, ben artık yatıyorum." dedim. Gönülsüzce, bir an önce beni başından atmak istermişçesine sadece " Sen bilirsin." demekle yetindi. Oysa ben 'Biraz daha otur, birlikte uyumaya gideriz' gibi cümleler kurmasını beklemiştim. Beklemek... Hiç olmayacak duyguların üzerinde nasıl duracağını görmeyi istemek gibi bir şey miydi? Ya da zorla bir anın resmiyetini, gerçekleşmeyecek bir beklentinin hemen yanı başında kazandırmaya çalışmak mıydı? Tek bir söz dahi söylemeden beyaz merdivenlerden zihnimde oluşan büyük bir boşlukla yukarıya, yatak odasına çıktım.

Çift kişilik bir yatak, odanın girişinde hemen solda duran bir sandalye, kapıya yakın bir elbise dolabı ve pencere kenarında duran ufak, saydam bir sehpadan başka hiçbir şey yoktu. Martı seslerinin artık bir sesten öte çığlığa dönüşen gürültüsü içerisinde buz gibi yatağa uzandım. Birkaç dakika, arkamdan gelir de beni burada yalnız bırakmaz diye düşünüp uykumu bastırmaya çalıştım. Gelmedi. Ne birkaç dakika sonra ne de geldiğini duyabileceğim yakınlıktaki bir zaman aralığında. Sanki o gece adada ikimizden başkası yaşamıyordu. Herkes bir süreliğine gelip sonra yeniden şehre dönmüş gibiydi. Herhangi bir anlamı olmayan odaların yalnızlığı çökmüştü. Boştu, boşluktu, sessizdi ve içimdeki karmaşadan başka hiçbir şey yoktu. Birkaç saat öncesinde seviştiğimiz yatağın dağınıklığı da yavaş yavaş ayaklarımın arasından kayıp gidiyordu uyku sersemi bir yalnızlıkta.

Yorganı gözlerime kadar çektim. Bir tek gözlerim söz geçirebiliyordu karanlığa. Bir tek onlar beyaz duvarların üzerine yapışmış hikâyeleri okuyabiliyordu. Çoğu yıkık, gelip geçici… Çok sordum o gece kendime "Ne işin var burada senin?" diye. Sordum ama bir türlü istediğim gibi bir cevap bulamadım. Kendi cevapsızlığımda kıvrana kıvrana aldığım ilacın da etkisiyle uyumuşum.

Bir ara, sabaha karşı dörtte, sağ tarafımdan omzuma değen nefesin sıcaklığıyla irkildim. Uyumadan önceki yorgunluğum hâlâ yerli yerindeydi. Yağmur yağıyordu ve yağmurun sesi hiç bu kadar ürkütücü olmamıştı.

Yorganın diğer tarafındaki varlığının tedirginliğime karıştığı bir anda, telefondan yayılan ışığın rahatsız edici yansımasıyla güçlükle de olsa gözlerimi arayabilmiştim. Sonra hemen yeniden kapattım. Uyuduğumu sansın istedim. Yatağın içinde yerini bulmaya çalışan bir bedenin, bir o tarafa bir bu tarafa dönen beceriksizliğiyle ne yaptığını görmek için birkaç defa dönüp durdum. Uyumuyordu. Saatlerdir onu oyalamayı başaran telefonunun dokunmatik ekranına basıp duruyordu. Ona fark ettirmeden gözlerimi hafifçe araladım. Kederli bir yüzü vardı. Yorgunluk, uykusuzluk ve tüm o saatler boyunca aklına takılan bir düşüncenin peşi sıra gelişen belirtiler silsilesi, her yanını kaplamış gibiydi. Sağ elimi yorganın altından çıkarıp yüzüne düşen saçlarını kulağının arkasına atmak ve dudaklarına masum bir öpücük kondurmak istedim. Yapamadım. "Seni özledim." dediğimde "Beni neden özlüyorsun?" diyen bir adamın sözleri geldi aklıma. Aynı adamdı. Zaman alır götürür demiştim içindeki yıkıntıları, o hep bir şeyleri ortadan kaldırma, yok etme duygusunu. Ama zaman ondan yana bir değişime uğramıyordu. Varsa yoksa değişen ve her geçen gün kendi çelimsiz duyguları içerisinde boğulan ben oluyordum. Zaten hiçbir şekilde zamanın bir şeyleri iyileştirdiğine inananlardan birisi olmadım. Bir duyguya esir olmak bana göre değildi. Yine de her defasında bu cümlenin açılışını ben yapıyordum.

Çok sonra iki kelime güçlükle de olsa çıkıvermişti ağzımdan. "Ne yapıyorsun?" ( Böylesine basit bir sorunun bile cevabından ürküyor bazen insan.) Neyse ki fazla geciktirmeden: "Bir arkadaşımla yazışıyorum" dedi. Kim diyecek oldum, yüzündeki memnuniyetsiz ifadeyi görünce vazgeçtim. Sessizliği seçmek bu defa daha kolay olmuştu. Bir süre telefonun ışığı ve arada bir çakan şimşeğin beyaz odanın içerisinde yarattığı kısa aydınlatmalarla başımı omzuna koyup onu izledim. Parfümle karışık teninin kokusunu alıyordum ve bu, orada bulunmaktan dolayı oluşan bütün olumsuz, huzursuzluk verici düşüncelerimden uzaklaşmamı sağlıyordu. Her defasında aynı zaafın kurbanı oluyordum. Dokunabileceğim bir tene kavuştuğumda, içimde durmaksızın bağıran kadını doyurmak istiyordum. Arzularından yorulmayan, hep yukarıda taşıdığı duygularının gönüllü kölesi olmaktan vazgeçmeyen, dudaklarına ve omuz kenarlarına bırakılan küçük ısırıkları şehvetli sevişmelere doğru yol açtırmasını iyi bilen bir kurbandım.

Apar topar yataktan kalktı. “Nereye?”dediğimde canının sıkıldığını, eski bir mevzudan dolayı tadının kaçtığını söyleyip çekip gitti. Merdivenlerden inişini dinledim. Kahve içmek için çaydanlığına su koyduğunu, mutfakla salon arasında gürültülü adımlarla üç beş dakika gidip geldikten sonra denize doğru duran kanepeye oturup bir sigara yaktığını duydum. Yataktan kalktım. Ayakkabılarımı giymek için eğildiğimde, "Ne yapıyorum ben?" diye okkalı bir soru sordum kendime. Tokadı kendine atmak! Çabucak giydiğim o tek ayakkabıyı çıkarıp yatağın az önce bıraktığım köşesine geri sokuldum. Sonrası, sonrasını hatırlamıyorum. Uyumuşum.
Sabah olduğunda uykusuzluğu bahane edecek ruh halini önemsemeyip bir hışımla yataktan kalktım. Bütün kıyafetlerim alt kattaydı. İlk sevişmemiz burada başlamıştı. Siyah dantelli iç çamaşırımı bluzumun altından gördüğünde: “Böyle seksi şeyler mi giyerdin hep?” diye sormuş, cevabımı beklemeden parmaklarını belimin etrafında bir iki defa usulca dolaştırıp hiç geciktirmeden kasıklarımdan aşağıya doğru ilerlemişti. Bütün bedenim kocaman bir buluta dönüşmüştü. Parmaklarının ıslandığını hissedebiliyordum. Ondan sonra da dalgalı bir denizin üzerinde yıkılmamak için kendimi zapt etmeye çalışmış, hırçınlığına yenik düşmüştüm.
Üşüye üşüye merdivenlerden indim. Üzerimde yalnızca sağ kolumun altı hafif yırtılmış dantelli iç çamaşırım ve spor ayakkabılarım vardı. Banyoya gidip elimi yüzümü yıkadıktan sonra apar topar üzerimi giydim. Kahve yaparken buraya gelmeden önceki birkaç saatimi düşündüm. Her şey ne kadar da durağan bir şekilde ilerliyordu oysa. Aklımda yeniden aynı yerde, onunla olmak yoktu. Ama şimdi sabahın bu erken vaktinde,  bir daha hiç gelemeyeceğimi düşündüğüm bu evde, onunlaydım. Her şey hiç beklenmedik bir hızla gelişmişti.

Dün akşam ada vapurunu yakalamak için koşa koşa iskeleye doğru yola koyulmuştum. Üstelik birkaç aydır gitmediğim, sürekli geçiştirdiğim arkadaşlarımın yemek davetinin tam ortasında, "Gitmeliyim!" diyerek aniden evden fırlamıştım. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışırken onları terk etmiştim.

Takside yol boyunca gelişen olayları düşünüyor, bir yandan gülüyor, bir yandan da anlamsız bir mutluluğun bir saat kadar sürecek yolculuğunun başlangıcına doğru gidiyordum. Tam saatinde vapuru yakalamıştım. Yorgundum. Bacaklarımı karşı koltuğa uzatıp Sait Faik Abasıyanık'ın Havuz Başı kitabını çıkardım ve okumaya başladım. En fazla altı yedi sayfa okuduktan sonra kafamda biriken onca düşünceden, ayıklayamadığım görüntülerden dolayı kitabı bıraktım. Ne okuduğumu anlayamayacak kadar dışındaydım kitap sayfalarının. En iyisi yol boyunca uyumaktı. Ben de öyle yaptım.

Adaya geldiğimde yağmurun ıssızlığı her yeri kaplamıştı. Uzaklardan gelen köpek sesleri, vapurdan inen birkaç ada sakinin telaşlı ayak adımları ve yalnız başına yürünecek o yolun korkusuyla, hızlı adımlarla yokuşu tırmandım. Yol öylesine ıssızdı ki böyle anlarda her zaman yaptığım gibi türlü kötücül kurguların içerisinde bir an önce oraya varmak için koşmaya başladım. Eğer hızlanırsam her şeyin üstesinden gelebilirdim. Öyle de oldu. En azından şimdilik!
Eve doğru inen merdivenlerin az ilerisinde beni bekliyordu. Soğuktu. İstanbul çok uzaklardan belli belirsiz de olsa görünüyordu. Sarıldık. İki yakın yabancı gibi...
Ev bu defa geçen geldiğimden daha sıcaktı. Korkudan öyle çabuk çıkmıştım ki yolu sırılsıklam olmuştum. Üzerimde ne varsa çıkardım. Hemen oturamadım. Birkaç adımda salonu dolaştım. Kocaman pencerelerin ardından denizi izledim. Masanın üzerine bırakılmış kitapları gelişigüzel karıştırdım. Yağmur usul usul düşüyordu karanlığın ortasına.

Radyodan odaya yayılan seksenlere ait bir şarkının orta yerinde "Gel yanıma, otur. Ne kadar sevimlisin sen bugün böyle. Bir şey mi oldu?" diyerek beni yanına çekti. Oturduğum yerden geri geri koltuğun en ucuna doğru yaslandım. "Yoo, her zaman ki halim. Daha doğrusu çoğunlukla böyleyim. Ne bileyim" dedim. Gülümsedi. Parmaklarını saçlarımın arasına dolayıp yanağımdan öptü. Sonra dudaklarım, sonra boynum, göğsüm... Onu deli gibi istesem de sürekli değişen ruh halimin serseriliğine ayak uydurmayı tercih ettim. "Yapma" dedim ve geri çekildim. Ne oldu sana böyle der gibi baksa da umursamadım. Büyük pencerelerin hemen önünde duran tekli koltuklardan birine oturup konuşmaya oradan devam ettim. Şaşkınlığını izlemenin keyifli olduğunu hissetmek mi yoksa ona hayır demiş olmanın verdiği pişmanlıkla bir süre baş edecek olmanın getirdiği huzursuzlukla mı oturuyordum karşında? Bazı anlarda duygularıma karşı koyamıyordum. O an için doğru olduğunu düşündüğüm herhangi bir şey, kısa bir süre sonra yerini tatsız, acı veren, anlamsız bir şeye bırakıyordu. Tepkide bulunduğum davranışın ardından geçen zaman ne kadar uzun olursa o kadar kolay asıl istediğime geri dönebilirdim. Belki de saçma bir düşünceydi benimkisi!

Fincanı alıp tavandan yere kadar olan camların kenarındaki koltuklardan birine oturdum. Yağmur hâlâ yağmaya devam ediyordu. İstanbul neredeyse görünmeyecek kadar sisin içinde kalmıştı.  Kendime kuşbakışı bakarak olanlarla hesaplaşmaya çalışan ‘bu kadını’ izlemeye koyuldum.

Küçük yudumlarla içmeye çalıştığı kahveden çok uzaklarda, gözlerinin değdiği yerde konaklayan bir iki yol işçisinin çıkardığı gürültüyü umursamadan kim bilir bilinçaltının hangi yaralarıyla konuşmaya çalışıyordu. Kendi hayatının olağan ritminden bir hiç uğruna kalkıp buraya gelmişti. Bilinçli bir şekilde boyun eğdiği kişi ta kendisiydi! Sevilmek arzusu onda öyle büyük uçurumlar yaratmıştı ki karşısına çıkan her erkeğe tutunabilmek arzusuyla kendi dünyasının o herhangi bir şeye muhtaç koridorlarında dolaşmasına izin veriyordu. Sonra da böylesi bir yalnız kalma merasiminin tam ortasında yaptıklarından duyduğu pişmanlığı bakışlarını en uzak noktaya dikerek yok etmeye çalışıyordu. Oysa her şey koca bir yanılsamadan ibaretti. Kendi yanılgıları başkalarının gerçekleriyle çatışmaya başladığında üzerine düşen gerçeklerle baş edemiyordu. Ve şimdi, sabahın bu erken saatinde elinde bir fincan kahvenin dayattığı katı acı tat içerisinde bir an önce çekip gitmenin en doğru şey olduğunu düşünüyordu.

Soğuktu. Bir kahve daha içmek hiç fena olmazdı. O uyanmadan gitmemeye karar vermiştim. Ona bakıp bundan sonra asla göremeyeceğim o yüzü iyice aklıma kazımak, bu büyük yanılsamayı yaşamama neden olan o hiçbir yere varmayacak sözlerini, son bir defa daha duymak istiyordum.

Çaydanlıktaki su hâlâ sıcaktı. Fincanı tam doldurmadım. Çantamdan kitabı çıkardım. Yanaklarımı ısıtan kahvenin buharıyla kitaba kaldığım yerden devam ettim. Sayfalar hızla tükeniyordu gözlerimin ucunda. Burgazada’da bir pazar sabahı bu caddelerden, sokaklardan geçmiş büyük bir yazarın kitabını okuyor olmak mekânla ilgili olan huzursuzluğumu biraz da olsa alıp götürmüştü. Öyküler geçip gittikçe ve sona doğru yaklaştıkça düşündüğüm bütün her şey de hızla tükeniyordu.

Kitabın son cümlelerini okurken yukarıdan bir tıkırtı duydum. Uyanmış olmalıydı. Birkaç defa öksürdü. Derinden. Sabaha kadar sigara içmiş olmalıydı. Ayakkabılarını sürüyerek merdivenlerden aşağı indi. Belli belirsiz bir “günaydın” dedikten sonra başından çıkarmadığı siyah beresinin içerisine azalmış saçlarını tıkıştırıp banyoya doğru yürüdü. Arkasından bakarken niye olduğunu anlayamadığım bir şekilde gülümsedim. Belki de kendimle alay edip olayları hiç olmamış gibi göstermenin bir yoluydu bu. Anlamsız, tekinsiz bir mimik…
Güçlükle nefes alır gibiydi. Birkaç defa elini yüzüne bastırıp kendine gelmeye çalıştı. Bir öne bir arkaya eğilip duran bedeninde biriken yorgunluk sadece dün geceye ait değildi. Bunu görebiliyordum.

“Ne zaman kalktın, çok oldu mu? Acıktın mı? Halsizim. Evde de doğru dürüst bir şey yok dilersen giderken yol üstünde poğaça satan bir yer var, oradan bir şeyler al kendine.” dedi. İlk sorduğu sorunun cevabını vermek istemedim. Yalnızca “Aç değilim.” demekle yetindim. Önce düşünceli başlayan cümlesi gittikçe düşüncesizleşmeye başlamıştı. Sinirlendiğimi, kırıldığımı belli etmemek için kendimi sıktım. Zaten gidecektim. Uyanır uyanmaz gidiş yolunun üzerinde olanları sıralamasına gerek var mıydı? O an birkez daha oradaki varlığımın hiçbir anlam ifade etmediğini anlamıştım.

“Saat kaçta vapur var bakar mısın? diye sordum. “12.30’da olması…” cümlesini bitirmesine fırsat vermeden “Tamam ben onunla giderim” dedim. Nedensiz yere paniklediğim her halimden belliydi. Ona belli etmemeye çalıştıkça ağzımdan çıkan sözlerle davranışlarım birbirine geçiyordu.

Pencereden dışarı baktım. Yağmur hızlanmıştı. Öykünün kalan son sayfasını okuyup bitirdim. Kitabı ters çevirip dizlerimin üzerine koydum. O sırada arka kapakta yazan cümleler dikkatimi çekti. “… Ben, iskâmbil oynarken, yanımda birisi durursa pek memnun olurum, o zaman oyunu da iyi oynarım. Yalnız başına olan insan kadar büyük adam yoktur ama insanlarla beraber olan insan hakiki kıymetini ölçer, biçer.”  Buraya geldiğimden beri düşündüğüm şeylerin kısa bir özeti gibiydi. Bu defa az öncekinden daha anlamlı bir gülümsemeyle oturduğum koltuktan kalkıp gitmek için hazırlandım.

Dün gece orada olduğuma dair bütün izleri neredeyse silmişti bakışlarından. Önce kapıyı açıp dışarıyı kontrol ettikten sonra:  –söylediğine göre daha önce buraya annesinden ve kuzenlerinden başka hiç kimse gelmemişti, o yüzden temkinli davranıyordu.-  “ Çok yağmur var. Kırık ama istersen şu şemsiyeyi al. Hiç değilse vapura binene kadar işini görür.” dedi. Alıp almamakta kısa bir tereddüt yaşadıktan sonra aldım. Yüzüne baktım. Hâlâ uykuluydu.

Karşılıklı söylenen“görüşürüz” kelimesi havada bir yerlerde asılı kalırken ve artık hiçbir anlamı yokken elimde kırık bir şemsiye, aklımda Sait Faik’in okuduğum son cümleleriyle, yola bakan merdivenleri çoktan çıkmıştım bile.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Egoist Okur'a Misafir Oldum.

Kısa bir zaman önce Gülenay Börekçi çok güzel bir site yaptı. İçinde okumayı seven insanlar için bir sürü şey var. Bazen gecenin ilerleyen saatlerinde güncelleme yaptığında basıyorum evde tek başıma yaygarayı: "Eyvah yine uykusuz bırakacak beni" Elbette bu bir sitem değil. Kendi adıma mutluyum. Birçok insanın da benim gibi düşündüğünü biliyorum. İçinde samimiyet duygusu olan bir şey, insanı nasıl olur da uzakta tutabilir ki?

Başlangıcından bugüne sıkı bir takipçisiyim. Geçtiğimiz hafta Egoist Okur'un sayfalarında benim de bir yazım yayımlandı. Kendisine çok teşekkür ediyorum.  Bir de bir itirafım var. Yazıyı koymayı düşündüğü günlerde içeriğine hangi resmi koyacağımı bilemedim, bakacağım demişti. Cumartesi yazının siteye eklendiği haberini aldıktan sonra arkadaşımın evine gittim. Kendisinden rica edip sayfanın nasıl olduğunu görmek istediğimi, bilgisayarını açıp açamayacağımı sordum. Sonra tahminlerim elbette:  "Bence ya dağınık bir yatak ya da içinde her şeyin karmakarışık bir düzende bulunduğu kalabalık bir oda resmi koydu." dedim.

Siteyi açtığımda tahminimde yanılmadığımı gördüm.

Aynı duyguları ve aynı beğeniyi paylaştığımızı görünce de bir defa daha mutlu oldum. Egoist Okur için yazdığım yazıyı buradan okuyabilirsiniz.
Belki sizin de benim gibi nedenleriniz vardır.

http://egoistokur.com/benim-de-nedenlerim-var/

Gülenay Börekçi'ye yazının başındaki cümleleri ve orada bana yer verdiği için çok teşekkür ediyorum.

5 Nisan 2011 Salı

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -32-

Tüketilen sarı kâğıtların derlenip bir an önce suyun berrak bakışlarına koyma vaktidir geçmişi. Her kalem darbesinde çoğalan yalnızca aynı kelimeler ve aynı anlamlar. Bir tekrardan, kötü bir tekrardan ibaret her şey. Nasıl olduğunu anlamadığım bir hızda geçip gitti günler. Her şeyle başım dertte; hiçbir şey kendi halinde. Bir kenarda durmuş olanları kabulleniyor ve öylece izliyorum. Bir şey yapmak bazen ne kadar da zor bir yüzleşmeyle karşı karşıya bırakıyormuş meğer insanı. 
Sokak başlarını bile her sabah ve her akşam aynı dalgın gözler tutuyor. Yoldan geçerken yaşanılan hep o bildik tedirginlik... 

Kederli gözlerinde salınan narin bir serçenin, dudaklarına düştüğü anda içimi aydınlatan tebessümünde öpmüştüm seni. Dudaklarımdaydın... Hatırladıkça düşüyor içimdeki tutsaklık. Bitmeyen bir mücadele, haftasonuna doğru ruhumu kemiren bir beklenti, gelip darmadağın ediyor yeryüzümü. Aynamda yaşlı bir sonbahar yansıması, dalıp gidiyorum sesinin yankısına, olmuyor. Ne çok zaman geçmiş geceye bir sevi masalını anlatmayalı ve ne çok zaman olmuş uzaklarda bir düşü yakalamayalı. Öylesine bakmayalı boşluğa...
Böyle zamanlarda kilometrelerce yol kıvrılıyor önümde. Baktıkça başım dönüyor. 

Bir yanım durmadan çekiştiriyor diğer yarımı. Bense suskunluklarımı biriktirmeye devam ediyorum.