PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

31 Ocak 2011 Pazartesi

Senin Bir Adın Yok

Küçük bir merhabayla devralınır yaşam. Aniden bir ses düşer güne, beklenmeyen anın güzelliği buradandır.. Kapıyı açarsınız ve ardındakinin kim olduğunu çok da fazla umursamadan, içeriye davet edersiniz... Gelenin rahatlığından mıdır; yoksa içeriye alanın vurdumduymazlığından mıdır bilinmez ama huzur dolu bir kaç "an", günün sayfaları arasından usulca koparılır...

İki oda arası değişen yaşamlar tanıdım. Birinden diğerine geçerken adımlarını değiştiren insanlar. Gecenin pimini çekerler ihtirasları uğruna ve onlar en çok mekânlar arasında yerleşemezler aşka.

“Burcu Burcu
Böyle seslenmek istedim sana; çünkü başına ‘sevgili’ koyduklarımız hep gitti, gidiyor…”

Adına ne demeliyim diye düşünürken geldi aklıma bu cümle. Sandığınız veya sanmadığınız ya da sanmak zorunluluğunu tıpkı ağır bir sorumluluk gibi üzerinizde taşıdığınız anlam sepetinizden uzakta durmaya çalışsanız da biliyorum çok da başarılı olamayacaksınız. Bir defa başına kondu mu aşk cümlenin, evirseniz de çevirseniz de başka yana alıp da koymak aklınızın ucundan bile geçmez. Biliyor musunuz ben sizin gibiler yüzünden yaraladım tırnak uçlarımı. Sizlere anlatmaya çalışırken düşlerimi hasar verdim en değerli varlığıma. Zararı yok şimdilerde neyin ne kadar, nerede, hangi zamanda kaybolup gittiğine. Çünkü anlıyor ki insan, asıl yaralanan kendisi değilmiş insanın. Şimdi gökyüzüne açılmış gözlerimin baktığı yerde bambaşka bir dünya duruyor. İkimizin arasında, ikimizden olma…

Kış mevsiminin en belirgin özelliği karın yağmasıyken, benim için daima bir şeylerin ilke imza atması olmuştur. Duygulara dökülen karların bıraktığı izler, müziğin üşürken tende bıraktığı, o kimi zaman anlatmakla yeri doldurulamayacak ısısı, yahut kimseyle kimsesizliğin karşılaştığı o muhteşem ince çizginin üzerinde, tanık olduklarıma kattığı anlam…
Kış başlar, yolculuklar bitti sanırken bir diğerine doğru yola çıkılmıştır aslında. Yolun hemen başında, öykülerinizin çerçevesini belirginleştiren o küçük ayrıntılar saklıdır. Ayrıntıların parantezlerini aralayıp içine bakabilme cesareti içinizdedir. Bütün toplumsal yargılamalar ve toplumun korkuyla salgıladığı değerler, sizin değişkeninizdir.
Matematiğin egemenliğinde bir yaşam sürmeyi siz seçmemiş olabilirsiniz; ancak bu onun varlığını yadsımanız yahut hiç yokmuş gibi davranmaya çalışmanız anlamına gelmeyecektir hiçbir zaman. O, oradadır. Bir defa, ince bir hareketle koordinatları belirlenmiştir yeryüzünde. Koordinatları görmezden gelseniz de çoğu zaman, yeri sabitlenmiştir. Belki de yaşamın içerisinde, kimi zaman türlü oyunlarla alt etmeye çalıştığımız, kısaca görmezden gelmeye yeğlediğimiz şeyler, o parantezin içine bambaşka şeyler koymamızı sağlıyor.

“Yaşamını kendi eliyle bir başkasına veren insanlar tanıdım; çıkış yolunu ararken kendi çıkışları olduğunu unutan… Olmazların evini giydirirler bir gecede kadına ve erkeğe. Şırıl şırıl akan bir pınarın kuraklığını avuçlarlar sonra ve onlar en çok, düşlerde karşılamaya çalışırlar kendi çıkış yollarını…”

Küçük, minicik bir merhabaydı senden devraldığım, devrilirken… Biliyordum, yine dayanamayıp doğrulacağımı, kendi el yazması düşlerime kaldığım yerden devam edeceğimi. Odanın gürültülü tekilliğini kendi başına bırakıp yerimden kalktığımda, kısa bir süre sonra belli belirsiz bir iniltiyle kapımı çalacağını bilmesem de; buhranlı günlerin kapağının er geç kapanacağını hissediyordum. Böyle anlarda içimden kuvvetli bir çocuk var gücüyle bağırır benim. Onunla uğraşmak, kendimle uğraşmaktan inanın daha zordur. O biçimsiz güzelliğiyle durmadan bir şeyler anlatmaya çalışır. Sus demek isteseniz de susmayacaktır. Canı yanmıştır bir defa içine bıraktıklarınız yüzünden. Sızlamıştır. Uykusuzluktan, her daim yaşadığı gecesizlikten yorulmuştur. İlahi bir ses bırakır dudaklarınıza mırıldanmanız için. Tanrı’nın adı yazgınıza bağlanır o andan itibaren… Yazarken fark edersiniz onu en çok; yazarken ve gözlerini açıp bakarken etrafa. Karşınıza çıkan her bir dokuyu anlamaya çalışırken. Gelir ve ruhundan yükselen sesi içinize, o en sancılı yerlerinize bırakıverir ansızın. Başkalaşımı her saniye hissetmeye başlarsınız; çünkü bu öyle bir şeydir ki aldığınız nefesin hızına bile etkide bulunacak kadar heyecan verici… Önce belli belirsiz bir gülümseme yerleşiverir unuttuğunuz çizgilerin üzerine, sonra dolaşan diliniz açılıverir suskunlukları yırtarak… İşveniz, sevdanız, çekilmeyen dününüz yer değiştirir o çocuğun dokunduğu yerden… Tutmak istedikleriniz yeniden canlanıverir başucunuzda, tutamadıklarınıza tatlı bir göz kırpışıyla. En başta aslolanlar çizilir yüzünüzün en tenha köşesine. Kaybolmuşluğunuz devralınır varoluşla. Oysa inkâra yeltenemeyecek kadar varsınızdır aslında…

“ Kendi geçmişini seslendirmekten vazgeçen bir erkek tanıdım. Onca yitirilmişliğin ardından, tüm o kayboluşlarını büyük bir güçle kendinden çekip çıkarmaya çalışan… Suskuyu tek kalemde yırtabilecek kadar cesurdu ve o en çok, çocukluğumu alıp saklıyordu göğsüne.”

Aylar oldu. Yine o sihirli değnek bir şekilde kendine bağlamayı başardı yaşanılanları. Ufak hediyelerle tamamladı döngüsü ve işleyiş her geçen gün kendisine çekmeyi başarıyor tanımlanamayan bir cevapsızlıkta. Belki de ilk defa bir insanın gözlerine baktığımda etrafımdaki her şey birbirine geçiyor olağanca hızıyla.
Başım dönmüyor…
Ruhum teslim olmuyor…
Bedenim yorulmuyor…
Bir depremle yaşamımı bir an devraldığını düşündüğüm ekim; yine bir ilkbahar yolcusunu yanına alarak yürümeye devam ediyor. Sonbahar ve ilkbaharın anlamını düşünüyorum, doğum lekemdeki ize bakarak… Bir kez daha doğacağım eylülde. Bir kez daha o hiç görmediğim odanın resmini çizmeye çalışacağım ellerimle.
Ellerim, Tanrı'ya en yakın olduğum yer belki de...

Adını sevgili koyduklarımız gitti demişti ya lacivert gecelere yakıştığını düşündüğüm o adam... - gitmeyesin diye seni sorgulamıyorum...- İşte bu yüzden senin bir adın yok.

29 Ocak 2011 Cumartesi

Kurtarılmış Bir İhanet

Yıllarca bıkıp usanmadan gelip geçti aklımdan her bir anıyı da içinde barındıran küçük ve anlık kaçamaklar. Geceler boyunca bir kırık aynanın karşısında sayıkladım durdum. Aynadan yansıyan bakışların kaybolduğu gün dönümlerinde, her gün bir öncesinden daha da fazla acı duyuyor, derin ve karanlık girdaplarda boğuluyordum.

Zaman, sorgulanması gün geçtikçe zorlaşan bir yol ayrımı gibi önümde duruyordu. Belirsiz çıkışlarım oldu. İnişlerim de… Seni yaşamak, ağırlaşan intihar nöbetlerine tutulmak kadar güzeldi. Her soluk alışverişimde üzerimde tıpkı bir nefes gibi çoğalan bu tutku, silinmiş bir geçmişin ulaşılması zor sayfalarında kendine bir yer edinmek istercesine peşimi bırakmıyordu. İçimde titreyen, içimde kırılan sendin. Seni bu dar kapılara, yaşamla ölüm arasına sokmak ve sana yeni anlamlar vermek istemezdim. Olmadı işte. Bu da tabiki diğerleri gibi olmadı. Sözler bir yolculuğun sonu kadardı. Başlangıcının nerede olduğunu bilemediğim ilişkiler kadar da uzak.

Gözlerim durmaksızın seni çağırıyordu. Sanki bir ateş olsa, tenin bedenimle barışsa,  her şey kendiliğinden geceye karışacaktı. Duvarlar tanık olacaktı iki kadeh şarabın dudakta bıraktığı o saflığa. Yalnızca biz olacaktık gecenin kayıp ve sessiz boşluğunda. İçimizde kırık dökük bir gözyaşıyla, yitip giden bir sarhoşluğun ağır yükünü paylaşacaktık. Ellerimizde sigaranın bıraktığı bağımlı bir arzuyla dışarıda yağan kara durmaksızın lanetler yağdıracak belki de elimize yüzümüze bulaşan simsiyah acıların yerine bembeyaz bir masumluğun karşımızda öylece yeryüzünü sarıp sarmalamasını kaldıramayacaktık.

Yarım kalan bir aşkın son çırpınışları gibi can çekişiyordum. Yarım bıraktığım, cevaplamaktan ölesiye korktuğum öyle çok soru vardı ki! İnsanın bazen her şeyi boşvermeyi istediği ve ne olursa olsun yaşamalıyım dediği anlar vardır ya işte sen de böylesi bir anda karşıma çıkmış ve beni karşı konulması gittikçe zorlaşan bir arzunun içine çekmiştin. Sınırlarımı altüst edip bana bambaşka bir kimlik vermiştin. Elimde son kalan ihanete de ihanet etmiştim. Bu öyle bir yol ayrımıydı ki karar vermekten korktuğum ve hangi yolun doğru bir seçim olduğunu bulamadığım… Bir kez daha böyle bir belirsizlikte boğuşmak beni ve sana dair beslediğim tüm hisleri darmadağın etmişti.

İhanetin karşı konulamayan çekiciliği beni esir almıştı. İstediğim bir başkasıydı oysa. Yine de geçip giden her şey şimdi dönüp baktığımda derin bir sancı ve belki koyu bir pişmanlık olarak yaşantımdaki yerini yavaş yavaş alıyordu. Onca yıl verdiğim savaştan sonra sadece anlık bir dokunuşun tenimde böylesine büyük yaralar açması beni kahrediyordu. Vücudumun her yerine büyük bir hızla yayılan suçluluk duygusu, düşündükçe kalbimde bir ağrıya ve beynimde parçalanmaya sebep oluyordu. Ne yana baksam asıl duygularımı ve sevgimi paylaştığım kişi karşıma çıkıyordu.

Nasıl yaparsın? Sorusunu yüzlerce kez kendime sordum ama her defasında olağanca hızlı bir şekilde kaçtım cevabından. Belki de tek gerçeği, aslında acı gerçeği bilen, ben ve o olduğu için ısrarla kaçındım cevabı vermekten. Aylar sonra yüzüne baktığımda bu kez de bakamayan kişi ben olmamak için kaçtım.

Biliyordum anlamayacaktın. Yine her zaman ki gibi sarılacaktın. O yıllardır beklediğim ve bir tek sen de bulduğum sevgiyi, büyük bir şevkatle ellerime bırakacaktın. Ben sana masallar anlatacaktım. Günün birinde bulmayı istediğim şeyden bahsedecektim. Sen de bana ortak olacaktın. Dedim ya anlamayacaktın! Fakat yine de bunu bilmek bile beni rahatlatmıyor. Çünkü ben sana her baktığımda o ihaneti ve karşı koymakta zorlandığım arzuyu anımsayacaktım.
Ne yapmalıydım? İstemediğim ama buna rağmen kendimden uzaklaştıramadığım ihaneti nasıl yok etmeliydim?

Zaman galiba bedenimde açılan yaraları kapatmak için en iyi çareydi. Yine sığınmak zorunda kalacaktım ona. Yine bazı şeyleri tüketmesini bekleyecektim. Elimde son kalan huzuru da ona verecektim. Geriye kalacak olansa kurtarılmış bir ihanetten arta kalan yitirilmiş bir güven olacaktı ve sen bunu ne zaman, nerede ve kiminle yitirdiğimi asla öğrenemeyecektin. Acısını da yıllarca gözlerine baktıkça yaşayacaktım. 

25 Ocak 2011 Salı

Kurşunsuz Cepheler

Kurşuni cephelerde konaklar
Devr-i nev…

Bilirsin, hüzzam makamının teli ince, sebebi kalışlarının derinliğine dalışları boğucu, vesikası alında, keskinliği kındadır.

Başucuna sarılıp saklanışa eklenecek yollar. Yavaş yavaş akşam olacak ve efkâr, sigaranın tütününde basılacak duvarlara. Nekâhatı geciktirecek, yeşil örtüler. Gece, ansızın hükmedecek içlenen başkaldırışlara.

Bilirsin, askıda duran makyajın yazgısı susuşlardadır…

Kırgınlığın boynu bükülecek, diyarın saç teli omuzlarına düşüp inkâra yeltenecek… Nedenler gizlenince nehrin akışına, hüviyetsiz uykunun suskunluğunda, sıkıştırılmış kapakların musluğu açılacak…

Bilirsin, yazısız resimlerde şekillenen bakışların dizeleri yakındır yağmura…

24 Ocak 2011 Pazartesi

Masaldan Düştü(m)

Nicedir ellerim ısınmıyor sokağımda. Yalnızlığın kaldırım taşları soğuk olur bilirsin.Şayet, günün birinde, çıkarsa yolun o geceye; kadınlığımı sakla dudaklarında.Çünkü benden sana kalan tek kapı aralığı o. Asıl yolculuk bundan sonra başlıyor.

Aralıksız batan sözcüklerinin an be an yüzünü ölüme çevirdiği yerden yazıyorum sana. Dinleme. Ne bundan önce söylediklerimi ne de bundan sonra söyleyeceklerimi. Bu defa dinleme!

Attığım her adımda bir parça daha yıkılan duvarların altında kalmaktan, ayıramadığın dakikaların geceler boyunca sinirini taşımaktan yoruldu ruhum. Ben çabuk yoruldum. Hiçbir masalın kahramanı olamayacak kadar uykum var. Sesinden esirgediğin yüreğin gibisin. Varlığının bir anlamı olsun derken, sen en çok da anlamsızlığa yakıştın. Oysa bu değildi sana dair başlattığım yolculuğun sonu. Böyle olmamalıydı.

Şimdi sen kendi acılarında büyütüp öğütürken geceyi; ben çoktan bir masalın sonunda gözlerimi sabaha açmış olacağım. Üzülme demeyi isterdim; ama buna gücüm yok. Senin de yeni fakat tanıdık bir duygu travmasına ihtiyacın yok. Adresimi de sil adımlarından; sanırım bundan böyle evde olmayacağım.

Öfkem sıcak, hâlâ canımı yakıyor umursamazlığın. Bir yol boyu içimdekileri kustum geride bıraktığım her ağaç dibine. Tenimde acı bir tat, teninden kalma. Başımı koyduğum yerde büyük bir boşluk, yokluğundan olma. Ne yazmak ne konuşmak ne de bir şeyleri anlatma çabası içerisine girmek istiyorum.

Nefesimle çoğalacakken, nefesimi tıkadın! Geçen her günde soyunurken tüm kelimelerim yavaş yavaş sana, parmak uçlarımda kaybediyorum sıcaklığını. Yazdıkça uzaklaşıyorum sesinden, teninden ve bakışlarından.

Uzaklar çeker dizelerimi dizlerime batarken yokluğunun acısı. Oysa ne zordur eyleme bürünmüş sevdaların, kor alevinde titremek! Yitip giden her sigaramda sana duyduğum düşkünlüğü anımsamak! Senin için attığım zarlarda hep kapı arkasında bırakılmak, bilsen nasıl zordur.

(D)üşüyorum, düşünden bir gece vakti. Masalım olursun sanmıştım. Uykusuz gözlerime uyku. Olmadın, olamadık. Şarkı sona yaklaşıyor. 
Bir daha asla üşümem kollarında.

23 Ocak 2011 Pazar

Gülümseyen Pazarlar

Karşı penceredeki yeşil kazak giymiş küçük kız çocuğu, sağ elinin parmaklarıyla pencerenin camlarındaki buğuyu silerken ara sıra da yelpaze açılır gibi yukarıya ve aşağıya doğru oyalanarak gidip geliyor. Tül perdenin başının üzerinde konaklayan duvak hissinden daha bu yaşta hoşnut olmalı, -ki bir ayna karşısında kendine cilve yapıyormuşçasına- onu gördüğümden habersiz, bir yerlere doğru endamını sergiliyor. Çocuk, pazar sabahını gülümseten günaydınlara dönüştürüyor.


Birisi içeriden çağırmış olmalı. İsteksizce araladığı elleriyle arkasını dönüyor kısa bir süre. Olduğu yerde zıplıyor. Anlayamıyorum. Ya birisi onu kahvaltıya masaya çağırıyor ya da orada daha fazla durmasını istemiyor. En tabi hakkını kullanarak mızmızlanmanın onu kurtaracağını, istediklerini vermeyeceğini anlatmanın en kendince yolu sanıyor. Tül perde kapanıyor. Ona ait bir gölgenin perdenin hemen ilerisinde durduğunu biliyorum. Birazdan nasılsa geri gelecek deyip çayımı yudumlayarak pazar sabahına düşen yağmur sesini geceden kalan seslerle dinlemeye başlıyorum.


Sakin bir haftanın geride kalan anlarını değerlendirmek ve yeni haftanın başlangıcı için hazırlıklar yapmanın en güzel saatleri. Corinne Bailey Rae yumuşak sesiyle eşlik edenler arasında. Şarkı sözlerini anlamlandırmayı seven biri olarak kulağıma takılan şu dizeleri aklımda çevirip durduğumu fark ediyorum:


"Sometimes you don't understand where I'm coming from
I just like to make you see that
I desire the simple things"


Sonra Bülent Ortaçgil'in -Küçük Şeyler- adlı şarkısını hatırlayıp çok eski bir anıya doğru yolculuk... Beynin akıl almaz yollarında bir oraya bir buraya savrulmak ne kadar garip! 

Sıra mis gibi bir kahvenin izini sürme de...Bu arada, küçük kız çocuğu kendisini göstermeden perdenin arkasında bir o yana bir bu yana gidip geliyor. Bu onun pazar sabahı oyunu olmalı deyip bilmese de buradan ona gülümsüyorum.


" Now i just want you to know, how i'm touched deep in my soul just being with you. 
And i need you more each day.
Baby, if you're still awake,
Call me when you get this. "

İyi pazarlar....








22 Ocak 2011 Cumartesi

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı XXIX

"Güzel kadın, 
Teninin tanrısına zihnimin müziğini ve aklımın geçimsiz güvercinlerine karşı, gözlerinin keskin buluşunu ekledim. Sen yıldızları cebinde bir misket gibi taşıyan küçük bir oğlan çocuğu kadar saf; en delisinden eski, yiğit bir savaşçı ama en önemlisi, tüm zamanları eteğinde toplamış gelecek bir zamanın kadınısın. Senden öğrenmem gereken ileri bir insanlık olacaktır."


Sene kaç bilmiyorum. Birdenbire bir mail geldi. Ne olduğumu şaşırdım. Hani bazı kelimeler vardır ya sizin içinizdeki oyukları iyi bilir ve onların üzerine bir de yeni oyuklar açar. Bu da böylesi bir şeydi. Okudum. Sonra bir daha. Aradan birkaç saat geçti bir daha. Mektubun ilginç olan tarafı her okuduğumda birden fazla duygumu aynı anda harekete geçirebilmesiydi. En çok, korkuyla karışık tedirginlik hissettiğimi anımsıyorum. Sonra beden kendini bir anlamda korumaya aldı ve gözyaşlarıma hakim olamadım. İçimdeki son suyu çekene kadar ağladığımı iyi biliyorum. 


İşte bu cümleler yıllar öncesinden. Her zamanki gibi bilgisayar klasörlerinin rutin düzenlemeleri, gereksiz dosyalarının ayıklanması işiyle uğraşırken ansızın karşıma çıktı. Okuduğumda aynı etkiyi yapmadı nedense. Belki de üzerinden geçen onca yılın sonrasında, içime dokunan birçok şeyin üstesinden bir şekilde gelebilmeyi başardığım içindir. Çok fazla sorgulamadım açıkçası. Beni bu yazıyı yazmaya asıl iten, o mektubun başında beni hiç tanımayan birinin benim için yazmış olduğu bu naif cümlelerdi. 


İlginç değil mi? Sizi hiç görmemiş, yalnızca yazılarınızdan bilen birisi oturuyor ve zamanının yaklaşık bir iki saatini size mektup yazmaya harcıyor. Öyle tespitler yapıyor ki bugüne kadar yakınımda dediğiniz kişilerden bile duymadığınız cümleleri okumanıza, hatta ve hatta aşırı hassasiyet gösterebilmenize neden oluyor. Ya da benim içimde kelimelerden normalden fazla etkilenebilen bir kadın konaklıyor. 
Oldu bitti söylerim zaten, kim ne kadar önemsedi veya önemsiyor hali hazırda bilmem ama harflerin ve doğal olarak da onların anlam kazanmasına yardımcı olan kelimelerin, benim üzerimdeki etkisi tartışılamayacak kadar büyüktür. İçlerinde bir tılsım bir titreşim taşıdığını düşünürüm küçüklüğümden beri. Ne olduğunu bilmediğim bu his beni ayaklandırmaya yetiyor. 
Kendimce bir yorumum oldu ama biraz mistik. Ben hep yazılarını okuduğum ve bir şeyler hissedebildiğim insanlarla aramda bir tür değişimin gerçekleştiğine inanırım. Benim kimyamdaki bir şey onun kimyasına kelimeler yoluyla karışır ve orada beni harekete geçirebilecek ne varsa alıp bana geri döner. Sonrasında aynı yoğunlukta olmasa da eş değer bir düzeyde onlarla beraber bazı şeyleri içten içe yaşarım. Bunu tanımlamak kolay değil. Hatta beni bile güldürüyor ama durum bu. Yanılmadım.


Birileri benim hakkımda hiç de azımsanamayacak ölçüde harika şeyler yazabiliyor. Güzellik vurgusu daima var ama çoğu zaman umrumda bile olmuyor. Hatta boğuyor. O duyguyu yaşamamı -yani bundan mutlu olmamı- engelleyen ne oldu bilemiyorum ama 'güzel kadın' tamlaması bende bir yere oturmuyor. Artık daha içsel cümlelere ihtiyacım var. Evet ihtiyaç, çünkü bir kadının arzularını, isteklerini, beklentilerini anlayabilecek kadar biriktirdiklerim var. Alanı çok da genişletmeye, yani genelleştirme yapmaya gerek de yok. Kısacası bu beni doyurmuyor. 


'Doymak' ... Ne kadar da itici geldi okurken size değil mi? Hemen içinizde bir yerde 'açgözlü, doyumsuz' gibi yakıştırmaların sinyalini yaktı. Normal. Şaşırmıyorum. Çünkü her şeyi sonrasında düzenleyen bir bakış açısı benim için çok daha önemli ve değerli. Kaldı ki insanoğlunun doyumsuz olduğunu bilmemek ya da bundan ötürü birilerini hor görmek çok da doğru olmazdı. Sonuçta bir duyguyu nasıl yaşadığınıza ve neleri etkilediğinize bağlı olarak birçok şey değişkenlik gösterebilir, gösterecektir de.


Biliyorum bu yazının sahibi kendisine teşekkür edilmesini pek sevmiyor. Yine de okuyup okumayacağını henüz bilmediğim bu yazının kendisine yazıldığını, en azından yazılmasını tetiklediğini bilmesini isterim.


Dışarıda küçük bir çocuk çılgınlar gibi bağırarak çığlık atıyor. Tüm dikkatim dağılıp bugüne ve yazıdan uzaklaşacağım anlamına gelen bu ana geri döndüm. 
Ben güzel uyandım. Gün, anılarla başlamış ve biraz geriye sarmış olsa da yaşamın içindeki sesler, duyabilen için hâlâ geçip giden zamanın hatırlatıcılarıyla dolu. Kulak vermeli.


Arkama yaslanıp kahvemi yudumlarken bir süre önce başladığım kendi mektup yolculuğumun çerçevesini şimdiden belirlemek, sonra da Fındıklı Parkı'na gidip biraz yürümek istiyorum. 


Şimdiden iyi bir fikir gibi gelmedi mi size de?

18 Ocak 2011 Salı

Sahnedeki Oyun

Geceye dolan yorgun bakışlı rüzgârlar arasında kayboluyordu zaman. Çoğu gecelerde sıcak bir tebessüme bürünen yalnızlığın, durmaksızın bedenimden geçiyordu. Sessizliğine rağmen var ettiğin o kimi zaman korkunç, saldırgan ve hırçın kişiliğin, hiç beklemediğim anlarda karşıma çıkıyordu. Bazen öyle farklı renklerde yansıyordu ki yüzün, simsiyah bir acıda varolmamak için hızla uzaklaşıyordum senden. O yüzden hep uzağında oldum senin.

Korkularla yüzleşmenin vaktinin geldiğini düşündüğüm bu sancıda, beklenmedik bir ziyaretçinin seyir defterine, adım çoktan yazılmıştı bile. O günlerde farkında olduğum ancak çok fazla önemsemediğim birkaç küçük ayrıntı da sıralarının gelmesini beklercesine düşüncelerimin içinde gezinip duruyorlardı ve elbet sıra onlara da gelecekti. Çelişki doluydum. Birbirine rağmen yok olan birçok şey arasından, yalnızca bunaldığım günlerde karşıma çıkan derin düşünceler, uzun zamandan beri peşimi bırakmıyordu. Henüz yazmaya başladığım oyun birdenbire inanılmaz büyüklükte bir hızla ilerliyordu ve ben dâhil diğer oyuncular da bu gidişe, farkında olmadan da olsa kendimizi kaptırmıştık. Daha yazarken oynanmaya başlayan bu oyun içinde hiç kimse tam anlamıyla rolünü bilmiyordu. Yalnızca mekâna sadık kalmanın verdiği bir sorumluluk içgüdüsüyle oyuncular, saat başı oyun içerisindeki rollerini almaya devam ediyorlardı. Sanki önceden yazılmış bir metin varmış gibi biz o metinin içinde yer almaya çalışıyorduk. Yaşadığımız kareler öylesine tanıdık bir oyunun parçalarıydı ki; nasıl olup da eskiden beri paylaşıla gelmiş bir sahnenin acılarını, hüzünlerini ve sahte mutluluklarını ilk kez yaşıyormuş ve hissediyormuşçasına sahnelediğimize inanamıyordum. Belki de hayatın bu garip yönü, inanılmaz derecede ilişkiler üzerinde etkili oluyordu. Çünkü ne zaman yeni bir şeyler başlasa, hep o tanıdık hisler de beraberinde geliyordu. Vazgeçmeyi hiç bilmeyen bu sahne, her gün biraz daha içimize yerleşiyordu yeni insanları da içine alarak. Ama bildiğim bir şey daha var ki o da farkında olarak başladıklarımızın eninde sonunda kurbanı olduğumuz.

Acıya bu kadar karşı ve onu bir o kadar da kabullenmiş bir durumdayız. Oysa oyunun başında ve sonunda acı herhangi bir zaman aralığında, istemesek de bir şekilde bizimle birlikte oynuyor. Aslında o bir başrol oyuncusu, bir kahraman! Tuhaf olansa varlığını sık sık göstermesine ve bilmemize rağmen, acıyı ancak yeniden ve yeniden yaşadığımızda hatırlıyor olmamız. Böylesine tanınan bir oyuncu nasıl olur da unutulur? Sanırım acı da çoğu zaman gözardı ettiğimiz –farkında olsak da- ender yaşamsal olgulardan bir tanesi ve belki en güçlüsü.

Yazarken oynadık bu hayatı biz. Kalemim yaz gecelerinde ve sonraki iki mevsimde de elimden hiç düşmedi. Ben yeni bir yaşamın içinde gözlerimi açacağımı beklerken, yine o örselenmiş acıda uyandım. Oysa ki bir tek mevsim kalmıştı dört mevsimi tamamlamaya. Olmadı, başaramadık. Yeni bir mevsimin rüzgârına yakalandık ve yazık ki tedbirsizdik. Sen bu mevsimde yeniden uyandın, bense bambaşka bir mevsimde. Geriyeyse bizden arta kalan acılar vardı. Sonbaharda hüzne bulanan, kış geldiğindeyse kabuğuna çekilen. Yıllarca bu iki mevsimde hatırlanacak anıları da yanımıza alarak, yeni bir yolun başlangıcındayız şimdi. Farkındalığımız da sahnemiz de oyun ve acılarımız da hep aynı. Değişen hiçbir şey yok. Kare tamam.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Huzurlu Uykular Zamanı

Beyaz tüllerden ve kahverengi tahtalardan kurulu bir özlem. Hepsi hepsi bir inancın tetiklediği düşler ama dokunduğu her yerde, içime, yani o hep bildiğiniz derin sulara, kendisini oldukça güçlü bir şekilde bırakabilmeyi başarmış bir özlem... Yokluğun türlü türlü anlamlara çerçevelenmeye çalışıldığı bir yaşamın tam da orta yerinde duruyor ve meraklı gözlerlerle etrafıma bakıyorum. Neleri kuşandığımı, nelerden yoksun bırakıldığımı, bir gece yarısı kalkıp yerimden, nasıl büyük bir geçmişi terk ettiğimi, yürürken aklımda kalanları, ne denli acı bir suskunlukla ört bas ettiğimi ve "daha niceleri" deyip burada noktalayacağım uzun soluklu bir beni, bana dair bir kapıyı aralıyorum...

Kanepenin üzerine bıraktığımı hatırlıyorum kendimi. Sonrası hıçkırıklara boğulmuş bir fırtınanın içerisinde sonlanıyor. Yarım ağızla söylenen ve anlamamak için yırtınıp dursam da bal gibi anladığım her bir kelime, uzaklaşan tarihin dipnotlarını, yine her zamanki gibi köklerime birer birer işliyordu. Başımı kaldırıp nefes almaya çalışmanın bile gittikçe zorlandığı durumlar kadar dardayım... Gözyaşlarımı silemediğim zamanlar... Fotoğraf karelerine ve yazı ortalarına işlenmiş ellerim gibi olamadığım belki de. Yarım bir ay gibi kıvrılmışım ve benden olanı yine kendime döndürmüşüm. Ne tuhaf, insan bir tek kendisinin yörüngesinden çıkamıyor ömrü boyunca. İçinde her ne beslerse beslesin ya da içine düşen her ne olursa olsun, yalnızca kendisine düşkün bir bedenin sıradan, o ilk halindeki gibi kalakalıyor...
Yüzümde sessiz bir geminin yol alacağı kadar büyük bir okyanus gizli... Şimdi tüm o saklı çukurların yuvalandığı gamzelerimde bir bahar... hem ilk hem son...

Sana haykırarak söyleyebilirdim seni ne denli çok özümsediğimi ya da aslında özümde olanlara dokunduğunda hissettiklerimi...
Seni, sana anlattığım o küçük kız çocuğunun yanağına yüzümü dayadığımda ağzıma gelip gelip de bir türlü bırakamadığım sözcüklerin saflığıyla, sarabilirdim...
Sana, bana vermeye çalıştıklarının anlamını hiç susmadan anlatabilirdim...

...ve sana tüm bunları yazarken, okuduğun her kelimeyi anımsatabilirdim...

Zamanla...
Elimi tutan parmakların sivri bir rüzgâr değil de tenimi kollarıyla saran bir ruh olduğunu Tanrı bana fısıldadığında, parmaklarıma biriken her şeyi sesime de katmış olacağım...
Sen, sesinle; bense dudaklarıma değmeyen kelimelerin diliyle bulduk birbirimizi. Şimdi yalnızca sonbaharla gelen yağmurların sesini ve içimizi üşüten rüzgârın tenimize kazıdıklarını anlamak için sevgimizi huzurlu uykulara bırakma zamanı...

Düşmediğim zaman üşümeyeceğim...

13 Ocak 2011 Perşembe

Çelimsiz Kıpırdanmalar

Dört köşeli rakamların süpürüldüğü masanın sesinden kaçan kelimelerdi suskunluğu kırbaçlayan. Gece şemsiyelerinden arınıp kuytu köşelerde ruhun çıplaklığına sığınmış uyuyorken, siyah cümlelere gizlenmiş büyülü bakışlar pencerenin kırılan camından yavaşça içeri süzülüyordu.

“ Nem değildi hislerin yapışkan duygularda savrulmasına neden olan. Gerçek, kendi kabuğunu yalnızca bir defa soyar!”

Çarpıtılmış geçmiş, mor tişörtünün karanlık dikişlerinden düşer hasır gölgeliklere. Ne sen ne de bir başkası tanımlı, ellerine ömrümü yasladığım adamın yüreğinde. Böyle zamanlarda ne olur biliyor musun, ten kusar kendisini büyüyen oyunların son durağında. Gidişin yıkıntıya değil; aslında hiç varolmamış varlığına reveranstır. Küçük kahverengi parçacıkların döküldüğü ses titreşimleri, bir tek aynada rastlar kendi gözlerine.
Ben seni kısa bir süre dinlediysem; sen bu öyküyü yaşadıkça dinleyeceksin..

“ Masanın etrafına yayılan kasvetli havanın altına sürüyorum kırk beş dakikayla sınırlı rahatsızlığını. Ay ışığını kestiğinde, her son, bambaşka bir vurgunda kalbine düşecek.. Çevrimiçi yalnızlığın senin olsun.”

Zamanla demirden duyguları da kendine barınak yapmayı öğreneceksin. Gelenin oyunlarla değil de küçük bir düş kırıntısından bile doğabileceğini resmedebileceksin sahte sözlerine… Gerçek bir rengin olduğunda ve sen o renge büründüğünde, karşına çıkacak olan diğer bir rengi tanımlayabileceksin içinde. Tıpkı beyaz tül perdelerin arasından simsiyah geceye yıllarca baktıktan sonra, öykümün gözlerimize düşüşü gibi.. İçimdeki siyah beyaza, beyazsa siyaha döndüğünde kalemi yeniden göğüsledim ben. Ucunu açamayacağın kalemlere, bir son yazmak hiç kolay değil!
Bir adam görmüştüm…

“ Hiç zor değil yorgunluğunu kısa kelimelerle uzun elvedalara dökmek… Çaldığın kapılardan oltalı vazgeçişlerle yokluğa karışmak. Dedim ya zor değil. İstersen uyku ile uyanıklık arasındaki karanlık bölgede seni karşılayabilirim; rüyalardan artırma bir yaşam içinde kaldıysan. Kim bilir belki de soluğuna tıkanıp ‘kötü oluşunu’ orada sana yeniden anlatabilirim. Ne de olsa gerçeğin aynası, yine kendi içinde değil midir?”

Burası olası yürüyüşlerinin bittiği nokta; belki yeniden gülümseyebilirsin yaşama senden olanlarla…

İstanbul, tabanlarını yakar hecelerin. Saatin kadranına bulaşan sinir parçacıkları devamını zorluyor geçen günün. Sol yanım, bir önceki gecede ruhuna hapsolmuş; sol içim çocuksu bakışlarının ıslak yaramazlığında asılı kalmış. Yan bağlarında keskin izler… Dokundukça sana doğru ürperiyorum.. İstanbul, dizlerimdeki bağı çekiyor aşkla… Geceler boyu dudaklarıma bırak kendini. Ben hafifçe gözlerimi açar seni bulurum uykumun tam ortasında.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Çekmecedeki Kokular


Lavantalar koydum. Avuçlarımla sakladım yaz günlerinde beni serinleten kokunu. Yeri bilinmiyor…

Yürüyordum ve sen hâlâ benden uzaklaştığını bilmediğimi sanıyordun. Oysa o gece, tek yastığa koyduğumuz yüreğinden çok, sesindi. Sayıkladığın isim, içinden alacakaranlığa düşen kelimelerle, uyandım uykudan. Düş, boyanmıştı sesinle.
Şimdi, yalnızlığın çizgilerini harflendiriyorum.
Yürüyorum. Sen de arkana bakma.


Baharın en sevmediğim yanı nedir biliyor musunuz? Kendi çıldırtan sarhoşluğu yetmezmiş gibi ürkek çiçekler nasılsa öyle düşer hüzün, geçmiş sokakların süpürülmüş yalnızlığından yeryüzüne. Kalbin açık bir aralığından dalıp giren temiz havanın, onca kirlenmiş paylaşımdan sonra kendine yer edinme çabası, yaprakların kırılgan bir yeşilliğin dallarına doğru kendini koy vermesi ve sanki aşkın hep onunla canlanması gerekiyormuş gibi boylu boyunca bir yerlerden karşımıza dikilişi, hep canımı sıkmıştır. Birbirine geçirgen yaşamların dilaltı sakinliği geçicidir oysa. Ruh, bedenler arası tekâmülde sebebi varlığından sıyrılıp kirli bir kana akmaya başlar. Her şeyden habersiz gözlerindeki ışıltıya kanan kapı ardındakinin, sırasını savma zamanı çoktan gelip yerleşmiştir. Güneş batar ve gökyüzü, kızıllığından arta kalan son demi de bırakıp gider en son çizgiden.
Beni kör eden
–son-bahar değil; ilkbahar… Tanıdık resim karelerinin siyah beyaz fotoğraflarla sergilenişi ve sırt sırta veren beylik görüntülerin acımasızca bekleyişi, can yakar her bahar… Kelimelerden cümle tepecikleri yapan ve hiçliğin ucuzca pazarlandığı bir hayat sofrasında, unutkanlığa yer yok! Yakalanmış düşler bir gece yarısı boşluğuna takılınca, içimdeki engelleri kaldırıp yelkenlerini okyanusun farklı sularına indirdiğinde anlarsın belki içinden gittikçe uzaklaşan akıntının varlığını.

Lavantalar serpiştirdim etrafa… Baktığımda bana onu anımsatacak tek bir yorgunluk asılı kalmayacaktı duvarlarına…
Gizli denizler…
Bir dönem su altında beklemesi uygun görülmüş ama vaktinden önce su yüzeyine çıkmış kokular…
Nereden olduğu bilinmiyor…
Pencerenin kenarına oturmuş dışarıyı seyrediyordum ve sen hâlâ aynı ciddilikte anlatırken izlediğin son filmin seni kızdıran yerini, bilmiyordun aklımın bavullarını çoktan toparladığımı…
Şaşkınlığın hayalperest çoraplarını üzerimden çıkarmama sebep olan yanlış bir zamanda burnumun üzerine düşen yağmurdu. Ne de çok kızmıştım.
Yalnızlık, dökülmüştü yüreğime telaffuzsuz bir tonlamayla. Olduğum yerdeyim. Sen de bu defa dürüst ol!

Bazen mevsim soğukluğu değildir; hırkayı üzerimize geçirmemize sebep olan. Kayıtlara geçmiş ölümün, birkaç gün de morgun ürkütücü çekmecelerinde saklanması gerekmeyebilir. Faili meçhullük bir durumun olmadığı zamanlarda çarpılır kapı suratınıza, ansızın. O andan sonra içinizdeki sessizlik, koca bir sese dönüşür. Bahar kapıya gelmiş olsa da, kışın tüm suçlarını taşır koynunda bir süre. Fark etmezsiniz bile. Huylunun huyundan vazgeçmediği, yayın okuna sadık olduğu durumlarda yıkılır kale. Vakitsiz dalgadan hesap sorsanız neye yarar, dalgaya dikine atlayan umursamadıktan sonra onun gelişini…

Bahar, iliklerini açar hüznümün… Sedası ince bir saç telinde dümdüz iner içime.
Harmandalı, ağlar klarnetin kuytu deliklerinde.

Yol çizgilerinin ardı ardına değişkenliğini koruduğu, gülümsemelerden türeyen anlamların rotada kendine yer edindiği yaşam kavgasında son bulur rolüm.. Elinde kalan kırışıklığın tadını mahkûm bırakmalı bazen insan. İnce dudakların tenine karıştığı zaman uyuyor olacağım… Gökyüzü, her zamanki bahçesinde, aynı arkadaşlarıyla misafir edecek günü ve geceyi. Baktıkça hatırlanacak şekillerin oyununa hapsoldu kavgam.

Yavaşlıyorum…
Ruhumu sardığım k(aşk)ol sökülürken bedenden…

11 Ocak 2011 Salı

Kayıp Sokakların Melodisi

Göz bebeklerinde alçalan sonra gittikçe yükselen bir aşkın anatomisisin sen. Yarım kalmışlığın, özlemin, otobüs yolculukları kadar hüzünlü bekleyişinin beyaz tuşlardaki salınışı biraz da.
Masaldan düş(üş)ün öğle uykusundan uyanma vaktinde, gökyüzüne uzanan ritimlerin başkaldırışıdır bu yazı…
Önce soluklan.
Ne zaman omzuma düşer yılgınlığın, işte tam o vakit ayaklandırırım seni çalan geceyi…

Boşlukta kaybolan ezginin yıldızlara değip kaçan küçük bir noktasıyım… Gece bakışlarımda ruhsuz bir dilleniş. Kaç dakikalık bir sancının sonrasında ortaya geldiğimi ve kimlerin yaşamında bir yer bulduğumu anlamak ne kadar zorsa; senin dünyandaki varlığımı da anlayamıyorum. Ilık bir öğleden sonra, parmak aralarımda kaşınan küçük damlaların sonrasında seni bulmuş ve o hiç koymayı başaramadığım sessizliğime ansızın eklemiştim. Oysa en dayanamadığın yer orasıydı. Sızlanmalarının sonraki zamanlarda bu denli yükseleceğini bilmeden, kayıp sayfamı belki doldurursun diye oraya yerleştirmiştim.
Sayfalar doldu.
Sen sessizliği yırttın!

Zaman zaman kılcal damarlarımdaki rengin kahramanı olan eşsiz bir yüreğin, kara kalemle dolduruşu gibi resim kâğıdını
Başkalaşmış ten örgülerinin, ıslak örtülerde bıraktığı kırışıklığın ruh(um)a dokunuşundaki ürperişi ufak bir sıyrıkla atlatışı biraz da…
Kadınlığımın korkularla yüzleşme vaktinin çoktan gelip geçtiğini anlatan, sözcüklerin ve belki bana ait bütün bir geçmişin tırnak ucunda beklediğinin kanıtıdır bu yazı.
Sonra beklersin…
Ne zaman ayaklarının altına değen yeryüzünden vazgeçer hikâyen, işte tam o vakit başucunda ayıklarım yaban otlarını…


Önce hangi renkten başlasak ayıklamaya?

Kaldırım taşlarının üzerinde duran eski, yılgın ve huzursuz bakışlarımı, fırçanın hemen ucundan damlayan karartıya hapsedemem… Düşünmek çaresizliğin başlangıcı oldu fırça darbelerinin. Savurmaya başlamadan önce koca bir geçmişi, beni dinle…

Sensizlikten önce başlamıştı her şey, biraz beklemek için geç kalmışlığımı, en az olmuşluğu kadar bir eylemin anlamsız. Eski bir şehrin sabaha yaklaşan göstergesinde hain ifade saklanıyordu, belki anımsarsın. Önce gelmek istememiş, sonra her ne olduysa kandırılmışlığın ağlarına hesapsızca takılıvermiştim. Arabanın kapısını açan isteksizliğim, sahte gülüşünün gözbebeklerime düştüğü andan itibaren hemen yan koltuğuna bırakıvermişti kendini. Kısa bir yolculuk sonrasında buğulu birkaç bardağın sarhoşluğunda gece, şarkısını gizli düşüncelerinle başlatmıştı. Nerden bilebilirdim ki banyonun kapısını sana karşı bir sığınak olarak kullanacağımı. Aynadan düşen bakışlarımda, ‘sakın, sakın bırakma kendini’ diye onlarca defa tekrarlayacağımı aynı cümleyi?
Bilemezdim..
Belki isteksizliğimle başlayan gecenin hemen başında ufak soru işaretlerimi biraz kurcalamış olsaydım, sonuca ulaşmakta gecikmeyebilirdim.
Yok, sandığın gibi değil.
Sana hiç güvenmedim ben…

Beyazın yükselen heyecanından başlayalım en iyisi…
İlk o an tutamadım piyanodan ellerime geçmişliğin hazin öyküsünü… Önce yavaş yavaş sonra giderek hızlanan bir iç çekişle hapsettim sendeki rengi avucumda tuttuğum palete… Sanırım ne akşamüstü davetlerinin çekingenliğinden ne de seni beklerken kapıldığım düşüncelerden anlayacaksın.
Davetler geri çevrildi..
Bütün bekleyişler rafa kaldırıldı…
Bir daha çalamayacağım bir kapının arkasından izlemekle yetiniyorum artık.

Her şeyin zamana kıstırılan bir yanı var.
İster sayfanın doldurulmuşluğunun öyküsünü kodlayın küçük bir baskıya, ister randevuların geri çevirilmişliğini.
Yürek hainliğe karşı çıkar her defasında, ansızın.
Masamın hemen yanı başında duran kül tablasının içine düşen küllerin gri kırılganlığında kısa aralarla dolduruldu tüm harfler.
Kayıp melodi dinlendi.
İçindeki sokak, dakikalarla sınırlı bir yolculuğun bir dahaki sefere karşı kullanılmışlığına aldırmadan yaşama kaldığı yerden devam edecek.
Her zaman olduğu gibi…

10 Ocak 2011 Pazartesi

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı XXVIII


Burada değilim. Aslından çok uzakta, fotoğrafın eskimiş kenar uçlarında ve kokusunu bilmediğim yatağının kırışmış, çarşafların birbirine karışmış yalnızlığındayım. Bazen orada bazen burada, kim bilir hangi yolda?
İstanbul soyunurken yatak odalarının küfürlü duvarlarında, gözlerime yansıyan yalnızca kaybedilmiş bir şiir. Birazdan ahşap düşlerin koynuna gireceğim. Sen uyuyor olacaksın. Kısa ama geçici bir ürperiş yaşayacak, tırnaklarımın ucundan koca bir geçmişin usulca düşüşünü görecek ve artık düşenleri tutmayacağım. Senden, daima kapalı duran perdelerinin aralığından, uykuya her vakit davetkâr yastığının başucundan, fark ettirmeden sıyrılacağım. Bu gece, düşük seyirde adımlar.

Gölgenden düşür gözlerimi, kaleminde saklı kalsın adımlarım. Geceye bin küfür döksem, yine de susuzluğu eksilmez ruhumun...
Masa altından dokunuyordu ellerin yabancı düşlerin kadınsı dürtülerine. Koşuyordun durmaksızın. Baktıkça kayboluyordu tüm o anlar, anlarımız.. Alkol hep mi kendinden geçirir terk edilmişliği? Yükselen kahkahalar geceye bırakılmış davetin kapağını hep mi aralar? Ya sen, hep mi böyle dağınıksındır bir yaşamın sevişmeleri kurumamış ıslaklığından kaçarken? Taştı. Hiçbir şey hissetmedim. Öylesine bağları kopmuştu ki saçlarımda bıraktığın düşlerinin, nafileydi bir sabaha uyanmak... Yeniden, yeniden... Öyle ya unutacaktın!

Kimse farkında değildi. Kısa bir aralık bulmuş ve bulduğum o aralıktan sana kaçmıştım. Sen ile sana arasındaki uçurumun hiç kimse farkında değil hâlâ, biliyorum. Belki de tarifsiz bir haz saklı cümlelerimde. Gülümsüyorum ya noktalama işaretlerinin serseriliğinde, sanırım burada da fısıldadığım mesajları kimse anlamayacak. Bekledim, eğer uyumamışsan ve eğer yanımda olmayı seçeceksen gelecektin. Biraz daha masanın küllerini temizleyebilecek sabrım vardı. Zaten yapacak başka bir seçeneğim de yoktu. Oysa:
Kalkıp gidebilirdim. Karanlık sokaklara ayakuçlarımı sertçe sürtebilirdim. Bir başka güne devreden isyanımı soğuk rüzgârın yüzüne tükürebilirdim. Boş verebilirdim. Ama ben tüm çığlıklarımın olası bir patlamayla raydan çıkabileceğini göze alıp sana uzanacağım anı, sigara ve alkol komasında tutunmaya çalışanların gözlerine utançla bakarak bekledim.

Geldin...
Sana ait söz dizimleriyle... :

" Görecesiz bir yalnızlık bu ikimize, dört duvar..."

Öyle ya, görecesiz bir yalnızlık bu...
Sadece "sana" ve "bana"
Bizden başkası bilmiyor... 

8 Ocak 2011 Cumartesi

Geldin Mi?

Başıboş bir sessizliğin sonrasında dayanıyorum yine adresini hiç bilmediğim evinin kapısına. İçerde misin? Kimlerlesin? Giderken bana bıraktığın sessizliğin hala iki dudağının arasında mı, bilmiyorum..

Gecelerin zamanı hesaplanmıyor. Şimdi artık tüm kilitler beni boğarcasına üzerime geliyor. Sensizlik, sessizliğine ve gidişine denk gelmeseydi; belki başedebilirdim bu kahrolası kilitlerle. Ama olmuyor… Beni çıldırtmayı başaran bakışların, gelip yerini alıyor karşımda. Gözlerimi senden alamıyorum, gözlerimi bakışlarından.

Sensizlik böyle bir şey mi? Yani varlığının ve yokluğunun girdaplarında dolaşmak gibi.. Çünkü ben ne yana baksam biraz sen oluyor biraz da yokluğun. Eğer yoksan; burada işin ne? Eğer varsan bu sessizlik de ne?

Kapını çalıyorum. Hiç bilmediğim evinin kapısını. Orada mısın? Konuşuyor musun? Kırmızı kelimelerin dökülüyor mu dudaklarından başka kadınların yüreğine, bilmiyorum… Ben geldim diye haykırıyorum sessizliğine. Aç kapıyı, ben geldim!
Duymuyorsun...
Sana diye kullandığım bütün cümleler ayaklarımın ucundan dökülüyor uçurumlara. Adım atsam bir büyük boşluk. Adım atsam yokluk. Adım atsam dipsiz karanlıklar…

Gidişine kaç yolculuk sığdırdın hatırlamıyorum bile. Öyle ya sen hep giderdin. Gelmeden giderdin… Kadınını, hani o kadınlığına hayran olduğunu söylediğin, içindeki fahişeyi yalnızca bana sakla dediğin kadınını, birkez bile sarmadan giderdin. Bense senden kalan kokuyla sevişirdim her zaman. Tadını bir an bile unutmadığım teninin sıcaklığıyla boğuşurdum. Tüm dünya ıslanırdı o an. Şehvet ıslanırdı tırnaklarımın değdiği yerde. Tutku alev alırdı kendi tutsaklığında. Bedenim ürperirdi usulca dokunduğun parçalarımda. Ama sen yine de giderdin. Bense sevişmelerimizin sonrasında derin rüyalı bir uykuya dalardım.

Uyandığımda yanımda olurdun. Kapalı bakışlarını izlerdim. Uyuyan bakışlarını… Dudaklarının kenarında dolaşırdım; ama sen hissetmezdin. Yavaşça ısırırdım sessizliğini. Yavaşça içime alırdım. Sen uyurken sessizliğin kapıları kapalı olurdu. Konuşurdun benimle bize ait cümlelerle. Yorgunluktan ölene kadar konuşurdun. Sen konuşurken ben de yavaşça gözlerimi kapatırdım sesinin gölgesinde. Sesinle yeniden uykuya dalardım.

Uyandığımda yanımda olmazdın. Kapalı bakışlarını izleyemezdim. Uyuyan bakışlarını. Hiç uyumadık ki biz seninle. Birkez olsun dudaklarını görmedim. O kanatırcasına öpüştüğümüz dudaklarını, birkez olsun görmedim. Yalnızca derin rüyalarımda konuşurdun benimle. Sesinin alev aldığı yangınlarda buluşurdum seninle. Durmadan canımı yakardın. Durmadan… Sonra da durulan sesinin rüzgârına bırakırdın beni. Durulurdum… Ve yeniden uykuya dalardım. Belki de bu yüzden uykuyu çok seviyordum. Çünkü ne zaman sana ihtiyacım olsa, sen orada oluyordun. Senin gittiğin benimse seni bulduğum yerde.

Hala hesaplanmamış ayrıntılar saklı adının içimde bıraktığı yara izinde. Kimden kaldığı meçhul ama bizi ayırmaya yetecek kadar da belirgin.
Susuyorum… Çünkü sen susmamı istiyorsun. Kendi sessizliğine beni de ortak ediyorsun. Oysa sen kimbilir hangi karanlık sahnenin son tiradından kalma bir yarayla savaşıyorsun.
Sana gelmek istiyorum, dur diyorsun. Çünkü sen önce kendi oyununun bitmesini bekliyorsun.
Bekliyorum…
Son tiradını oynaman ve benim yanıma gelmen için ben, seni bekliyorum.
Biliyorum, bu oyun sessizliğin ve hesaplanmamış ayrıntıların oyunu. Oyuncularsa, sensizlik, sessizlik, varlık ve yokluk. Sahnenin tozunu sen yutuyorsun, oyuncularıysa ben yutuyorum.
Şimdi birkez daha kapını çalıyorum…
Geldin mi?

Fark Etmeden

Uykularımı bozdum o bilinmezlik kendi halinde uyurken İstanbul’un koynunda. Bütün sokaklarım tetikte. Martılar da olmasa hıçkırıklarım duyulmayacak…

Islık çalarak uyandırdı beni. Henüz kapamıştım gözlerimi ılık ve nemli bir sabaha. Onca ısrarına rağmen nasıl dayandın diye sorarsanız, şimdilik verebilecek bir cevabım yok! Oysa ne çok istemiştim son nefeslerini içimize çekerken sigaranın kolumdan çekip ‘hadi geliyorsun sen de benimle’ demesini… Sakin ve kendindeydi her zamanki gibi. Fırtınalı cümleleri, hoyrat davranışları, huysuz geceleri ve vurdumduymaz bakışları yoktu. Saat gece yarısına yaklaşırken küçük sırt çantasını ve hafta sonları yanından ayırmadığı dans ayakkabılarını sırtına takıp İstiklâl’in o derin kalabalığına karıştı.
Saat tam 23:38’di.

O giderken üzerine oturduğumuz küçük dar betonun tenimi acıttığını hissettim. ‘Dur, ben de seninle geliyorum’, demenin bu denli zor olabileceğini bir kez daha anlamıştım. Bugüne kadar hep ‘ kal, gitme’ demiştim gidenlere… İkisi arasındaki farksa, hani o ara sıra aklımıza geldiğinde konuştuğumuz, ‘farkındalıkla’ ilintiliydi belki de. Niye hep ertelenmişliklerin yörüngesini çizer ki beklediklerimiz, hatta beklentilerimiz? Bir sokağın içinde, gelip giden onca insana rağmen tek bir fotoğraf karesi belleğimde kaldı. Usul usul gidiyordun. Sen gibi sakin, duru, pürüzsüz…

Uyandığımda 05:25’ti saat. Gece boyunca aklım bir ‘hayır’a takılıp kalmıştı. Sabaha karşı gözlerimi açtığımda, bir çemberin sınırlarını anlatan sözcüklerinle karşı karşıyaydım. Duruşla tüm olasılıkları değiştirebilecek bir çemberin sınırlarıyla… Biliyor musun yıllarca o dizelerin melodisini hiç çıkarmadım aklımdan. Yaşam seninle bana bir şeyler anlatıyordu. Kim bilir bunu öğrenebilmek adına nelerden vazgeçecek, neleri sorgulamak zorunda kalacaktım. Belki de yeni bir melek olmalıydın. Arada sıkışıp kalan o yarım bağı kopartıp atabilecek bir melek…

“ On dakika sonra arabayı park ettiğim yere gelebilir misin?”

Gürültülü bir şehrin en işlek caddelerinden birinde yürüyorsanız, içinizdeki seslere kulak vermeniz gittikçe güçleşiyor. Yüzünüze vuruyormuşçasına yanınızdan geçen kalabalığın bakışlarına bakarken veya kendi yolunuzun düş duvarları arasında adımlarken, birbirinden bağımsız yüzlerce düşüncenin anlattıklarını anlamaya çalışmak da olanaksızlaşıyor. Kimi zaman geçmişten gelen davetsiz bir isim, kimi zamansa ‘aylar önce burada, tam şurada oturuyordum’ diyebileceğiniz yığınla şey şeritleniveriyor gözlerinizde.

“ Biraz daha hızlı gitmeliyim. Acaba o park yerini bulabilir miyim?”

Bu rotasız adımlar birazdan arabanın sağ kapısının açılmasıyla son bulacaktı elbet. İlk cümlelerin dile dolaşan heyecanı sonrasında gülünecek, dudakları tutan saniyelik bir öpüşme merasimi yaşanacak ve direksiyon, ilk defa gidilecek bir yolun caddelerine doğru yavaşça önce sola sonra sağa doğru kırılacaktı.

İçimdeki suskunluğu bir bilsen… Sana her şeyi bir anlatabilsem…

Dolunayın düşsel bir yakınlığı vardır. Göz kapaklarının her açılış ve kapanışında, bir düşünceden bir diğerine geçmek için planlanmış bir süre olmaz. O her koşulda varlığını hissettirecek duygu tozlarını kendinde taşır. Her türlü kırılmayı, eski mevsimleri, iple çekilen akşamüstü kavuşmalarını, uykudan önce söylenen sözlerin hüznünü, bir tuşla açılıp kapanan hayatları, yarının telaşlı koşuşturmalarını, iş yerindeki herhangi bir eşyanın düşle yoğrulmuş tasvirini, sıcak bir poğaçanın damaktaki tadını, ufak notların anımsatmaya ayarlı görevini ve yazdıkça çoğalacak nice yaşanmışlığı ve belki yaşanacakları bir şekilde renklerinde taşır. Turuncu, beyaz, siyah, gri ve belki biraz sarımtırak… Yoklukta başlayan varlığı bir günahla çoğaltıyoruz belki de.

Yaşamın dengesi dokulardan geçer. Her şeyin kendisiyle sınırlı bir işleyişi var; ta ki ona başka kapıları açacak bir diğer uyaranın kapıyı çalışına kadar.
Hiçbir şey boşuna değildir.
Uykudan önce biraz gülümsemen için.
Tatlı düşler…

‘ Güzel kız ne yapmış, uyumuş mu?”
‘Uyuyacakmış ama gökyüzüne bakıp biraz düşünmeyi seçmiş. Sonra belki bir bardak süt içip gözlerini kapatacakmış. Hangisi rüya ? ’

Birbirinden uçuktur aslın suretine yansıyanlar. Kompartımanlar arasında yolcuları tanımadan bağlanır zaman. Kalkış düdüğü yalnızca makinistin parmakları arasındadır hareket için; oysa yolculardır kavuşacak olan ve makinist hep terk edendir… İki istasyon arasında başlayan ömrümüz, istasyonlar arasında sürüp gider. Siz binerken makinist bekliyordur sizi içeride; inerken, o yine bekliyordur(!)

Önce baylar…


Kuyunun Dibinde

Daralan yollarda, uzun yürüyüşlerin sancısı vurur ayakuçlarına. Her son kendi tarihinden kaçar, şimdi ile barışıp sevişinceye dek...

Atlasın üzerinde çizgi çizgi ayırt etmişim geceyi. Sağa sola uzanan bakışlar, denizin şaşalı başkaldırışı ve yaşam damarlarımın üzerinde ıslak kum tanecikleri. Bazı geceler sevimsiz bir ifadeye teslim ediliyor gözlerin. Kim tarafından ve hangi çalıntı düş durağından alıkonuluyorsun, çözemiyorum. Dilinde bir tutam aykırı söz. Kör kuyulara bırakılmış ve uzunluğu sahibinden habersiz ip, taş duvarların ırzına geçiyor. Önce hızlı, sonrasındaysa giderek kendinden vazgeçen bir edayla 've belki biraz bıkkınlıkla' sahibinden kurtarıyor kendini.
" Kaç kadını yoldan çıkardın, söyle?"
Uzaklaşmadan...

Üst üste bırakılmış ve her parçası kendisine dokunaklı mabedinin yaralarını sarmak içinse; yek bir güç gerek...
Ses...

Gece homurdanıyor saçmasapan durakların görüntülerden arınmış izbe sancılarında... Dört duvar yankılanıyor sesinle:

- Vücudumdaki yaraların sahibi sensin!
- Vücudumdakiiii yaralarınnn sahibiii sensinnnn!!!


Islanmışsın. Metrelerce uzaklıktaki görevinin artık sonuna geldin. Bir kölenin azad edilişindeki seremoni, kuyunun ağız çeperlerine çarpa çarpa havayla temas ediyor.
"Hangi kadının ihanetine yataklık ettin, söyle?"
Mabede dönüş...

Yeniden başa sarılan sözcüklerin dokunuşundaki anlamı kurutmak için; bir aşkı ısıtmak gerek. Uyku çığlık çığlığa öne geçiyor birbirine çarpıp kaçan ışık hüzmelerinin karşısında... Çıplak yatak terliyor bedeninle:
- Aç koynunu...

7 Ocak 2011 Cuma

Çözümsüzlük

Az önce uyandım uykudan. Bilseniz ne gariptir, günün en ıslak saatinde olmayacak bir düşe dalmanın insana getirdiği bedeller. Taşıyamazsınız. Çoğu zaman yokluğun beyinde bıraktığı hasardır. Ya da varlığın bir türlü kondurulamayan gerçekliği. Her şey, size ait olmayan bir geçmiş gibi akar gider uykunuzda misafir olduğunuz bir rüyada. Başlıkların ne denli anlamsız olduğunu kavrarsınız. Bugüne kadar oluşturduğunuz tüm cümleler artık sizin değildir. Çıkıp gitmiştir bir defa o kuyudan. Geriye dönüp toplamak için çaba sarf etmeniz ne kadar boşaysa; bir o kadar da gereklidir. Çünkü sizi ispatlayacak tek çözüm oradadır. Çözümsüzlüğümü arıyorum...


Korku hemen gözlerinin ucundaydı kızın. Daha az önce karşı karşıya kalmıştı kocaman bir köpeğin bedeniyle. Şans bu ya, burada da peşini bırakmamıştı aynı gözler. Aslında diğerinden bir farkı vardı. Olmalı mıydı? Ya da o kız için bu farklılığın bir önemi var mıydı? Ne de olsa her ikisi de aynı korkunun, tek sahibiydi.

Arabadan inmeden, göz göze gelmişti yerde uzanarak sabahı bekleyen köpeğin o kırılgan bakışlarıyla. Ne olmuşsa olmuş, bir cesaret arabanın kapısını açmış ve aşağıya inmeye karar vermişti. Ama yanındaki adamın 'dur, bu tehlikeli olabilir' diye atılmasıyla birlikte, kapıyı kapatıp yerine oturması bir olmuştu. Sadece dakikalarla sınırlı aynı korkuyla yeniden yüzleşmiş olması, bedenini öylesine yormuştu ki dermansızlığıyla, yerde yatan o köpeğe bakakalmıştı. Ardı arkası kesilmeyen ısrarlar ve 'ya şaka yaptım, lütfen arabadan iner misin?' cümlelerine daha fazla karşı koyamayıp yeniden bir cesaret kapıyı açıp arabadan inmişti. İşte yürüyordu. Masalar bomboştu ama bir türlü oturamıyordu. Çünkü o peşlerini bırakmıyordu. Korkuyordu. Adam, 'korkma bir şey yapmaz' dese de güven kalkanlarını kapatmıştı kız. Ne zaman köpek uzaklaşacaktı yanlarından, belki az da olsa oturduğu yere güvenebilecekti. Bazen sözler ne kadar anlamsız olabiliyordu kendi korkularımıza yenilince. İnanç, inanmak yalnızca kendi akıl süzgecimizden geçirebildiklerimizle sınırlı kalabiliyordu.

Biraz uğraşmıştı adam ama sonunda ikna edebilmeyi başarmıştı kızı. Sabaha karşıydı. İstanbul daha henüz çapaklarını silmemişti boğazın sularına düşerken günün ilk ışıkları. Çengelköy'ün arnavut kaldırımlı bir sabahçı kahvesinde ya da modern adıyla bir cafesinde, iki hayat oturmuştu masaya. O ağacın daralan bakışları arasından İstanbul'u izlemek mi keyifliydi yoksa adamın anlattıkları mı bilinmez ama kız etkilenmişti.

İki bilinmeyenli denklem gibi başlamıştı her şey. Anlattıkça tanınan kimlikler yavaş yavaş yayılıyordu sessiz boşlukta. Kim bilir uyku kimin gölgesinde kalmıştı. Olağan döngünün dışında kalışlar, neleri beraberinde getirecekti. Bunu kimse bilmiyordu sabaha yaklaşırken zaman. Bilinmemesi en güzeliydi. Çünkü işte o zaman, daha saf ve yalın dökülüyordu içten gelip o masaya düşen sözcükler...
Hesapsız yaşamayı bilmeliydi insan. Olurunda geçirmeliydi bazen yaşadığı ânı.

Birkaç defa yanlarına gelmeye çalışsa da köpek, çok fazla yaklaşamamıştı oturdukları masaya. Her fırsatta kızın, köpeği izleyen gözlerine takılmıştı adam. 'Bir daha kesinlikle buraya gelemez merak etme. Senin onu sevmediğini ve benim de onun buraya gelmesine izin vermeyeceğimi çok iyi biliyor,' diyordu adam kendine güvenen o tanıdık sözleriyle. Gelmedi de...
Zaman ilerledikçe tanık olduğu bir geçmişin sularında gidip gelmeye başlamıştı kız. Anlatıldıkça kendi içinden seslendiriyordu olup bitenleri. Öyle ya, kimi zaman da yorumsuz kalabilmeliydi insan duyduklarına. Sessizliğin ağır ve taşıması çoğu yerde güç olan sorumluluğunu sırtlanabilmeliydi. Seçimler her zaman asıl tercih nedeni olmasa da..

Sohbetin en koyu yerinde bir mola istedi kız. Kalkıp yerinden ahşap renkteki cafenin koridorlarına doğru yürümeye başladı. Yüzünü yıkamak belki de iyi gelecekti. Saat sabahın beşi olmuş, henüz dinlenememişti. Masadan daha kalkar kalkmaz, aklına düşen bir düşüncenin az da olsa ürkekliğiyle gitti. Biliyordu. Geri döndüğünde, adamı o köpekle oynarken bulacaktı. Önce uzaktan onları izleyecek, sonra da 'biliyordum bunu yapacağını' diyerek içindeki ufak cesaret kırıntısıyla, yanlarına gitmeye çalışacaktı.
Düşündüğü gibi olmuştu her şey. Adam, yerinden kalkmış ve birkaç saat önce oturr diye bağırdığı köpeğin yanına gitmişti ve onunla oyun oynuyordu. Her şey ne kadar da tanıdık diye aklından geçirdi kız. Banklara doğru yürümeye başladı. Üzülmüştü. O sokak köpeğin kırılgan ve ağlamaklı bakışlarını görmeseydi eğer belki de böyle hissetmeyecek ve yanlarına gitmekten vazgeçecekti. Nasıl yapacaktı bilmiyordu ama o köpekten bir şekilde özür dilemeliydi.

Köpek, adamın otur demesiyle hemen yanı başlarındaki bankın ayaklarına oturuvermişti. Belli ki o da uykusuzdu. Kızın gözlerine baktı. Kız ona uyu der gibi elini başına götürüp onu uykuya bıraktı. Şimdi sadece İstanbul ve iki hayat başbaşa kalmıştı.
Denizin kadifemsi görüntüsü, tan vaktinin baş edilmez güzelliğiyle içiçe geçmişti. Önce sessizlik kolaçan etti etrafı sonra 'İstanbul'un en sevdiğim saatleri bu' diyen adamın sesi... İlk defa şahit olmuştu yeni günün ışıklarına kız. Belki de bundandı sessizliği. Tanımaya çalışıyordu ona ait olmayan saatleri. Ne kadar huzurlu olduğunu düşünüyordu. Sabahın o saati ve deniz yeterliydi huzurlu olabilmek için o ân. Kısa bir geçit halinde kayıplarını düşündü. Denizden gelen ılık rüzgâr, unuttuklarını yeniden hatırlattı. Aslında unutulmayanları ve hiç bir zamanda unutamayacaklarını...

O gün güvercinler ve serçeler hakkında hiç duymadıklarını öğrendi. Bir kuşu izlerken sesine ses katan adamın söyledikleri ve kızın konuşamadıkları dağıldı İstanbul'a. İçinden konuşmasını kim öğretmişti. Oysa kaç yıl geçmişti çocukluğunun ve bilmediklerinin üzerinden. Her yeni yaşta yepyeni bir bilgiyle donanmıştı. Anlatacağı ne çok şey olmalıydı ama o bu defa gerçekten sessizliği seçmeyi tercih etmişti. Gözleriyle sevdiklerini anımsatmıştı minicik serçeler ona. Sevip de doludizgin yaşayamadıklarını. Yaşamın kapılarını henüz sürgülemese de yüreğine, bir ömür yetecek kadar sebebi olmuştu bir şeylere.

Kalkma zamanı gelmişti. Şehir gittikçe büyüyen bir hızla yeni gün için uyanmaya başlamıştı. Kalkmadan bir söz istedi adam kızdan. 'Onu sevmek, okşamak ister misin? Emin ol çok mutlu olacak bundan. Sevdiğini gösterir misin yoksa hiç unutmayacak seni'. Tamam, dedi kız. Nasıl olsa bir özür borcu vardı o köpekten. Yanına gitti. Usulca parmaklarını ensesinde dolaştırmaya başladı. Mutluydu. Başını oynattıkça biraz ürkse de 'Hayır, dedi adam. Bunu yapma, öyle çok hoşuna gidiyor ki şimdi vazgeçme'.
Kız, ona dokunurken ondan özür diledi ve usulca ayağa kalkarak onu uykusuna, Çengelköy'deki o sabahçı kahvesini yeni güne ve İstanbul'u da günlük telaşına bırakıp arabaya binip gittiler.
İlk defa bir şeylerin tanıklığına birebir şahit olmanın verdiği tuhaf bir duyguyla eve gelmişti kız. Yorgun bedeni artık daha fazla dayanamıyordu. Yatağına uzandı ve uykuya daldığı anı kestiremeden dalıp gidiverdi.

Az önce uyandım uykudan. Bilseniz ne gariptir geceden arta kalmayan bir zaman diliminde uykuya dalmış olmanın verdiği yorgunluğu. Yeni bir güne başlarsınız. Birkaç saat de olsa bedeni kandırabilmeyi başarmıştır uyku. Oysa tam anlamıyla verememiştir kendini. Hazırlıksızdır. Günün hangi anında, çaldığınız saatleri sizden alacağı belli değildir. Er geç bir şekilde ödeyeceksinizdir çaldığınız zamanın bedelini. Beklentisiz bir şekilde yol aldığınız gece, yarının çoktan bugün oluşuyla yerle bir etmiştir bir defa dengenizi. Çözüm yolu bulmak bazen olası değildir. Önceden planlanmış herhangi bir başlangıç, yerle bir edebilir planlarınızı. Çözümsüz kalmaksa kimi zaman en iyisidir. Kim bilir belki de bambaşka, yaşanmayacak sandığınız bir ânı beraberinde getirecektir...

Çözümsüzlüğümü arıyorum...
Herhangi bir yerde...
Bilinmeyen bir zaman diliminde...

6 Ocak 2011 Perşembe

(S)ayıklamalar 2

inleye inleye
inceden dökülür kıvrımlarıma
terin...
dökülür ayaz yemiş sözlerin,
derinden derine kaçan
düşlerime...


hoşça kal diyememek gibi...

Vurgun...
Hangi sessiz çığlığından armağan kaldı gözlerime
değişiyor aykırı renklerim


yok olmak gibi

fısıltıyla irkiliyor artık bedenim...
konuşa konuşa geçeceksin içimden
bir küçük sözcüğe sarılıyorum
senden habersiz
sinirleri hırpalanmış çocukluğumun...


ne düşüneceğini umursamamak gibi...

düşkünlüğümden bihaber...
henüz hangi makamda olduğunu duymuyor içim
hangi şekilde geldiğini görmüyor mahmur gözlerim


bir fırtınaya karışıp boşluğa sürüklenmek gibi

...
Anlamak, öyle dediğin gibi çok zor da değil... 'Derinde' olanlar için yüzeyin anlamı nedir ki?
Belki, dokunmak gibi
...

Bir yerde ses veriyorsun koyu bakışlarınla
bir yerde çekip atıyorsun hırçın sözlerinle


yaklaşıp da kaçmak gibi

(S)ayıklamalar 1

Bir mağara
karanlık, ıssız.
Duvarlarına çarptığımdan beri
kanıyorum,

Kolumdaki saat yas tutuyor...
Vazgeçtim ya,
bundan gayrı dönmem yüzümü
bir daha.

Yola çıkıyorum...
Ardımda ne gecenin bakışlarıma asılan siyahlığı
ne de parçaladığım söz dizimleri.
Her şeyi yerinde bırakıyorum,
yersizim.
Göğsümde kalan,
tuhaf bir kahkahanın titretişi...

Duydum mu sanıyorsun
çekilmiş sözlerin sancısını.
İçimde köhne bir alfabe,
vurdukça harfler
yalnızca bakıyorum olana bitene...

hissetmemek gibi
hem de sevişirken...

Dolunay
sağ yanımda...
Tıpkı parlaklığını sana söylediğim
"ilk gün" gibi...
Böyle anlarda süzgeçten geçirilmiş duygulara sahipsen
o parlaklık donuk bir bakışa bırakır yerini, 
İZLERsin.
Bildiğin tek şey vardır
gece başka birinin teninde ter dökmektedir.

Şarkılara bırakıp
türkülerin içimdeki tek oturumluk seyrine aktım...
Gözlerimde, buğulu camların akışkan yalnızlığı...
Ben hep tektim

" baksana konuşacak mecalim yok "

Hepsini sana bıraktım.
Uyandım.
Gece olduğunda usulca yatırılan kelimelerim var
bundan ötesini ne ben öğrendim 
ne de öğrettiler.

Uyandığında " bu da kim " demek gibi...