PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

19 Ocak 2010 Salı

Aklın Zamanda Kayması

Deniz suyunun sıcaklığıyla hiç bu kadar ilgilenmemiştim daha önce. Aklıma gelen garip soruların yolculuğunda, kumsalın ayakuçlarıma dokunan mırıltısında, yürüyordum. Sanki üzerimden geçip giden bulutların gölgesinde hızla bir şeyler değişiyordu. İnsan beyninin olur olmaz anlarda oluşturduğu binlerce şekilden yalnızca birine odaklanmıştım. Yürüdükçe o ince kumların ayağımın altında ezilip giden sıcaklığı ve aynı anda ayaklarımı ıslatan deniz suyunun sıcaklığında, kimsenin daha önce görmediği ya da görse bile düşünmeye tenezzül etmediği bir inceliğin huzursuzluğunu taşıyordum.

Siz hiç anlık da olsa yaşamdan koptunuz mu? Ya da etrafınıza baktığınızda aslında orada olmadığınızı fark ettiniz mi? Birinin size bazı şeyleri fark ettirmesinden bahsetmiyorum. Bu kesinlikle size ait bir yolculuk! Hani kimseyi duymazsınız. Hani birdenbire bulunduğunuz yerden çantanızı alıp fırlarsınız. Hani sevdiğiniz sevmediğiniz kimseyi umursamadan çekip gidersiniz. Bir başınasınızdır ve bu yaşamda bir başına oluşunuz hiç de ürkütücü değildir.

Önceleri bilinçsizce gelişen bu durum zamanla, bilincinizle doğru orantılı olarak yaşamınıza yayılır ve ondan vazgeçemezsiniz. Her şeyden vazgeçseniz bile, o tamamıyla size aittir. Kimsenin elinizden alamayacağı bir özellik ve belki anlamını tam olarak sizin de nereye koyacağını bilemediğiniz bir farkındalık yaratırsınız. Yıllarca taşırsınız onu ruhunuzda. Bazen sizi birilerinin anlamasını umarsınız bu yolculukta. Bazen. Belki de tekliğin yorucu sözcükleri beyninizde uğuldamaya başladığında düşünürsünüz bunu en çok. Çünkü bu farkındalıkta, uzaklaşmada, yaşamdan kopmada ya da adı hanginizde her neyse, teklik en büyük güçtür elinizdeki.

Bir filmde izlemiştim. Kadın, hayatının herhangi bir dakikasında, geride bıraktığı anları olağanca netliğiyle hatırlıyor ve kısa bir süre de olsa var olduğu dünyadan sanki çok uzaklara gidiyormuşçasına bulunduğu zamandan kopuyordu. O an hiçbir kuvvet ve hiçbir ses onu geri döndüremiyordu. Sanki o anları yeniden yaşaması gibi bir zorunluluk varmışçasına, ruhunun derinliklerinde kayboluyordu. Biliyordu. Ne zaman böyle bir zaman kayması yaşasa, kendisi de dâhil, onu hiç kimse anlayamıyordu.  Bazen bu durum öyle sıklıkla geliyordu ki başına, kendine geldiğinde gözlerinin baktığı yerdeki hiçbir şey ona tanıdık gelmiyordu. Yine de anlık sıçramalarla bile olsa, bu durumun onda yarattığı etkiyi seviyordu. Kimi zaman bunaldığı, sıkıldığı ve istese de uzaklaşamadığı yerlerden onu alıp bildiği ancak bir daha yaşadığında sanki hiç bilmiyormuşçasına yeni baştan yaşadığı bu duygulara sahip olduğu için kendisi şanslı buluyordu.
Kadın yalnızdı. Gece veya gündüzün onda yarattığı bir başkalaşım yoktu. Uykuyu her an uyuyabilirdi. Gün dönümleri onun için neredeyse hiçbir şey ifade etmiyordu. Sanki her an yürüyor gibiydi. Aklında birbirinden farklı ve bir yere oturtulamayacak yüzlerce karışık başlıkla, yürüyordu. Adımları hızlandığında, kalbinin kayıp odalarında daha önce görmediği görüntülerle karşılaşıyor ve o görüntülerin içerisinden birini seçip onu yaşamak için yola çıkıyordu.
Yine böylesi bir günde, o odaların birinde, yaşayıp yaşamadığını anlayamadığı ama bir kuvvetle, biçimsiz bir acının içine gelip yerleştiğini hissetti. Acının kalıntısı ilk olarak ne ile düşüp yerleşmişti kalbindeki bu odaya. Hatırlamıyordu. Soğuktu ama ona dokunmaya çalıştığında ısınıyordu ve yeniden parmak uçlarına kadar yayılan o tarifsizliği yaşıyordu. Geri döndüğünde izlediği filmlerde, okuduğu yazılarda ya da sokakta yürürken kulağına çalınan cümlelerde, aşkın, acının, mutluluğun, ayrılığın, sessizliklerin, çığlıkların, kavgaların, terk edilmelerin, ihanetlerin, aldatmacaların, ufak tebessümlerin, kavuşmaların, kısaca yaşamsal bütün olguların izine rastlıyor ve tüm bunlar, içinde uğuldamaya başlıyordu. Hepsinin özünde aşk mı vardı? Yaşanılan her şeyin içerisinde o malum sözcük mü gizliydi? Sevgi ya da aşk... Kelimelerin aslında çok da önemi yoktu duyguların peşinde yol alırken. Yalnızca bizler takıntılarımıza kaptan olmayı ve bir şekilde bu dümenin başında olmayı çok seviyoruz, hepsi bu! Aşk değil de şaka olsa adı mesela, ne fark eder ki? İkisinin de hamurunda aynı harfler var. Ama yok, biz illaki bir şey demek istiyoruz. Saçmaydı.. Ama işte düşüncenin sınırsızlığı her şeyden önce geliyordu. Kim ne diyebilir ki sizin seçimlerinizden kaynaklanan bir adlandırmaya?
Bazen kendi sınırlarını zorluyordu bazı kavramlar. İnsan aklının durduğunda ve aklın hıza bir şekilde yetişmeyi başaramadığında olan buydu.

Evet, acının kalbindeki bu odaya yerleştiği anı anımsayamıyordu kadın. Kalıntılarından aşk diye adlandırmayı düşündüğü bu duyguyla eşit olan acının karşısında kim durmuştu bir zamanlar?
Aşk amnezisi diye bir şey olabilir miydi? Belki de aşkın da bir zamanı olmadığı için onun ne anlama geldiğini bilmiyordu. İlk defa o duyguyla günün hangi zamanında karşılaştığını hatırlamıyor ve kaybettiğinde de gökyüzünün nasıl bir rengi olduğunu bilmiyordu. Karmakarışık duygular içerisinde geçen onlarca yıl boyunca bir defa olsun, bu herkesin olmazsa olmaz diye şart koştuğu olgunun yokluğunun nasıl bir his olduğunu adlandıramıyordu. Aşk onun hayatında koca bir boşluktu. Ötesi yoktu. Boşluğa atıp durduğu kendi hayatına dair şeylerin hiçbir zaman onu dolduramayacağını biliyordu belki de. Bilinçli bir seçimin onu böylesi tuhaf bir düşünceye götürmüş olabilme ihtimalinin varlığını düşünmeye başladığındaysa en fazla iki dakika aynı düşüncede kalabiliyordu. Zaman onun için hem ilerliyor hem de geriye sayıyor gibiydi. Bilinenin aksine zaman, kadın için hiçbir şey ifade etmiyordu.
Bunu da unutmuştu. Tıpkı diğerleri gibi! Hiçbir şey fazlasıyla hayatında kalamıyordu. O yüzden burayı seviyordu. Fazlasıyla ona aitti ve fazlasıyla hatırlamaktan uzaktı.

İtiraf ediyorum. Canım sıkıldığında bu filmdeki kadın olmayı istiyorum. Bilgiyi ve onun getirdiklerini taşıyamayacak gibi olduğumda ben de kopmak istiyorum bulunduğum zamandan. Bilinenin aksine koşmayı değil yürümeyi seçiyorum. İçinizdeki zehirden, ne kadar yavaş uzaklaşırsanız, o kadar iyi. Kalıcı olmayan şeylere dair sıkıntı yaşıyorum bazen. Eylemleri düşündükçe yaşamımıza yön veren duygularımı kontrol etmekte zorlanıyorum ve bunun adına memnuniyetsizlik diyorlar. Belki daha şaşalı bir adı vardır psikiyatride. Ne de olsa bayılıyoruz isimler takmaya. Deli diğer tanımlar içerisinde bana en sevimli geleni. Hiç değilse Latince kökenli bir kelimenin kulağı rahatsız eden bilgeliğinden daha sade ve kısa.

Akşam olmaya başladıkça sıcaklıkların değişkenliği artıyor. Kum giderek soğumaya, deniz suyu ise bir kademe daha soğumaya başlıyor. Eğer uzun süre yürümüşseniz bu çizgi üzerinde, teninizde meydana gelen buruşukluk, yerini yavaş yavaş bir karıncalanmaya bırakmaya başlıyor. Ya çok yürümüşsünüzdür ya da bir başka değişiklik için hala biraz yolunuz vardır. Ne de bazı şeylerin dozu, kademe kademe ilerlediğinizde ortaya çıkar. Ne kadar aldığınıza, verdiğinize, tattığınıza, koyduğunuza, salıverdiğinize, bağlıdır.

Kaç saat yürüdüğümü bilmiyorum. Ucu bucağı olmayan ve birbirinden neredeyse tamamıyla farklı sayısız düşünce yumağı arasında hiçbir yere varamadım. Olasılıklar her şeyi alt üst ediyor. Peki, nasıl oluyor da onca şeyin arasında akıl sağlığımızı hala koruyabiliyoruz? İnanılacak gibi değil! Galiba artık adına yorulmak bile diyemeyeceğim bir tuhaf fırtına yaşıyorum. Uzun zaman insanları izleyip onlara içinde yer ayırmak ve bir şekilde bunları paylaşmadan hayata devam etmek kolay değil. Ne aradığını bilip de ona doğru gitmemenin sancısı belki de bu.
Hali hazırda fazlasıyla karıştırdım aklımı. Arazi vitesinde giden bir aklın sınırı nerede biter sanırım hiç bilemeyeceğim.
Boş vitese almak lazım bazen hayatı ve getirdiklerini. Deli olmadan deli olabilmeli. Ya da aklın zoruyla fazla uğraşmamalı.

Yine de biliyorum ki hiçbir şey parmak uçlarında dizilen kelimelerin anlattığı kadar kolay değil. Siz ne yaparsanız yapın, aklın zamanda kaymasını bir şekilde engelleyemiyorsunuz. Ya da ben buna kendimi bu defa inandırmak istedim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder